GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANLARININ DURUMU
Bugün müslümanlar
ile
varmaları gereken o yüce hedefe ulaşma hizmeti
arasında tam anlamıyla bir denge sağlanmış değildir. Bu halen devam
edip gitmektedir.
Aslında müslümanlar savaş veriyorlar, cihad ediyorlar. Ancak istedikleri
şey çok büyük ve önemlidir. Bundan ötürü de gönülleri ürperiyor. Bunun
için şehitlerini Allah yolunda ortaya koyuyorlar. Fakat tüm bunların
yanında bu apaçık bir şekilde kendisini ortaya koymuş değildir.
Meselâ şurada
bir İslâm devletinin kurulması arzusu vardır. Müslümanları esaretten
kurtarıp özgürlüklerine kavuşma isteği, problemlerini çözüme götürme
temennisi bulunmaktadır. Fakat tüm bunların hepsini yerine getirecek
çalışma ve program, meseleyi kökünden uygulama alanına koyacak
temel nedir? Acaba işin neresinden başlanılmalıdır? Tüm bunlar için
mutlaka bir nizamın bir düzenin ve programın olması düşüncesi var. Fakat
bunların en iyisi acaba
hangisidir. Hangisi daha sağlam olarak sonuca götürebilir?
Tüm bu ve benzerı sorulara ne acıdır ki, ikna edici bir cevap, müslümanların
kalbinde yer almış değildir. Aslında bu zaaf noktalarından biridir.
Bu bizim bugünkü müslümanların
durumlarını ortaya koymaktadır.
Müslümanların ikna edici bir cevap getirememeleri, pratikte ve gidişatta
buna bir çözüm bulamamaları, kendilerini hoşnut edecek bir durumun
çıkmamasına neden olmaktadır.
İslâmi bir
hareket, İslâmi bir cemaat veya İslâmi bir grup pek az ülkeler
dışında, müslümanların kalbinde taht kurmuş değildir. Müslümanların
gönlünde bu manada bir sevgi
ve sempati kazanamadığından dolayı da, müslümanların
çalışmasından kendisini uzak tutuyor. Hatta müslüman kardeşinin başına
gelen bir belâ, felâket ve musibetin bizzat kendisine geldiğini
düşünememektedir.
İslâmî bir
cemaat, pratikte her taraftan tüm müslümanları kapsayacak bir çalışmaya
girememektedir. Ancak bazı fertler ve gruplar arasında yapılan
çalışmalar ise, çok farklı bulunmaktadır. Kimisi fikrî mücadeleyi ele
alırken, kimisi ilme önem
verilmesini, kimisi zikri savunurken kimisi de bir başka yol tutmakta ve
böylece bu çalışmalar fayda getirmemektedir. Aralarında bir bağ
ve birlik doğurmamaktadır.
Her gurup kendi grubunun çok daha üstün olduğunu, kendilerinin yaptıklarının
en iyisi olduğunu, diğerlerinin ise yaptıkları şeylerin hep boş şeyler
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Kısaca: "Her gurup kendi yanındakiyle
sevinip avunmaktadır."
Her bir gurup kendisinin
yanılmayacağını ileri
sürerken, birbirlerinden yararlanabilecekleri şeylerin oduğunu ise
kabullenmemektedirler.
Çok az kimseler İslâm ümmetinin yakalandıkları hastalığın farkına varabilmiş,
bunlar da diğer müslümanların da kendileri gibi İslâm ümmetini kurtarma
çalışmalarına girmelerini ve kendi seviyelerine gelmelerini istemektedirler.
Yine çok az müslüman, tüm müslümanları ilgilendiren geniş
çapta bir harekete geçilmesi gereği üzerinde duruyor, cihadı ele
almalarını bildiriyorlar.
Bunlar ölümün istenmesi halinde zaferin geleceğini, cihad edebilenlerin,
siyasi harekete de ulaşabileceklerini haykırıyorlar. Bu gurup,
mü'minlere şefkat gösterilmesi gereğini vurgularken, diğer taraftan da,
kâfirlere karşı
amansız ve güçlü olmaları gereği üzerinde de duruyor. Allah sevgisini
ileri sürerlerken,
hakimiyetin kayıtsız şartsız Allah'ın olduğunu
ve gerçek anlamda
velayetin O'na verilmesi gerektiğini de bildiriyorlar, çaba sarfediyorlar.
Hiçbir gurup veya teşkilat, her ülkeyi kapsayacak şekilde kâmil anlamda
kültürel, eğitsel bir program ve metod ortaya koyamamış, bir kesin
çalışma çizgisi
belirleyememişlerdir.
Yine herhangi bir gurup veya teşkilat, hem kültürlü tabakanın ve hem
halkın gücünü
yanına alarak iki kanatlı kuş misali hareketi başaramamıştır.
Eğer böyle bir başarıyı sağlamış
olsalardı, iki kanatlı kuş misali uçmalarına devam ederlerdi.
Hiçbir İslâmî teşekkül veya kuruluş, düşmanlarının
kendileri için kurmuş
oldukları tuzakları ortaya koyabilmiş, bunu elemanlarına anlatabilmiş
değildir. Hatta İslâmî kuruluş ve teşkilatlarının dağınık olmaları
nedeniyle, kime karşı ve nasıl bir
düşmanlık sürdürmelerini bile tesbit edememişlerdir. Ancak tüm
bunlara rağmen müslümanlar temelde hayır üzeredirler. Sahih
hadiste belirtildiğine göre
Rasûlüllah (a.s.) şöyle buyurmuşlardır: "Kim,
müslümanlar helak olmuşlardır, derse,
bunu söyleyen kimse onları
helâka götürmüştür."
Gerçek şu ki, çok yakın bir döneme kadar her şey, müslümanları
İslâm'dan uzaklaştırmak için yapılıyordu. Değişik kuruluşlar,
okullar,
partiler...
Fakat işin en acı yanı şu ki, bunların karşısına bina edilmiş veya
harekete geçirilmiş düzenli bir İslâmî kuruluş ve teşkilat yoktu.
Müslümanı dininde sabit kılacak, ya da müsülmanı dini sebebiyle övünür
bir kimse haline getirecek bir çalışma da yoktu.
Fakat şimdi ise, Rabbimin fazlına sonsuz şükredeyim ki, hemen her İslâmî
bölgede haylice müesseseler harekete geçmiş, tüm bunlar İslâm ve
müslümanlar için
çalışıyorlar. Şayet aralarına yine bir fetret girecek olursa, İslâm
kültüründen habersiz kimseler gelir. Çünkü gördüğüm gerçek şu ki, İslâm
kültürlü tabaka nezdinde çok daha güçlü bulunuyor. Tüm bunlar iyi
şeylerdir. Ancak aşağıda sunacağım
şu iki maddenin mutlaka ehemmiyetini Öğrenmeliler de, bunun ışığında
harekete geçebilsinler. Şimdi bu iki önemli noktayı söyleyelim:
1-
Hemen her İslâm bölgesindeki müslümanlar, bugüne kadar tam anlamıyla
ve kamil manada "Hizbullah" dediğimiz bir teşkilat
kuramamışlardır.
Çünkü Allah askerinde veya taraftarlarında bulunması gereken
ahlâkî seviyeye henüz erişememişlerdir. Yine hepsinin tek bir çatı
altında
belli bir program dahilinde, hedeflerini tesibt etmiş ve seçebilmiş
düzenli bir tek metod üzerinde de anlaşmış değillerdir. Zira bu sayılan
şartları tamamlayan
ordusuna ve taraftarlarına Rabbimiz başarı vaadetmiştir.
2- İşte
müslümanlar tam ve kamil anlamda bir teşekkül haline gelebilselerdi,
Rabbimizin şu vaadi mutlaka gerçekleşecekti:
"Ve hiç
şüphesiz, bizim ordularımız, üstün gelecek olanlar da onlardır."
(Saffât
sûresi, âyet: 173.)
"Hiç şüphe yok ki, üstün gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır."
(Maide
sûresi, âyet: 56.)
"Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın taraftarı olanlar, felah bulanların
ta
kendileridir." (Mücadele sûresi, âyet: 22.)
"Allah, emrinde üstün gelendir, ancak insanların çoğu
bilmezler."
(Yusuf
sûresi, âyet: 21.)
Şimdi düşünün, olaylara sebep-sonuç ilişkileri çerçevesinde ve bu
gözlük ile bakanlar,
görünürde pek güçlü kuvvetlere karşı koyabilme gücünü ne İslâm'da ve ne
de müslümanda bulamaz. Görünürde bulamaz. Çünkü
her şeyi dış sebeplere bağlı
görmektedirler. Fakat gerçek manada iman etmiş
olanlar, zaferin gerçek anlamda kaynağının Rabbani olduğunu ve yardımın
da O'ndan geldiğini bilirler ve ona göre hareket ederler. Nitekim Rabbimiz
buyuruyor:
"Zafer ve yardım ancak
Allah'ın katındandır."(
Enfal sûresi, âyet: 10.)
"Allah kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder.
Şüphesiz Allah, güçlü
olandır. Aziz olandır. Onlar ki yer yüzünde kendilerini yerleşik kılıp,
iktidar sahibi yaparsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler,
iyiliği emrederler, kötülükten sakındırırlar. Bütün
işlerin sonu Allah'a
aittir."(
Hac sûresi, âyet: 40-41.)
İşte bütün bu
gerçeklerin ışığı altında çok sıcak ve samimi bir davete girişmeli. Bu
davet müslümanların her tabakasına yönelik olmalıdır. Teşkilatları
birbirinden uzaklaştıracak konuşmalardan uzak ve fakat onları birbirlerine
yaklaştıracak davranışlara girilmelidir. Böylece müslüman, rabbani
Hizb olabilme niteliğine
yücelebilsin de, Allah için bir ordu oluşsun. Ayrıca kesin ve
mutlak olarak her kesimdeki müslüman guruplarla görüşmeler yapılmalı.
Meseleler ve olaylar yapılmak istenenler aktarılmalı, müslümanların
başına gelenlerden haberdar olunmalıdırlar. Böylece her bir gurubun
habersiz kaldığı şeylerden haberdar kılınmaları sağlanmalı. Böylece
kendi durumlarını düzeltebilsinler ve onlar da gerçek manasıyla
Hizbullah olabilsinler.
Mutlaka çok sıcak ve samimi bir davete girişilmelidir. Bu davet her
kesimdeki insanı
kapsamına almalıdır. İster fasık olsunlar, ister mürted, ister çizgiden
ayrılmış olanlar olsun, İslâm'da hatalı olanlar veya müslüman olmayanlar
olsun, davet her kesimi kapsamalıdır, Zira Hizbullah oldukları
gerçeği böylece ortaya çıkacaktır.
Şayet müslüman olmayan bir tabaka ile davet üzerine bir
çalışma yapmak
zorunluluğu meydana gelirse, anlattığımız gibi, müslüman bir tabaka ile
de görüşme zorunluluğu var ise mutlaka çok dikkat edilmesi gerekir.
Müslümana verilecek olanlar ile, müslüman olmayana verilecekler arasında
farklar bulunmaktadır. Bir tabakadan diğer tabakaya geçerken çok farklı
uygulamalara ve taktiklere başvurulmalı, Önceden bu hususta gereken araştırma
yapılmalıdır. Çünkü tabakalar arasında, mutlaka birbirlerine tenkitler
gelecektir. Guruplar arasında da
buna dikkat edilmesi gerekir. Zira bu husus gerçekten pek hassas olan
bir noktadır.
Allah'ın erlerinden tutup, İslâm'ı pratikle olsun, ilimde
olsun, Allah taraftarlarında
bulunması gereken sıfatları kavrarlar. Bununla da, müslüman
olmayanlara karşı nasıl bir davette
bulunması gerektiğini anlarlar. Ayrıca
her bir tabakadaki müslümana da
görevinin ne olduğunu yine bu anlayışlı kesim görevini idrak eder, her
iki tarafa da nasıl bir davet yapılacaksa onu
yapar.
İslâm
hükümlerinden, İslâm kanunlarından, İslâm'ın devlet düzeyinde
uygulanmasından habersiz olanlara ise, onlarla yapılacak konuşma ve müzakerelerde
kendilerine Allah'ın şu âyetleri hatırlatılmalıdır. Rabbimiz buyuruyor:
"Ey
iman edenler, öldürülenler hakkında size
kısas yazıldı (farz)
kılındı." (Bakara
sûresi, âyet: 178.)
"Savaş
hoşunuza gitmediği halde size yazıldı (farz kılındı),"(
Bakara sûresi, âyet: 216.)
"(Bu,)
indirdiğimiz ve (hükümlerini) farz kıldığımız bir süredir?
"( Nur sûresi,
âyet: 1.)
İşte bu ve benzeri farzlar, müslümanların yerine getirmekle
yükümlü
bulundukları farzlardır. Bunların yerine getirilmesi ise ancak bir İslâm
devletinde
mümkündür. O halde Allah'ın hükümlerini yerine getirecek bir
İslâm devletinin kurulması için çalışmak farzı ayındır. Zira bir hüküm
ki,
uygulanması başka bir şeyin varlığına bağlıdır. Onsuz mümkün olamamaktadır.
O zaman o şeyi de yerine getirmek farzdır.( Buna bir örnek verelim:
Meselâ, namaz kılmak farzdır. Fakat abdest alınmadan namaz kılınamaz. O
halde, namaz kılmak için abdest almak da yine farzdır. Önce abdest,
sonra namaz. Önce İslâm devleti kurulması çalışması, daha sonra da safha
safha uygulaması ki, hepsi ayrı ayrı farzdır. (Çeviren).)
Rabbimiz buyuruyor: "Hiç şüphesiz, Allah'ın sana gösterdiği gibi
insanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitabı hak olarak indirdik.
(Sakın) hainlerin
savunucusu olma."(
Nisa sûresi, âyet: 105.)
Mürtedlikten, mürtedlerden ve bunlara karşı yapılacak
ödevlerden habersiz
olanlara karşı, bunlarla yapılacak görüşmelerde ise Allah'ın şu
âyetleri kendilerine
hatırlatılarak bir mücadele verilmelidir:
"Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse, Allah da
onların
yerine öyle bir kavim (toplluk) getirecek ki..."(
Maide sûresi, âyet: 54.)
Bir de bir küfrün
karşısında olmakla birlikte başka bir küfrü savunan,
onlarla birlikte hareket eden
tabakalarla Allah'ın şu hükmü hatırlatılarak
mücadele verilmelidir:
"Biz Kitab'ı sana, her
şeyin açıklayıcısı olarak indirdik."(
Nahl sûresi, âyet: 89.)
İslâm'ın
sadece bir yönünü ele alıp buna dalanlara ise, şu âyet hatırlatılmalıdır:
"Hiç şüphesiz, müslüman erkekler ve müslüman kadınlar,
mü'min olan erkekler ve mü'min olan kadınlar, gönülden (Allah'a) itaat
eden erkekler ve gönülden (Allah'a) itaat eden kadınlar, sadık olan
erkekler ve sadık
olan kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar,
saygıyla (Allah'tan) korkan erkekler ve saygıyla (Allah'tan) korkan
kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan
erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını)
koruyan kadınlar, Allah'ı çokça zikreden erkekler ve (Allah'ı
çokça)
zikreden kadınlar; (işte) bunlar için Allah bir bağışlama ve
büyük bir ecir (mükâfat) hazırlamıştır."( Ahzab sûresi, âyet: 35.)
"Mü'minlerden öyle erkek adamlar var ki, üzerinde Allah ile
yaptıkları
sözleşmeye sadakat gösterdiler. Böylece onlardan kimi adağını
gerçekleştirdi, kimi de beklemektedir. Onlar hiç bir değiştirme ile
(sözlerini) değiştirmediler." (Ahzab
sûresi, âyet: 23.)
"Mü'min olanlar, ancak o
kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve
Rasûlü'ne iman ettiler. Sonra hiç bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda
mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sadık (doğru)
olanların ta kendileridir."(
Hucurat sûresi, âyet: 15.)
İmtihan ve
eziyet etmeken uzak duran ve aynı zamanda böylesi bir çalışmayı
hatalı sayanlara, Tahkiki iman ve Peygamberlere ait yoldan uzak
durduklarını hatırlatmalı ve kendilerine şu âyetleri söylemeliyiz:
"Andolsun, biz, sizden mücahid olanlarla sabredenleri bilinceye (belli
edip ortaya çıkarıncaya) kadar, sizi deneyeceğiz ve haberlerinizi
de
açıklayacağız." (Muhammed
sûresi, âyet: 31.)
"Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri belirletip ayırdetmeden
sabredenleri de belirletip ayırdetmeden cennete gireceğinizi mi sandınız."(
Ali İmran sûresi, âyet: 142.)
"İnsanlardan öylesi vardır ki, "Allah'a iman ettik" der;
fakat Allah
uğruna eziyet gördüğü zaman, insanların (kendisine yönelttikleri
işkence ve) fitnesini Allah'ın azabıymış gibi sayar; Rabb'inden bir yardım
ve zafer gelirse, andolsun: "Biz gerçekten sizlerle birlikteydik" demektedirler.
Oysa Allah, âlemlerin sinelerinde olanı daha iyi bilen değil
midir?" (Ankebût
sûresi, âyet: 10.)
Ayrıca bu din, Allah'ın dinidir. Ona yardım etmek ve onu
zafere eriştirmek
Allah'a ait olan bir şeydir. Bunun için bir gayret göstermeye gerek
yoktur, gibi fikirler ileri sürenlere de şu âyetler ve benzerleri
hatırlatılmalıdır:
"Eğer Allah, dilemiş olsaydı, elbette onlardan intikam alırdı. Ancak
(savaş-cihad) sizleri birbirinizle denememiz içindir." (Muhammed
sûresi, âyet: 4.)
"Onlarla çarpışınız. Allah, onları sizin ellerinizle azaplandırsın,
hor ve aşağılık kılsın ve onlara karşı size zafer versin, mü'minler
topluluğunun
göğsünü şifaya kavuştursun." (Tevbe
sûresi, âyet: 14.)
Ben
tarafsızım, hiç bir gurupla ilişkim yoktur diyenlere ise, tarafsızlığın
münafıklık olduğunu söylemeli ve gerekçe olarak da şu ayeti gözlerinin
önüne sermelidir.
"Arada bocalayıp dururlar,
ne onlarla, ne de bunlarla."(
Nisa sûresi, âyet: 143.)
Kötülerin iyilere baskın
geldiklerinden şikayet edip te, bunu önlemek için bir gayret
göstermeyenlere, Rasûlüllah'ın şu hadisini hatırlatmalıdır:
"Ya
kesin olarak iyiliği emreder ve yine kesin olarak kötülükten
de menedersiniz veya
Allah, size en kötülürenizi musallat kılar da, bu defa en iyileriniz dua
edip- dururlar, fakat kendileri için duaları kabul olunmaz."(
Bezzaz, Taberanî ve Tirmizî rivayet etmişlerdir.)
Sürekli olarak mü'minlerin
zelil ve geriliklerinden sözeden fakat bundan kurtulma çaresi de
göstermeyenlere, zillet içerisinde yaşamanın sebepleri
aramızda kaldığı sürece bunun giderilemeyeceği hatırlatılmalı ve kendilerine
Rasûlüllah'ın şu hadisi örnek gösterilmelidir:
"Aranızda hile yoluyla alış-veriş yaptığınızda,
sığırların kuyruklarına
sarıldığınızda, ziraatla yetinip cihadınızı terkettiğinizde, Allah
(c.c.) size öyle bir zillet musallat kılar ki, ta ki dininize
dönünceye kadar
onu sizden kimse gideremeyecektir." (Ahmed
b. Hanbel, Ebu Davud, Taberanî ve İbn Kattan rivayet etmişlerdir.)
"Yoksa siz, Kitab'ın bir
bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr
mı ediyorsunuz. Artık sizden öyle
yapanların cezası, dünya hayatında
aşağılık olmaktan başkası değildir.
Kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına
uğratılacaklardır."(
Bakara sûresi, âyet: 85.)
"Şu halde ne diye münafıklar konusunda ikiye bölünüyorsunuz?"(
Nisa sûresi, âyet: 88.)
Bu âyette demek isteniyor
ki: "Neden dolayı münafıklara ait işler
hususunda ikiye bölündünüz. Onların
kâfirliklerinde ittifak edip anlaşmadınız.
Çünkü, gerçekten Allah, onları hüküm itibariyle kâfirlere
katmaktadır."
"Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. "(
Ali İmran sûresi, âyet: 103.)
Sadece İslâm'ın bazı yönlerini ve işlerini alıp,
diğerlerinden uzak duran
gruplara da Rasûlüllah'ın şu hadisi hatırlatılmalıdır: "Her kim,
müslümanlara ait işlere önem
vermeksizin sabahlarsa, o onlardan değildir."
(Beyhaki
rivayet etmiştir. Ayrıca Taberânî ve Ebû Nuaym.)
İslâm'dan ve zafere
erişmekten tamamen ümidini kesmiş olanlar da, Rasûlülah (a.s.)'ın;
Konstantiniyye (İstanbul), Bizans (Roma), gibi yerlerin
tekrar müslümanların eline geçeceği
ve Raşit Halifeliğin tekrar döneceği müjdelerini kendilerine
vermeliyiz.
Yetki ve velayet hakkını İslâmî olmayan esaslar üzerine kurmuş olan
kimselere verenlere
de şu gibi âyetler hatırlatılmalıdır:
"Sizin
dostunuz (veliniz ve yetki vereceğiniz kimseler), ancak Allah,
O'nun Rasûlü, rükû edici olarak namaz kılan ve zekatı veren
mü'minlerdir."(
Maide sûresi, âyet: 55.)
İşte böylece bir yol ve strateji izlenmeli ki, müslümanlardan hiç bir
gurup bunun dışında tutulmamalıdır. Hepsinin elinden öyle tutulmalı ki,
herbiri Allah taraftarı, Allah ordusunun askeri olabilsinler. Bunların
gerçekleşmesi ise edeple, iltifatla, yumuşaklıkla ve müslümanlara karşı
kanatlarını
germekle sağlanabilir. Nitekim rabbimiz buyuruyor:
"Ve mü'minlerden, sana tabi olanlara (uyanlara koruyucu)
kanatlarını
ger. Eğer sana isyan edecek olurlarsa, artık de ki: "Gerçekten
ben sizin yapmakta
olduklarınızdan uzağım."(
83- Şuara sûresi,
âyet: 215-216.)
Yapılan faaliyetler bu düşünceyle yapılmalıdır. Evet böyle yapılmalı ki,
müslümanlar kâfirlerin ve
münafıkların ulaştıkları şeylerle mübtela olmuş olmasınlar, yolları
üzerlerine kapanmış olmasın veya
hükme varamayacak şekilde bir çalışma olmuş
olmasın. Özellikle -bizim daha öncede
belirttiğimiz gibi- hüküm onların
elinde olduktan sonra, meselâ güç ve
kuvvet onlardaysa, davet imkânları
onlardaysa, eğitim-öğretim alanları
onlardaysa, iktisadî güç onlardaysa, bu gibi hallerde bir İslâm
ümmetinin kurtulması mümkün değildir. Partide gereksizdir.
Onların yöntemleriyle olduktan sonra ne türden bir çalışma olursa
olsun, sonuçsuzdur. Nitekim (Mısır, Suriye) eliyle meydana gelen olay
ortadadır. Konuyu güneş aydınlığı gibi ortaya dökmüştür. Gerisi boş
sözdür.
Said Havva
|