FELEĞİN tersine döndüğünü düşündüren tablolardı. Ateşe su,
suya ateş diyenler; aydınlığı karanlık, karanlığı aydınlık
diye tarif edenler vardı. Kök anlamı ‘barış’ ve ‘esenlik’le
kardeş olan bir din, nicedir savaşla ve hatta terörle
eşanlamlı olarak anılır haldeydi artık. Kız çocuğunu diri diri
gömen insanları durduk yerde karıncaya basmaktan, haksız yere
en küçük bir cana kıymaktan çekinir hale getiren bir din,
kadına düşmanlık, cana düşmanlık, hayata düşmanlık simgesine
dönüşmüştü kimi zihinlerde. Cahiliye içindeki bir toplumu alıp
kendini bilmenin, haddini bilmenin, Rabbini bilmenin zirvesine
ulaştıran; kız çocuğunu diri diri gömen Ömer’i alıp eleğinden
geçirip Dicle kenarında ayağı incinen kuzunun dahi tasasını
çeker hale dönüştüren; bedevî bir topluluğu medenî bir ümmet
haline getiren; ilk şehri Medine’yi bir medeniyet evreni kılan
bir dindi o. Ama ne yazık ki, milyonlarca kez yazık ki,
gerilik, haksızlık, cahillik ve kabalıkla beraber anılır
haldeydi artık.
Böylesi bir zaman, feleğin gerçekten tersine döndüğü bir zaman
değilse, neydi? Gördüklerimiz, feleğin tersine döndüğünü
düşündüren tablolardı.
Bu tabloların ortasında, yüreğim yanıyordu. Barış dini İslâm’a
barış adına savaş açanların; Eski Dünyanın yarısını kuşatmış
bir medeniyetin dinini medeniyet adına redde kalkanların; Çin
Seddinin inşasına sebep olmuş bir ırkı terbiye edip görkemli
bir medeniyetin sancaktarı kılmış bir dinden kopuşu sözümona
medenî milletler hanesine yazılmak adına savunanların
arasında, üzgün, çok üzgün, had safhada üzgündüm. Yüreğim
yanıyordu.
Yüreğimdeki hüznü ve yangını daha da büyüten bir ilave husus
ise, bu güzelim dinle birlikte, onun elçisi, rehberi,
peygamberi hakkında söylendiğini duyduğum lâflardı. Bir aslanı
üç çemberden geçirmeyi başardı diye bir aslan terbiyecisini
dakikalarca ayakta alkışlayan insanlar, bir aslanın bile
yapmadığı şeyi yapıp öz evladını diri diri toprağa gömen
insanları bütün çağların gördüğü en benzersiz terbiyenin
eşliğinde adalet, nezaket, medeniyet ve insaniyet timsali
kılan bir peygambere kabalık, gerilik ve şiddet
yakıştırıyorlardı.
Duydukça, insanın ruhunu daraltan şeylerdi bunlar. Zaman
oluyor, meydanlara koşup tepelere çıkarak haykırmak; “Hayır!
Peygamber sizin bildiğiniz gibi değildi hiçbir zaman!
Kesinlikle hayır!” diye gücüm yettiğince bağırmak istiyordum.
Hayatını okudukça inceleştiğim, sözlerini anladıkça
derinleştiğim, bana beni öğreten, bana benliğimi eritmeyi
öğreten, nefsimi eritip inceleştiren o güzelim peygamberin
sünnetini ‘çöl âdeti’ diye elinin tersiyle itmeye kalkışan
insanlarla bir yüzleşme yaşamam şarttı. Onlar, barış dinine
savaş, aydınlık bir medeniyete karanlık, incelikler
peygamberine kabalık yakıştıran insanlardı.
* * *
Gelin görün ki, ortadaki manzaraya yalnız bu
açıdan da bakamazdım. Bilmeyenin öğrenmeme, görmeyenin bakmama,
anlamayanın düşünmeme kabahati vardı, tamam. Önyargısıyla
hareket edenin şartlanmışlığı aşamaması, kötü niyetli yaklaşanın
iyiniyetli olamaması da bir hataydı elbette. Ama tablonun öte
tarafında, bu yanlışlığı üreten, besleyen, yahut büyüten tutum,
tavır ve yaklaşımlar da vardı. Biliyordum; bunlar hiç olmasa
bile, birileri kalblerini ve akıllarını bu dine kapalı tutmayı
sürdüreceklerdi. Ama şunu da biliyordum; bunlar, kalbini bu dine
kapatanların sığınacakları bir mazeret değilse bile, kalbini bu
dine açmaya açık nice insanın önünde birer engeldi. İncelikler
peygamberine kabalık yakıştıranlar kesinlikle haksızdılar, ama
incelikler peygamberinin adını dilinden düşürmediği halde
kabalık sergileyenler de haklı veya mazur sayılamazlardı.
O yüzdendir ki, yıllar önce, en yüce hislerin içinde karşılık
bulduğu nuranî bir saray olarak tarif ettiği İslâmiyetin ‘matem
tutmuş bir siyah çadır gibi, bir kısım fukaraya ve bedevîlere ve
mürtecilere has olduğunu tahayyül edenler’e serzenişte bulunan,
“Ey insafsızlar! Umum âlemi birleştirecek, besleyecek,
ziyalandıracak bir istidatta olan hakikat-ı İslâmiyeti nasıl dar
buldunuz ki, fukaraya ve mutaassıp bir kısım hocalara tahsis
edip, İslâmiyetin yarı ehlini dışarıya atmak istiyorsunuz?” diye
haykıran; bu güzelim dini lekelemeye dönük teşebbüslerde bu
dinin müntesiplerinin onun özüne uymadığı halde onun adına
yaptıkları yanlışların da hissesi olduğunu belirtip, “Şimdiye
kadar yalnız düşmanın tarafına bakıp eldeki elmas kılınçla
onların tefritlerini kırardım; fakat şimdi mecburum: Öyle
dostların terbiyeleri için, onların avamperestane ve ifratkârâne
olan hayalâtlarına o kılıncı bir derece iliştireceğim” diyen
Bediüzzaman’ın duyduğu ızdırabın bir benzerini, nicedir içimde
taşıyordum.
Zira, yazık ki, barış dini İslâm’ın müntesipleri arasında, onu
savaşla özdeş görenler vardı. Yazık ki, incelikler peygamberinin
adını anarak kabalık edenler vardı. Yazık ki, o kudsî nebînin
güzelim sünneti adına o sünnetin güzelliğine uymayan yaklaşımlar
sergileyen insanlar vardı. Yolda beride, kitaplar arasında,
gazete sütunlarında, televizyon ekranlarında, şu veya bu ortamda
gördüğüm öyle tablolar vardı ki, İslâm’ın gereği olmadığı halde
İslâm adına yapılıyor, İslâm adına yapıldığı için de birilerini
İslâm’a karşı mesafeli kılıyordu. Öyle şeyler vardı ki,
peygamberin hayatından alınmadığı halde peygamber adına
yapılıyor, peygamber adına yapıldığı için de itiraz oklarının
peygamberi hedef seçmesine sebep oluyordu.
Bunun o derece çok örneği vardı ki...
Meselâ, üzerine çiş yapan torununu onun kucağından alıp da “Sen
nasıl Resûlullah’ın üstüne çiş yaparsın?” diye pataklamaya
kalkışan Ümmü Fadl’ı durdurup “Çocuk bu, yapar” yumuşaklığında
bir itirazla torununun fiske yemesine engel olan bir Peygamberin
ümmetinden olup, ikide bir çocuk pataklamayı sünnet sanan insan
sayısı az mıydı sahi?
Kucağında torunları olduğu halde namaza duran, o secdede iken
torunu sırtına bindiği için secdesini uzatan, çocuğa müdahale
edenlere ise, namazını bitirdikten sonra “Bırakın, çocuk
hevesini almış olsun” rahatlığında yaklaşan bir peygamberin
ümmeti olarak, küçük çocuklarımızla camilere gittiğimizde hep
duyageldiğimiz azar işitme tedirginliği nedendi? Neden birileri,
biz Peygamberin çocuklardan esirgemediği bir hal içinde namaz
kılarken namazımızın selameti adına çocuklarımızı ellerimizden
almaya, ürkütücü seslerle onlara ‘in aşağı’ uyarıları yapmaya,
‘dur-sus!’ ikazlarıyla ortalıkta dolaşmaya mecbur biliyorlardı
kendilerini?
Mescidde kıldığı namazlarda bir çocuk ağlaması duyduğunda namazı
kısa kıldırmayı itiyad edinen; evinde namaz kılıyorken yine
duyduğu bir çocuk ağlaması üzerine namazını kısa kesip, ev
halkına çocuk ağladığı halde ağlamasına cevap vermedikleri için
serzenişte bulunarak, “Onların ağlamalarının beni üzdüğünü
bilmiyor musunuz?” diyen bir peygamberin ümmetinden olup, üç
yaşındaki çocuklara ‘nefis terbiyesi’ uygulamaya kalkıp onları
saatlarce ağlatanlar neyin nesiydi?
Hem, zamane insanların asla yetişemediği bir diş temizliğini
hayatı boyu sergilemiş Hz. Peygamberin bu iş için kullandığı
misvağı herkesin gözü önünde dişlerimizi göstere göstere
ağzımızda gezdirirken, ‘diş temizliği’ gibi bir peygamber
inceliğini milletin önünde dişini gösterme kabalığıyla
birleştirmiş olmuyor muyduk? Hz. Peygamberin yolunu yol
edindiğimizi gösterir bir alâmeti, bir izi, bir şeâiri
üzerimizde taşır halde dolaşıp, aynı zamanda o kudsî peygamberin
zıddına gerine gerine yürümek, sümkürüp yere tükürmek, yüksek
sesle ve kaba kelimelerle konuşmak, olmaması gerektiği halde
olagelen şeyler değil miydi?
Aynı şekilde, yüzünde namaz izi gözüken bir insanın dünyalık
işindeki üç kuruşluk bir menfaat için yalan söylemesi,
dindarlığıyla tanınan bir insanın israfın bin türlüsüyle yüklü
şatafatlı düğünlere yeltenmesi, başörtülü bir hanımın otobüsün
ortasında çocuğunu eşek sudan gelircesine dövmesi, dindarâne bir
görüntü içindeki bir ailenin fertlerinin yol ortasında
birbirlerine kaba kelimelerle hitap edip kavgaya girişmesi..
bunlar ve benzerleri, dindar insanların hepsine teşmil edilmesi
mümkün olmayan tablolardı elbette. Dahası, çoğuna, hatta
birazına teşmil edilmesi bile mümkün olmayan, ancak azın da
azının sergilediği tablolardı. Ne var ki, böylesi tabloların
‘algının seçiciliği’ne kötü niyet bulayanların barış dinini
savaş, aydınlık bir medeniyeti karanlık, incelikler peygamberini
kabalık ile anmaları için birer malzeme teşkil ettiği de
aşikârdı.
* * *
Peygamber aleyhisselamdan alınmış nice
incelik dersine sırtını dönüp yalnızca böylesi malzemeleri
devşirenler de masum değildiler elbette. Değildiler ve
olamazlardı. Çünkü, iki müthiş haksızlığı ihtiyar ediyorlardı.
Haksızlığın ilk veçhesi, yalnızca ‘kötü örnekler’ üzerinde
durup, iyi örnekleri gözardı etme alışkanlıklarıyla ilgiliydi.
Fakülte yıllarında, ‘para politikası’ dersinde iş ‘faizler’e
geldiğinde yüzümdeki tebessümden bir anlam çıkarıp benim
şahsımda sınıfa ‘bizim sokakta bir market var, sahibi hacı ama,
bir görseniz adamı...” faslına başlayan, sonra hepimizin belki
bin milyon kez duyduğu sözleri bir kez daha tekrarlayan bir
hocama o vesileyle söylediğim bir sözü, hayatım boyu hatırlamama
sebep olan bir durumdu bu. “Bu özellikte hacıların var
olabildiğini ben de biliyorum hocam” demiştim kendisine. “Fakat
merak ediyorum: Neden size hep böyle hacılar rast geliyor?”
Elbette, yalnızca böylesi örnekler rast gelmiyordu. Hatta,
böylesi örnekler, çoğunlukta değil, azınlıktaydı. Öteki
türlüsünü, daha fazlasını görmeyenler, bu bakımdan, masum
değillerdi. Ama, sergiledikleri birtakım davranışlar yüzünden
temsil ettikleri bu güzelim dinin güzelliğine ve safiyetine leke
getiren insanların da bu sonuçta ciddi katkıları vardı.
Bu durumdaki kişilerin yanlışlarını, temsil ettikleri dinin
doğrularına saldırı için bahane edinenler, bir haksızlığı da
işte bu şekilde gerçekleştirmiş oluyorlardı. Kötü örneklerden
hareketle iyi örnekleri lekelemek bir büyük haksızlık olduğu
gibi, iyi örneklerin iyiliğinde pay sahibi olduğu halde kötü
örneklerin kötülüğünde payı olmayan bir dini suçlu makamına
oturtmak feci bir haksızlık, dehşetli bir vicdansızlık, yürek
sızlatan bir insafsızlıktı.
* * *
Öyle ya da böyle, tablo ortadaydı: bir yanda
o güzelim dinin güzel peygamberi ve o peygamberi örnek alıp
işini ve hayatını güzel eyleyen güzel insanlar, beri yanda o
peygamberi güzelce örnek alamayıp kabalık ve yanlışlıklar
sergileyen insanlar, karşı tarafta ise o insanların kabalığını
güzel insanlara güzellikler öğreten güzel peygamberin tebliğ
ettiği güzelim dine sırtını çevirme, hatta bu dine hücum etme
gerekçesi kılanlar...
Bu tablo içerisinde, herşeye rağmen, bir çıkış yolu vardı.
Üstelik öyle kolay bir yoldu ki bu, iyiniyet taşıyan hiçbir
kimse uygulamakta asla zorlanmazdı.
Bu yolda, bir kere, İslâm adına yapılan ama asla İslâm’ın malı
olmayan kabalıkları İslâm’a yakıştıranlar, dindar insanların
İslâm adına yaptıkları ama İslâm’ın malı olmayan yanlışlar
üzerinden İslâm’a küsmek veya hatta saldırmak yerine, onlara
İslâm’ın doğrularını hatırlatma durumundaydı. Meselâ, yalan
söyleyen bir dindarın bu yanlışından dolayı yalanı yasaklayan
İslâm’a küsmek veya saldırmak yerine, “Yalan söylemeyi
yasaklayan bir dine mensup olduğun halde yalan söylüyor olman
sana yakışmıyor” diyebilmeli; dindar bir kişiden kaba bir
davranış gördüklerinde, o insana mensup olduğu dinin
peygamberinin inceliğini hatırlatabilmeliydiler.
Böyle yapmaya daha ehil ve daha mecbur olanlar ise, bu dini
güzelce yaşamaya çalışan kişiler idi. Onlar da, İslâm adına
İslâm’ın malı olmayan kabalıklar sergileyen iman kardeşlerine
İslâm’ın malı olan incelikleri bildirmeli; hem, bu inceliklerden
yalnızca onları değil, kendisini İslâm’ın dışında gören kişileri
de haberdar etmeliydiler.
İslâm adına İslâm’ın malı olmayan kabalıkları sergileyenlerin
ise, ciddi bir özeleştiriye; “Dindar bir kişi olarak yaptığım bu
hareket gerçekten dinimin özüne uyuyor mu?” sorusunun izini
sürmeye ihtiyaçları vardı. Bunun da yanısıra, dini yorumlama ve
uygulama biçimlerini sünnetin ve hikmetin ışığında bir daha
tartıp değerlendirmeleri şarttı.
Bütün bunların her kesimden insan tarafından başarılması için
ise, öncelikle, bir bilgilenme hamlesi ve gayreti gerekiyordu.
İslâm’ın malı olan ile olmayanı, keza İslâm’a ait doğru bir ölçü
ile o ölçünün yanlış yorumunu, dahası doğru bir ölçünün doğru
yorumu ile o yorumun yanlış uygulamasını ayırma, ve bunun da
beraberinde, hangi doğrunun hangi yerde hangi şekilde
uygulanacağını bilme imkânı veren bir bilgilenme...
Bu bilgilenmenin merkezinde ise, görebildiğim kadarıyla,
Kur’ân’ın ‘en güzel örnek’ diye gösterdiği; yine Kur’ân’ın
tarifiyle, ‘kendi hevasından konuşmayan,’ ‘âlemler için rahmet,’
‘insanları Allah yoluna çağırıcı,’ ‘ışık saçan bir kandil’
olarak Hz. Peygamberin hayatı ve şahsiyeti vardı. O ki, onun
için, “Allah’ın sizi sevmesini istiyorsanız, O’nun Habibine uyun
ki, Allah da sizi sevsin” ölçüsünü getiriyordu Kur’ân.
* * *
Bu bilgilenme sürecinde benim dikkatimi en
ziyade çeken husus, Hz. Peygamberin şahsında insaniyet-İslâmiyet
denkliğini keşfetmem idi. Yakın zamanda yaşamış bir büyük
düşünürün, İslâmiyeti neden ‘insaniyet-i kübra’ olarak tarif
ettiğini, Hz. Peygamberin şahsında, net bir biçimde kavrama
imkânı buluyordunuz. O, kelimenin tam anlamıyla ‘insan’dı. Bir
insan nasıl olur, insan insanlığını nasıl gerçekleştirir, insan
insan olarak ona verilmiş yetenek ve özellikleri nerede nasıl
kullanır ve ne şekilde geliştirir gibi soruların cevabı onun
hayatında, özünde, sözünde apaçık vardı.
Onun hayatını ve sözlerini okurken, kişinin islâmiyeti onun
insaniyetinin gelişmişliği nisbetinde gelişir dersini almıştım
açıkçası... Kaba bir insan ama mükemmel bir müslüman olmak;
insaniyeti geri, İslâmiyeti ileri
olmak, anladığım kadarıyla, mümkün değildi. Bizatihî Peygamberin
“Sizin Cahiliye döneminde en hayırlılarınız, hakkı kabul ve
teslim ettikten sonra, İslâm döneminde de en hayırlılarınızdır”
derken dikkat çektiği üzere, ‘islâm’ olarak en hayırlı olabilme
potansiyeli, ‘insan’ olarak en hayırlı olana aitti.
Onun “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez” hadisi
de, kişinin insaniyetinin gelişmişliği nisbetinin islâmiyetinin
gelişme kaydedeceğine dair bir hatırlatma hükmündeydi. “Allah,
merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler
yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semada bulunanlar da
size rahmet etsinler” hadisi, bir başka örneğiydi bunun. “Allah
yumuşaklıkla muamele edendir, yumuşak huyluluğu sever ve yumuşak
huyluluğa karşılık olarak verdiğini başka hiçbir şeyle vermez”
hadisi de... Aynı şekilde, “Allahu Teâlâ güzeldir, güzel olanı
sever; temizdir, temizliği sever; kerîmdir, keremi sever;
cömerttir, cömertliği sever” gibi, “İnsanlara merhamet etmeyene
Allah rahmette bulunmaz” gibi hadisler de, insaniyet-İslâmiyet
denkliğine dikkat çekmekteydi.
* * *
Yine de, güzel peygamberin (a.s.m.) hayatını
okurken ondaki inceliğin farkına varmamı sağlayan en önemli
husus, insaniyet-İslâmiyet denkliğini gösteren nebevî söz ve
tavırlardan ziyade, onun ayrıntılardaki hassasiyeti idi. Onun
ashabına yaptığı, “Sizden biri bir meclis veya bir çarşıdan
geçerken elinde ok bulunduğu takdirde, okun demir kısmını
tutsun, onunla bir müslümanı yaralamasın” ikazı, bunun bir
örneğiydi. Hz. Peygamber, benzer şekilde, bir insanın elindeki
kılıcı veya bıçağı kabzasını kendi elinde tutar, keskin kısmını
muhatabına uzatır şekilde tutmasını hoş görmeyip yasaklamıştı.
Diğer taraftan, gencecik yaşında Peygamberden incelik dersi
almış bir sahabinin, Abdullah b. Ömer’in bildirdiği üzere,
“Resûlullah aleyhissalatu vesselam kişinin arkadaşlarından izin
almadan iki hurmayı birlikte yemesini yasaklamıştı.”
Başkalarının hukukuna saygı noktasında, ancak bu kadar incelir
ve çevresini bu kadar inceltir idi insan.
Oysa, onun ayrıntılardaki inceliği, bu kadarla sınırlı değildi.
O ki, yemeğe davetli olduğu bir eve giderken, davetli olmadığı
halde onlarla birlikte gelen bir insanı izinsizce içeri almak
yerine, ev sahibinin iznini ve rızasını alma yolunu seçmiş; “Ben
Resûlullah’ım! Yanımdaki kişiyi de elbette buyur etmesi gerek”
gibi bir tavra asla girmemişti.
O ki, birçok hadisin belgelediği üzere, evinde veya dışarıda,
hiçbir vakit herhangi bir yemek aleyhine lâf etmemişti. “İştah
duyduğu bir yemek ise yer, hoşuna gitmeyen bir yemek ise
terkederdi.”
O ki, “Biriniz için hizmetçisi yemeğini yapıp getirince, o,
yemeğin sıcaklığını ve kokusunu almış, canı çekmiştir. Öyleyse,
yanına oturtup onunla birlikte yesin. Eğer yemek az ise, hiç
olmazsa eline bir veya birkaç lokmalık koysun” inceliğini
ashabına öğretmişti.
O ki, Allah Resûlünün önüne sirke ve ekmekten başka birşey
koyamayışına üzülen fakir bir ev sahibini şu sözlerle
sevindirmişti: “Sirke ne iyi katık! Sirke ne iyi katık! Sirke ne
iyi katık!”
Böylesi davranışlar, küçük olaylara, ayrıntılara dair idi elbet.
Bu kadar inceliği gereksiz görenler de çıkabilirdi. Ama o,
incelikler peygamberiydi ve her zaman inceydi. Ve onun
nazarında, küçük olaylar, hiç de küçük olmayan olaylardı. O,
“Ameller kap gibidir. En aşağısı güzelse en yukarısı da güzel
olur; en aşağısı bozulursa en üstü de bozulur” buyuran güzeller
güzeli değil miydi?
* * *
Onun hayatını okurken, insan her karede ayrı
bir incelikle karşılaşıyordu. Onu tanıma bahtiyarlığına kavuşmuş
insanların şahitlikleri, bu inceliklere dair birer nümuneydi.
Onlardan biriydi Enes. On yaşında tanıdığı Peygamberle on
senelik beraberliğini şöyle tarif etmedeydi: “Resûlullah’a tam
on sene hizmet ettim. Bana bir defa bile, ‘Öf!’ demedi. Yaptığım
birşeyden dolayı ‘Niye böyle yaptın?’ diye azarlamadığı gibi,
yapmadığım birşey sebebiyle ‘Şöyle yapsan olmaz mıydı?’ da
demedi.”
Geçici bir süre için Hz. Peygamber’in yanına gelen bir grup
gençten biri olarak Malik b. Huveyris de, yirmi günlük bu
beraberlik esnasında ruh dünyasına bir dizi nebevî inceliği
sindirenlerdendi. Ki, onun için en manidarı, beraberliğin final
sahnesiydi: “Biz, aynı yaşlarda bir grup genç, Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm’a gelmiş ve yirmi gün boyunca yanında
kalmıştık. Resûlullah çok merhametli ve şefkat dolu bir
kimseydi. Yakınlarımızı özlediğimizi anlayınca, geride
ailemizden kimleri bıraktığımızı sordu. Biz de kendisine
söyledik. O zaman şöyle buyurdu: ‘Haydi ailenizin yanına dönün
ve onların yanında kalarak kendilerini bilgilendirin...”
Abdullah b. Büsr ise, en ziyade, bir yemek esnasında sergilediği
tevazuyla hatırlıyordu Hz. Peygamberi: “Peygamberin (a.s.m.),
dört kişinin taşıyabildiği bir yemek kabı vardı. Kuşluk vakti
girip kuşluk namazı da kılındıktan sonra, içinde tirit bulunan
bu yemek kabını getirdiler. Ashab-ı kiram yemek için kabın
etrafına toplandı. Sahabiler çoğalınca, Resûlullah (a.s.m.) diz
çöktü. Bunu gören bir bedevî, [küçümser bir edayla] ‘Bu nasıl
oturuş?’ diye sordu. Resûlullah, ‘Allah beni mütevazi bir kul
olarak yarattı. Kibirli, kasılan biri yapmadı’ diye cevap
verdi.”
Ebu Musa el-Eş’arî için ise, Hayber seferinde aldığı bir incelik
dersi unutulur gibi değildi: “Bir sefere çıkmıştık. Halk [yolda
bir ara] yüksek sesle tekbir getirmeye başladı. Bunun üzerine,
Hz. Peygamber ‘Nefislerinize karşı merhametli olun. Zira sizler,
sağır birisine hitap etmiyorsunuz, muhatabınız gaip de değil.
Sizler gören, işiten, nerede olsanız sizinle olan bir Zât’a
hitap ediyorsunuz. Dua ettiğiniz Zât, her birinize, bineğinin
boynundan daha yakındır’ dedi.”
Onun bir başka seferde sergilediği bir diğer incelik de, önce
sahabilerin zihnine, sonra hadis ve siyer kitaplarına yazılarak
bugünlere gelmişti. Hudeybiye seferinde, kurbanlar kesildiğinde,
uzaktan, et istemek üzere o tarafa doğru gelen dilencileri
görmüştü Hz. Peygamber. Hiç ses etmeden dursa bile, o insanlar
beş-on dakika sonra zaten yanlarına geleceklerdi. Ama o, bir
insanın izzetiyle ikram görmek yerine, zilletle dilenmesine razı
olmadığı için, kendisi onlara seslenmeyi tercih etmişti:
“Buyrun, alın etlerimizden...”
* * *
Bunlar, onun bir incelikler peygamberi olarak
ashabının şahsında bütün mü’minlere ders verdiği inceliklerin
birkaç örneğiydi yalnızca. Bu dersleri kendi dünyasında biraraya
getirmeye çalışan bir sahabi bir bütün olarak onun inceliklerini
saymaya başladığında ise, sayfalar boyu uzayıp giden bir anlatım
gerekmekteydi. Hz. Peygamberin ahlâkının Hz. Ali’nin ağzından
anlatıldığı hadis, bunun bir deliliydi. Aşağıdaki tarifler, bu
upuzun hadisten sadece küçük bir kısım idi:
“. . . Yumuşak huylu idi. Merhameti, bağışlaması boldu. Katı
kalbli değildi. Hiç kimseyle çekişmezdi. Hiç bağırıp çağırmaz,
kötü söz söylemezdi. Hiç kimseyi ayıplamazdı. Pinti ve cimri
değildi. Hoşlanmadığı şeye göz yumardı. Umanı umutsuzluğa
düşürmezdi. Birşey hakkındaki hoşnutsuzluğunu açığa vurmazdı. .
. . Hiçbir kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından kınamaz,
ayıplamazdı. Hiç kimsenin ayıp ve kusurunu araştırmazdı. Hiç
kimseye hakkında sevaplı ve hayırlı olmayan sözü söylemezdi. . .
. Mecliste yerlerden bir yeri kendisine belirlemez, böyle
yapmayı men ederdi. Nerede olursa olsun, oturan bir cemaatin
yanına vardığı zaman üst başa geçmez, meclisin sonuna oturur ve
böyle yapmalarını Müslümanlara da emrederdi. Kendisiyle birlikte
oturan herkese nasibini verir, öyle ikram ederdi ki, herkes
Resûlullah katında kendisinden daha mükerrem bir kimse yok
sanırdı. Kendisiyle oturan veya gelip hâcetini arzeden kimsenin
herşeyine, dönüp gidinceye kadar katlanırdı. Bir kimse,
kendisinden bir hâcette, istekte bulununca, onu reddetmez,
verir, yahut tatlı ve yumuşak bir dille geri çevirirdi. Onun
döşeği ve güzel ahlâkı, bütün insanları içine alacak kadar
genişti. Onlara şefkatli bir baba olmuştu. . .”
Hanımı Hz. Hatice’nin oğlu, kendisinin ise üvey oğlu olan Hind
b. Ebi Hâle ise, yine sadece bir kısmını aktardığımız bir diğer
uzun hadiste, şu incelikleriyle anlatıyordu onu:
“Birisiyle karşılaştığı zaman, önce kendisi selam verirdi.
Resûlullah aleyhisselam daima düşünceli idi. Susması,
konuşmasından uzun sürerdi. Lüzumsuz yere konuşmazdı. Kimsenin
gönlünü kırmaz, kimseyi hor görmezdi. Kendi şahsı için asla
kızmaz ve öç almazdı. Kızdığı zaman, kızgınlıktan hemen vazgeçer
ve kızgınlığını belli etmezdi. En ufak nimete bile saygı
gösterir, hiçbir nimeti yermezdi.”
Onun ahlâkı kendisine sorulduğunda “O Kur’ân’la ahlâklanmıştı”
gibi kısa ama Kur’ân sayfaları kadar geniş ve derin bir cevap
veren Hz. Âişe validemiz, şu ifadeleri de kullanıyordu onun
için:
“İnsanların en güzel ahlâklısı idi. Hiçbir çirkin söz söylemez
ve hiçbir çirkin harekete tenezzül etmezdi. Çarşı ve pazarlarda
bağırıp çağırmaz, kötülüğü kötülükle karşılamazdı. Fakat,
affeder ve bağışlardı. İnsanların en nâziği, en iyi huylusu ve
en güleç yüzlüsü idi. Allah yolunda cihad dışında ne bir
hizmetçiye, ne bir cariyeye, ne de bir kimseye el kaldırmış,
vurmuştur.”
* * *
Onun bu dikkat ve rikkati, yalnız insanlarla
sınırlı kalmayıp, sair canlıları da kuşatmış haldeydi. Onun sair
canlılara yönelik bu şefkati, diğer bir açıdan, ondaki inceliğin
‘desinler’ diye sergilenen bir incelik olmadığının da
göstergesiydi.
Hz. Âişe, henüz binmeye alıştırılmamış bir deveyi hediye olarak
kendisine verdiğinde devenin binmeye sertlikle alıştırılmaması
için yaptığı şu uyarıyı hiç unutmamıştı: “Ey Âişe! Yumuşak
huyluluk birşeye girdi mi, onu mutlaka tezyin eder. Birşeyden de
çıkarıldı mı, onu mutlaka kusurlu kılar.” Ashabı ise, Allah’ın
kullarına yumuşaklıkla muamele ettiğini hatırlatan bir cümleyle
başlayan benzer bir ikazın ardından, onun, “Madem öyle, bu dili
olmayan hayvanlara bindiğiniz zaman, bunlara konaklama
yerlerinde mola verin” buyurduğunu hatırlıyordu. Bir başka
vesileyle, “Konuşamayan bu hayvanlar hakkında Allah’tan korkun!”
buyurduğunu da...
Bir sefere gidenlere yönelik şu öğüdü ise, ‘incelikler
peygamberi’nin nasıl ‘rahmeten lil-âlemîn’ olduğunun bir
belgesiydi: “Münbit yerde sefer yaptığınız zaman, deveye arzdaki
hissesini verin. Çorak yerde sefer yaptığınız zaman da, orada
yürümeyi hızlandırın ki, ilikleri kurumasın. Mola verdiğiniz
zaman, yolun üzerinde konaklamaktan sakının; çünkü orası
geceleyin haşeratın sığınağıdır.”
Şu olay ise, onun insanlardan öte hayvanlara da yönelen
şefkatinin bir zirvesi hükmündeydi:
Medine’de, çoğu gündüz vakti yaptığı gibi, hurmalıklar arasında
istirahat ve tefekkür için, Ensârdan bir zâtın bahçesine
girmişti Hz. Peygamber. Girdiği hurmalıkta bulunan bir deve,
Resûlullah’ı görünce inleyecek, ve bir insan ağlayışına benzer
şekilde gözlerinden yaşlar akacaktı. Deveye yaklaşan,
gözyaşlarını silen, okşayıp hayvanı sakinleştiren Peygamber,
devenin sahibini bulduktan sonra, şöyle diyecekti: “Allah’ın
sana mülk kıldığı bu deve hakkında Allah’tan korkmuyor musun?
Bak, bu bana şikayette bulundu. Sen bunu acıktırıyor ve fazla
çalıştırarak da yoruyormuşsun.”
* * *
O böyle bir peygamberdi işte. Eziyet görmüş
bir devenin gözyaşlarını silen bir rahmet peygamberiydi.
Kendisine alıştırdığı küçük kuşun ölümü üzerine üzülüp içine ve
evine kapanan bir çocuğu taziyeye giden bir incelik
peygamberiydi.
Ve daha da önemlisi, kendi hayatında sergilediği böylesi bütün
inceliklere karşılık, “Sözde ve işte ince eleyip sık dokuyanlar
helâk oldular” sözü de ona aitti. Dahası, ilgili hadisede Hz.
Peygamber bu sözü üç defa tekrarlamıştı. Kendisinin o müthiş
inceliğine karşılık, insanların eksik kusurunu araştırmamış,
başkalarına karşı ince eleyip sık dokumamış, bilakis Uyeyne b.
Hısn gibi kabalığıyla şöhret bulmuş insanlara bile sabırla ve
tatlılıkla yaklaşmıştı. Bununla birlikte, sahabileri arasında
kabalığın fırsat ve zemin bulmasına imkân tanımamış; ancak,
gördüğü kaba ve yanlış davranışlar karşısında uyarısını, bir
incelikler peygamberine yakışır bir incelikle yapmıştı. O, güzel
bir davranıştan haberdar olduğunda bu fiilin sahibini ismini
anarak takdir eden; ama bir adam hakkında kendisine olumsuz
birşey ulaştığında, o kişinin ismini zikredip “Sen böyle böyle
demişsin” demek yerine ortaya konuşandı: “Şu kişilere ne oluyor
da şöyle şöyle söylüyorlar?”
Kendisine gelip, “Hizmetçimi ne kadar affedeyim?” diyen bir
sahabiye “Günde yetmiş kere affet!” diyen; kendisinden çok kısa
ama öz bir nasihat isteyen bir başka sahabiye “Öfkelenme!” gibi
son derece kritik bir tavsiyede bulunan; iki iş arasında
muhayyer bırakıldığında, helâl olduktan sonra, mutlaka en
kolayını tercih eden; “Kesenin ağzını sıkma, Allah da sana
sıkarak verir” gibi, “Fakirleri kollayıp gözetin” gibi, “Üç şey
vardır, bunlar kimde bulunursa, Allah onun üzerine himayesini
açar ve onu cennete koyar: zayıflara yumuşaklıkla muamele,
anne-babaya şefkat, kölelere ihsan” gibi hadislerle ashabını
infaka, ihsana, şefkate davet eden; vefatından önceki son
tavsiyesi, namaza devamın yanında, hanımlar, çocuklar ve
kölelere iyi davranma olan; mü’min kardeşine gösterdiği
tebessümün de bir sadaka hükmünde olduğunu duyuran; binlerce
cilt hadis kitabına kaydedilmiş her bir hadisiyle, mü’minlere
güzel ahlâkı, inceliği öğreten bir incelikler peygamberi olarak,
en büyük inceliği de, bütün bu incelikleri insanı en güzel
kıvamda yaratan Rabbinin ikramı bilmek sûretinde göstermişti o.
“Rabbim beni edeblendirdi; ne de güzel edeblendirdi!” buyurması,
ondaki edebin, ahlâkın, inceliğin bir şahikası hükmündeydi. “Ey
Allah’ım! Beni amellerin ve ahlâkın en iyisine sevket. Bunların
en iyisine Senden başka sevkedecek yoktur. Beni kötü amellerden
ve kötü ahlâktan koru. Bunların kötülerinden ancak Sen korursun”
duası da, bu noktada bir başka zirveyi temsil etmekteydi.
* * *
Sonuçta, onun gerek Rabbine, gerek insanlara,
gerek sair mahlukata karşı sergilediği incelikten ders alan
sahabiler, bir hadisinde onun kendilerinden istediği şekilde,
‘insanlar arasında, yüzdeki ben misali, birer güzellik timsali’
olmuşlardı. Ondan incelik dersi alan ‘vahşi ve âdetlerine
mutaassıp ve inatçı’ muhtelif kavimler, o kaba ve kötü
âdetlerini çabucak kaldırıp, kısa zamanda ahlâkın en güzeliyle
donanarak, dünyanın dört bir tarafına medeniyet, fazilet,
incelik ve nezaket taşımışlardı.
Bu incelikler, bir peygamber yadigârı olarak, şu veya bu
derecede, bugün de pek çok mü’minin hayatını süslüyor esasında.
Ama, bir bütün olarak mü’minler topluluğunun hayatında net bir
şekilde gözükmüyorsa, bunda çift taraflı bir zaafın rolü
bulunuyor. Bazıları, mü’minâne hayatlarda yalnız kabalık görmeye
ayarlı gözleriyle bu inceliklere gözünü kapatıyor; ama başka
bazıları da, incelikler peygamberinin ümmeti olduğu halde kendi
hayatını gereğince ve yeterince inceltmenin henüz uzağında
duruyor. Her iki sebeple, incelikler peygamberinin şahsında
insaniyet-İslâmiyet denkliği, nazarlardan gizleniyor.
Ancak, durum ümitsiz de değil. Yüzümüz ve yüreğimiz onun
getirdiği nura gereğince döndüğünde, aklımız ve kalbimiz
insaniyet-İslâmiyet denkliğini gereğince kavradığında,
hayatlarımız peygamber hediyesi inceliklerle donanacaktır
muhakkak.
Bunun için ise, öncelikle, onun hayatlarımıza sunduğu
inceliklerin farkında olmak gerekiyor. Ve elbette, bilmeden,
öğrenmeden, farkında olunmuyor.
O yüzden de, sanırım, “Benden birşey işitip onu işittiği şekilde
başkasına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü taze kılsın” hadisinin
kapsama alanına girmek gerekiyor.
Sanırım, bunu yapabildiğimizde, hem kendi hayatlarımız
incelecek, hem de “Kendisine ulaştırılan öyleleri vardır ki,
bizzat işitenden daha iyi kavrar” hadisini bir kez daha
doğrulayan incelik tabloları çevremizi süsleyecek.
Öyleyse, haydi bismillah!
Metin
Karabaşoğlu
Geri dön