İSLAM'DA KADIN ve ÖZEL HALLERİ

 

 İÇİNDEKİLER

www.hicretonline.com

    BAŞLARKEN  
  Varlık Âlemi
Âlem Ne Zaman ve Nasıl Yaratılmıştır?
Melek, Cin, İnsan ve Hayvan
KADIN
Hindistan'da
Tevrat'ta
İtalya'da
Fransa'da
İngiltere'de
Arap Yarım Adasına Gelince
İslam'da
Meşhur Kadınlar
1-Sare Hanım
2- Hacer Hanım
3-Asiye Hanım
4- Zeliha Hanım
5- Belkis Hanım
6- Hazreti Meryem
7- Hazreti Amine
8- Hazreti Hatice
Bu Ümmet Arasında Yetişen Faziletli Hanımlar
9- Hazreti Ayşe
10-Hazreti Fatıma
11- Rabia Hatun
12-Fıdda(Fızza)
13- Üç Gencin Annesi
Şehid ve Mucahid Kadınlar
14- Sümeyye Hatun
15- Nesibe Hatun
16- Ümm-i Haram
17-Nine Hatun
18-Kara Fatma
Hikmet Konuşan Kadınlar
19-Harka Hanım
20- Hansa Hanım
21- Harise Kızı Emame
22-Zübeyde Hanım
Evlilik ve Nikâh
İslam'da Evliliğin Manası
Nikâh Öncesi
İslam'da Çocuk Terbiyesi
Doğum Öncesi
Doğum Sonrası
Akika Kurbanı
Çocuğun Beslenmesi ve Öğretimi
Mehir
Nikâh Merasimi
Nikâh Akdi
Nikâhın Faydaları
Karı-Koca Arasındaki Münasebetler
Kadın Kocasına Karşı Nasıl Olmalı?
Kadının Kocası Üzerindeki Hakları
Birkaç Şüpheye Cevap
Talak (Boşanma)
İddet
Çok Kadınla Evlenme Meselesi
 
    Erkekler Yönünden  
  Kadınlar Yönünden
Miras Meselesi
Tesettür (Örtünme) Meselesi
Hülle Meselesi
Kadınların Özel Halleri
Cünüplük Ne Demektir?
Hayız
Adet
İki Kan Arasındaki Tuhur
Kan Kesildikten Sonra Cima
Nifas Kanı (Lohusa Kanı)
Adet
İstihaze (Özür) Kanı
Hayız ve Lohusa Olan Kadına Haram Olan Şeyler
1. Namaz
2. Oruç
3. Tavaf
4. Camiye Girmek
5. Kur'an Okumak
6. Kur'an Ayetlerine Dokunmak
7. Cinsî Münasebet
Hikmet Nedir
Gusül (Boy Abdesti)
Çeşitli Meseleler
Peygamberimiz'in Veda Hutbesi
 

بسم الله الرحمن الرحيم 

 

BAŞLARKEN


   Varlık âlemi:
   Âlem demek, Allah'tan başka her şeyin bütünü demektir. ,,Kâinat" kelimesi de aynı manadadır. ,,Âlem" veya ,,kâinat" denince; canlı-cansız, aşağıdakiler-yukarıdakiler, her şey içine girer ve mahlukatın hepsini içine alır. Ve her şeyiyle âlem, sonradan olmadır, sonradan yaratılmıştır. Bir zaman vardı ki, âlemden eser yoktu, hiç bir şey yoktu; ne canlı ne de cansız, ne yer ne de gök, hiç bir şey...Yalnız Allahü Azimüşşan vardı.
   Allah; kendisi bilinsin, kendisine kulluk edilsin diye, varlık âlemini yarattı. Canlıları ve bu arada melek, cin ve insan gibi sorumluları meydana getirdi. Yüce Mevlâm'ız, bu gerçeği Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatır:
   ,,Ben cinleri ve insanları da başka bir iş için değil, (beni bilmeleri ve) bana kul olmaları için yarattım."Zariyat,56

   Âlem ne zaman ve nasıl yaratılmıştır?
  
Bu soruya kesin ve net cevap vermek bizim için mümkün değildir. Bu âlemin, her şeyiyle sonradan olduğuna, sonradan yaratıldığına dair ayet ve hadislerin sayısı çoktur. Fakat ne zaman ve ne şekilde yaratıldığına, yaratılırken ne gibi safhalar ve devirler geçirdiğine dair rakam vermek, kesin konuşmak mümkün olmaz. Bu hususlara dair ayetler de yok değildir, vardır. Ancak bu ayetlerin manaları o kadar derin ve engindir ki, kesin bir surette açıklamak bugün için kolay değildir. Belki, bu kabil ayetleri zaman tefsir edecektir.

   Melek
  Varlık âleminde melek, cin, insan ve hayvan adları altında debelenen, hareket eden birtakım canlı varlıklar vardır. Melekler nuranî varlıklardır, nurdan yaratılmışlardır. Onlarda erkeklik ve dişilik düşünülemez. Yemezler ve içmezler. Sayıları o kadar çoktur ki, orasını ancak Allah bilir. Kendilerinden günah meydana gelmez; itaatkâr ve şerefli varlıklardır. Kendilerine verilen her vazifeyi hakkıyla yerine getirirler.
   Cinler narî varlıklardır, nardan yaratılmışlardır. Asıl mayaları, hamur ve çamurları ateştir. Yaratılış tarihleri insanlardan öncedir. Kur'an-ı Kerim bu gerçeği şöyle anlatır:
   ,,Cin taifesini de evvelce dumansız ateşten yaratmıştık." Hicr, 27
   Cinler; insanlar gibi yerler, içerler, yaşar ve ölürler. Bir kısmı müslümandır, bir kısmı da kâfirdir. Şeytanlar ise tamamen kâfirdirler. Onların içinde müslüman olanları yoktur. Onlar İblisin öleceği güne kadar yaşarlar. Kuvvetli bir görüşe göre, şeytanlar da bir nev'i cinlerden sayılmaktadırlar.
   Sonra hayvanlar, daha sonra da insanlar yaratılmıştır. Hayvanların nasıl ve neden yaratıldıklarına dair elimizde kesin delil yoktur, bilemiyoruz. Fakat, insanların neden ve nasıl yaratıldıklarını biliyoruz. Şöyle ki:
   Allahü Teala, gökleri ve yeri yarattıktan sonra meleklerden bir bölük yaratmıştır. Bu arada cin taifesini de yaratmıştır. Adem {a.s.) insanların babası olduğu gibi, ,,Can" da cin taifesinin babasıdır. Adem (a.s.) topraktan, Can ise ateşten yaratılmıştır. Rivayete göre Cenab-ı Hak, melekleri göklerde, cinleri de yeryüzünde iskân etmiştir, yerleştirmiştir. Cinler rahat durmadılar; birbirlerini çekemez oldular. Aralarında kavgalar, gürültüler koptu. Katil ve cinayetler oldu. Bunları terbiye etmek, cezalandırmak gerekiyordu.
   Bunun üzerine Cenab-ı Hakk, gökten melekler gönderdi. Meleklerin başında da İblis bulunuyordu. Azgınlaşan cinleri cezalandırdılar, onları sağa-sola sürdüler. Allah İblis’e yeryüzünün saltanatnı da verdi. Gökyüzünün saltanatını da vermişti. Cennetin  idaresi de İblis'te idi. İblis aynı zamanda melekterin başkanı ve ilimce de onlardan ileri idi. İbadetini bazen yeryüzünde, bazen de gökyüzünde bazen de cennette yapardı. Ayak bastığı yer yoktur ki, orada Allah'a secde etmemiş olsun!.     İşte bütün bunlar kendisinde kibir ve gurur meydana getirdi, kendisini beğendi, böbürlendi ve kabardı. Ve şöyle dedi: ,,Ben ne kadar üstün ve ne kadar şerefli bir varlığım ki, bütün bu yüksek makam ve mevkiler bana verilmiştir. Ben bütün meleklerden de üstünüm!.."
   İlahî adalet yerini buldu, elinden her şey alındı, kibir ve gururunun cezasını buldu. Çünkü Cenab-ı Hakk, kendisini beğenenleri kolay kolay affetmez. Bir kuluna verdiği nimeti, o kul kendisine, kendi üstünlüğüne mal ederse, Allah, o nimeti onun elinden alır ve üzerinde bulunduğu halini değiştirir. Allah'ın adeti böyledir. Kur'an'-ı Kerim'de Cenab-ı Hakk bu adetini ilan etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
   ,,Bir millet, üzerinde bulundukları hali değiştirmedikçe (niyetlerini bozup kendileri bozulmadıkça) Allah, onların halini değiştirmez (verdiğini ellerinden almaz)." Enfal, 53 Bir hadis-i şerif de mealen şöyledir:
   ,,Allah için alçak gönüllü olanları Allah, derece derece yüceltir, yükseklerin yükseğine çıkarır. Kibirlenenleri de derece derece indirir, tâ esfel-i safiline kadar alçaltır." İbn-i Mace, Ez-Zühd

Allah'ın adaleti İblis'i affetmedi. Artık rütbesini sökme, başkanlık koltuğundan düşürme, kibir ve gururunun cezasını verme zamanı gelmişti. İşte bu zamanda Cenab-ı Hakk, İblis'e ve beraberindeki meleklere hitaben şöyle buyurdu:

   "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım!" (O sizin yerinize geçecek, benim halifem olacak, benim adıma icraatta bulunacak, dünya işlerini yürütecek). İblis ve mahiyeti buna şu karşılığı verdiler: ,,Ya Rabb'i nasıl olur? Fesat çıkaranlar, kan dökenler halifeliğe lâyık mıdır? Böylelerini halife mi tayin edeceksin?!. Biz ise Seni tesbih ediyor, Seni takdis ediyoruz!" Bunun üzerine Allahü Teala şu cevabı verdi: ,,Sizin bilmediğiniz hikmet ve maslahatı ben bilirim!"
  
Sonra her şeye kadir olan ve herşeyi hakkıyla bilen Yüce Allah, ilk insan Hz. Adem'i ruhiyle, bedeniyle yarattı. Bedenini topraktan, toprağın geçirdiği safhalardan yarattı ve mahiyetini bilemediğimiz ruh denen unsuru da Adem'in bedenine üfleyerek ayağa kaldırdı ve harekete geçirdi. Bu suretle ilk insan yaratılmış, halife tayin edilmiş oldu. Artık herkesin, onun halifeliğini, büyüklüğünü tanıması, kabul etmesi, hürmet ve tazimde bulunması zamanı gelmişti. Yüce Allah, İblis de içlerinde bulunmak üzere, meleklere şöyle bir emir verdi:
   „Adem'e secde edin!",
yani onun halifeliğini, onun büyüklüğünü tanıyın. O, sizin de büyüğünüzdür, efendinizdir. O, sizden daha âlimdir, sizin bilemediğinizi o bilir.
   Meleklerin hepsi, yüce Allah'ın bu yüce emrine uyarak secdeye vardılar. Adem (a.s.)'ın halifeliğini kabul ve tasdik ettiler, O'na lazım gelen saygıyı gösterdiler. Fakat İblis bir türlü yanaşmadı, gurur ve kibirini yenemedi. Herkes secdeye giderken o, dimdik ayakta kaldı. Şeytanlığını gösterdi ve şeytanlaştı. Varlık âleminde yüce Allah'ın yüce emrine karşı ilk isyan bayrağını çekti ve kâfirlerden oldu. Hem de kendisine, ,,Niye böyle yaptın?" diye sorulduğunda cevaben:
   ,,Ya Rabb! Nasıl olur bu?!. Ben Adem'den hayırlıyım, ondan üstünüm. Zira Sen beni ateşten, onu çamurdan yarattın!"
diyerek yanıldı ve cehlini ortaya koydu.
   Bunun üzerine Cenab-ı Hakk, hem kel hem de fodul olan İblis'i lanetledi ve cennetten kovdu.
   Hz. Adem (a.s.) artık Hilâfet tahtına oturmuş, Hilâfet tacını giymişti. Her gittiği yerde tanınıyor, her şey tarafından selamlanıyordu. Fakat bir şeyi eksikti. Eksik olan da bir hayat arkadaşı idi. Kendi cinsinden kendisine bir eş lazımdı. Onunla ünsiyet edecek, onunla yalnızlığını giderecekti. Buna cidden ihtiyaç vardı.
   İşte bu ihtiyaca binaen Havva validemiz yaratıldı. Hem de Adem babamızın sol kaburga kemiğinden. Adem (a.s.), uyku ile uyanıklık arasında bir ruh haleti içinde idi ki, bu yaratılışı hissetmedi bile. Uyanınca, yanıbaşında Havva validemizi görür. Ona, ,,Sen kimsin?" diye sorar. Havva cevap verir: ,,Ben senin hanımınım! Allah beni sana arkadaş,
sana eş olmak üzere yarattı. Ben senin yalnızlığını gidereceğim, sen de benim yalnızlığımı gidereceksin, bir arada yaşayacağız!" dedi.
  
Bundan sonra Cenab-ı Hakk, Hz. Adem (a.s.)'a şöyle buyurdu:
   ,,Sen de hanımın da cennette oturunuz! Cennetin her meyvesinden istediğiniz kadar yiyiniz. Fakat şu ağaca yaklaşmayınız! Sonra zalimlerden olursunuz, kendinize yazık edersiniz."
  
İblis, Adem ile Havva'nın cennetteki mevkilerini, nimetlerini görünce, hisleri kabardı, onları çekemedi, başlarına çorap örmeyi düşündü ve onları cennetten attırmanın çarelerini aradı. Hile yollarına başvurdu. Cennetin kapısına yaklaşarak Adem ile Havva'ya seslendi ve dedi ki, ,,Rabb'iniz sizi o ağaçtan yemenizden niçin men etti biliyor musunuz? Çünkü siz o ağacın meyvesinden yerseniz, melekleşeceksiniz veya cennette temelli kalıp çıkmayacaksınız. Zira bu ağaç hayat ağacıdır. Bundan yiyen cennette ebedî kalır. Allah ise sizin cennette ebedî kalmanızı istemiyor..."
  
Adem (a.s.), şeytanın bu sözüne kulak asmadı ve inanmadı. Sonra şeytan, kendisinin doğru söylediğine yemin-kasem etti ve kendileri için öğüt ve nasihat eylediğini söyledi. Bunun üzerine Havva validemiz ile Adem babamız -yalan yere yemin olmaz-diyerek o yasak ağacın meyvesiden yediler.
   Şeytan, bu suretle onların ayağını kaydırdı, cennet ve nimetlerinden uzaklaşmalarına sebep oldu. Hatta üzerlerindeki cennet elbiseleri bile soyuldu ve Allah'ın emriyle her ikisi de yeryüzüne indirildi. Rivayete göre, Adem Hindistan'a, Havva da Cidde'ye indirildi. Sonra bunlar hatalarından dolayı, tevbe ve istiğfarda bulundular, ağlayıp gözyaşı döktüler. Zaman sonra Cenab-ı Hakk, onların tevbe ve dualarını
kabul ederek -rivayete göre- onları Arafat dağında birleştirdi.
   İşte bu şekilde ilk kadın olan Havva validemiz, dünya hayatına gelmiş oldu.
   Kadınlığın tarihi onunla başladı. Adem ile Havva'nın birleşmesinden bir çok erkek ve kız çocuklar meydana geldi ve yayıldı.
 
Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur:
   ,,Ey insanlar! Rabb'inizden korkun ve korunun. Çünkü Rabb'iniz sizi tek bir candan (Adem'den) yarattı, eşini de ondan halk etti ve ikisinden erkek-kadın çok insan meydana getirdi ve dünyaya yaydı."
Nisa, 1

Kadın

   Havva validemizle başlayan kadınlık tarihinde o gün bugün milyonlarca kadın meydana gelmiştir. Bundan sonra kıyamete kadar da milyonlarca kadın dünyaya gelecektir. Kadınlar içerisinde değerli, yararlı, hürmete layık, eli öpülecek, melekleşmiş hanımlar varolduğu gibi, değersiz, yararsız, zararlı, şeytanlaşan kadınlar da yok değildir.
   Değer ölçüsü dindir; Allah'ın kanunudur. Dinin değerli dediği, güzel dediği değerlidir, güzeldir; değersiz dediği, çirkin addeddiği de değersiz ve çirkindir. Sağlam aklın, sağduyunun
kabul ettiği de bundan başkası değildir. Fakat devirden devire, milletten millete kadının değer ve kıymeti değişik şekiller almıştır. Şöyle ki:
   Allah'ın gönderdiği dinden zaman zaman sapan millet ve toplumlar arasında zaman olmuş ki, kadın, yerini kaybetmiş, hor görülmüş, insanlık haklarından mahrum bırakılmıştır. Zaman olmuş ki, kadına haddinden fazla değer verilmiş, hakkından fazla hak tanınmış ve şımartılmıştır. Ve yine zaman olmuş ki, kadın, erkeğe eşit sayılmış, tahammülünden fazla görev verilmiştir. Bu suretle onun yaratılışına karşı çıkılmış ve nihayet huzursuz edilmiştir. Mesela:

   Hindistan'da:
 
Hindu dininde, Hindu şeriatında kadın hakkında şu fikir ileri sürülmüştür: ,,Veba, ölüm, cehennem, zehir ve yılan kadından üstündür. Yani kadın, bunlardan daha kötüdür."
   Tabii bu çok yanlıştır. Allah'ın (c.c.) gönderdiği dine, dinî ölçülere asla uymaz ve sığmaz.

   Tevrat'ta:
  
Uydurma olan Tevrat da Hindu dininden geri kalmamıştır. Tevrat'ta şöyle yazılı:
   ,,Hikmet ve aklı bulmak için, şerrin nasıl bir cehalet olduğunu, ahmaklığın nasıl bir delilik olduğunu bilmek için döndüm dolaştım, bu arada kadını ölümden daha acı buldum. O kadın ki, kendisi bir tuzak, kalbi kement, elleri ise kelepçedir. Bin erkek içerisinde işe yarar bir erkek buldum, fakat bin kadın içerisinde işe yarar bir kadın bulamadım."

  İtalya'da:
  
Bir vakitler Roma şehrinde büyük bir toplantı yapılır. Bu toplantıda kadın ele alınır. Kadının müzakere ve münakaşası yapılır. Sonunda şu karara varılır:
   ,,Kadında ruh yoktur, kadın ruhsuzdur. Ruhsuz olduğu için de ahirette dirilmeyecektir. Kadın murdardır. Et yememesi, gülmemesi, hatta konuşmaması lazımdır. O, vakitlerini hizmetçilikle geçirecektir."
   Konuşmaması için, kadının ağzına kilit bile vurmuşlardır. Sebep de: ,,Kadın şer aletidir. İnsanları azdırmak için, şeytan onu kullanır. Kadın şeytanın aletidir..." şeklinde düşünceleridir.

  Fransa'da:
  
Fransa'da miladî 586 yılında yapılan bir toplantıda kadından bahsedilir. ,,Kadın insan mıdır, değil midir?" diye münakaşa yapılır ve nihayet kadının insan olduğuna ve fakat erkeğe hizmet etmek üzere yaratılmış bulunduğuna karar verilir.

   İngiltere'de:
  
İngiltere'de ise, Sekizinci Henri'nin verdiği bir kararla kadınların kutsal kitapları okumaları yasak edilmiştir. Keza 1850 senelerinde İngiltere'de çıkarılan bir kanunla kadının vatandaşlık haklarına sahip olmadığı, şahsî herhangi bir hukuku bulunmadığı, hatta sırasında elbisesine bile sahip çıkamıyacağı ilan edilmişti. Ruhud'din-il-İslamî

   Arap Yarımadasına gelince:
  
Cahiliyyet devrinde Arabistan'da kadının hali daha da perişandı. Kadın değerini kaybetmiş, şerefini yitirmişti. Kadın zevk âleti kabul ediliyor, eşya gibi pazarlarda satılıyordu. Çok kadınla evlenmenin bir sınırı yoktu. Kişi karısını istediği zaman boşar, istediği zaman öldürürdü. Hiç bir kimse çıkıp da ona, ,,Sen niçin böyle yapıyorsun? Bu, günahtır, haksızlıktır!.." diyemiyordu.
   Kız çocuklarının hali daha da feci, çok daha korkunçtu. Bu çocuklar hor görülür, diri diri toprağa gömülürdü. Hz. Ömer (r.a.) gibi akıl ve dirayet sahibi bir insan bile -müslüman olmadan önce-gerçeği göremiyor, bu gibi kötü adetlerin tesiri altında kalıyordu. Kendi eliyle kızının mezarını kazıyor, masum yavrusunu diri diri toprağa veriyordu. Mezarını kazdığı birsırada kızının, „Babacığım! Yoruldun, terledin, otur da alnının terini bir şileyim" şeklindeki sözleri bile Ömer'e tesir edemiyor, onun babalık şefkatini harekete getiremiyordu. Onu yürekler acısı bu hareketinden, melek gibi kız çocuğunu toprağa gömmekten alıkoyamıyordu.
   Hz. Ömer, müslüman olduktan sonra bu manzarayı şöyle anlatırdı:
   İki şey vardı ki, bunlardan biri hatırıma geldikçe hayretler eder ve gülerim. Diğerini de hatırladıkça üzülür ve ağlarım. Birincisi şu: Annemiz bize helva pişirirdi. Biz bu helvadan put yapar ve ona tapardık, ona ibadet ederdik. Acıktığımız zaman onu yerdik. Bu hal ne şaşılacak şeydi?!. Biraz önce ilâh kabul ettiğimiz, saygı duyup ibadet ettiğimiz bir şeyi, biraz sonra midemize indiri verirdik. Bunu neye dayanarak yapardık, bilemem!
   İkincisi: Kız çocuklarını, bu suçsuz yavrularımızı diri diri toprağa gömmemizdi. Bunu nasıl yapardık, bilemem? Hatırıma geldikçe yüreğim parçalanır!.."

   İslam'da:
  
Şimdi hanım kardeşlerime şunu söyleyebilirim: İşte âlem böyle iken, böyle bir âlemde durumunuz perişan iken İslam dini geliyor, bu dinin büyük Kitab'ı Kur'an geliyor, Kur'an-ı Kerim'i tebliğe memur edilen Hz. Muhammed (s.a.v.) geliyor. Kadının da insan olduğunu, Allah'ın kulu olduğunu, dinî sorumluluk taşıdığını, erkekler gibi dindar olabileceğini, ibadet yapması lazım geldiğini, ahirette dirilip hesaba çekileceğini ilan ediyor, dolayısıyla hak ve hürriyete sahip olduğunu bildiriyor.
   Hanımlar!
Mübarek dinimizin beyanına göre, sizler eşya değilsiniz, hayvan değilsiniz, şeytanın eseri değilsiniz, erkeklerin köleleri, hademeleri değilsiniz. Sizler insan türündensiniz ve insansınız. İnsan neslinin üremesinde, yayılmasında, yaşamasında ve devamında rolü olan iki unsurdan birisiniz.
Erkekler baba iseler sizlerde annelersiniz. Bu gerçekleri Kur'an-ı Kerim şöyle anlatır:
   ,,Ey insanlar! Rabb'inize karşı gelmekten sakınınız. O Rabb ki, sizi bir tek şahıstan yarattı. Eşini de o şahsın bir parçasından meydana getirdi, ikisinin birleşmesinden de sayıları çok erkek ve kadınları (dünyaya) yaydı." Nisa, 1
  
Yukarıda da gördüğümüz gibi bazı milletler sizlere din hürriyeti, vicdan hürriyeti, mülk edinme hürriyeti tanımazlarken, dinî eserleri okumayı bile sizlere yasak ederlerken, İslam dini ne yapmış? Erkeklere tanıdığı vicdan hürriyetini, din hürriyetini sizlere de tanımıştır. Onlara hayat hakkı, mülkiyet hakkı tanıdığı gibi sizlere de bunları tanımıştır. Erkeklerin, salih ve güzel amel ve ibadetlerinin mükâfat ve sevaplarını görebilecekleri ve cennete girebilecekleri gibi, sizlerin de aynı şeylere sahip olabileceğinizi, cennete girebileceğinizi de bildirmiş ve beyan etmiştir. Kur'an-ı Kerim şöyle anlatır:
   „İmanlı erkek ve kadından kimler güzel amel işlerse, işte onlar cennete girecekler ve işte onlar en ufak haksızlığa uğratmayacaklardır." Nisa, 124
  
Yine mübarek dinimize göre; erkekler iman nuruna, İslam şerefine erebilecekleri, güzel sıfat ve temiz ahlaka sahip olabilecekleri gibi, aynı nura sizler de sahip olur, aynı şerefe ulaşabilirsiniz, temiz ve güzel vasıflarla süslenebilirsiniz, ahlakî fazileti taşıyabilirsiniz. Bakınız Kur'an-ı Kerim her iki tarafı da aynı sıfatlarla sıfatlandırıyor, övüyor, aynı hükme bağlıyor ve şöyle diyor:
   “Müslüman olan erkek ve kadınlar, imanlı olan erkek ve kadınlar, itaat eden erkek ve kadınlar, doğru sözlü olan erkek ve kadınlar, sabırlı olan erkek ve kadınlar, gönülden bağlanan erkek ve kadınlar, sadaka veren erkek ve kadınlar, oruç tutan erkek ve kadınlar, namuslarını koruyan erkek ve kadınlar, Allah'ı çok anan erkek ve kadınlar var ya, işte Allah bunların hepsine mağfiret (günahlarını bağışlama) ve büyük ecir (cennet ve cemalini göstermeyi) hazırlamıştır." Ahzab, 35
  
Yine İslam'a göre; erkekler gibi sizler de mesulsünüz, sorumluluk taşımaktasınız. Erkeklerin vebal ve sevapları kendilerine ait olduğu gibi, sizlerin de vebal ve sevabınız kendinize aittir. Bir erkeğin kötülüğünden sizler sorumlu olmayacağınız gibi, onların iyilikleri de sizlere fayda vermeyecektir. Kur'an-ı Kerim Nuh Peygamber ile Lût Peygamberin kâfir olan karılarına, kocalarının peygamber olmaları fayda vermediğini, Firavun'un küfrünün de imanlı olan karısına zarar vermediğini örnek göstererek şöyle anlatır:
   “Allah, inkâr edenlere, Nuh'un karısı ile Lut'un karısını misal gösterir: Onlar kullarımızdan iki iyi kulun nikâhında iken onlara karşı inkârlarını (imansızlıklarını) gizlemişlerdi. Dolayısiyle bu iki kadına gelen (azabı) kocalarının (peygamberliği) giderememişti. Ve bu iki kadına ,,Girenlerle birlikte siz de ateşe girin dendi." Tahrim, 10
  
Bu ayet-i celile gösteriyor ki; Bir kimsenin kendisinde İman olmasza, o kimse, şerefli bir soydan gelse de, peygamberin yakını veya karısı olsa da bunlar kendisine hiçbir fayda vermez; Onu Allah'tan gelen azaptan kurtaramaz, akibet, cehennemin ebedî azabını boylar.
   ,,Allah, imanlılara da Firavun'un imanlı karısını örnek gösterir: O (kadın), Rabb'im! Katından cennette bana bir ev yap; beni Firavun ve onun işlediklerinden kurtar; beni zâlim milletten kurtar demişti." Tahrim, 11
  
İşte bakınız! Ne büyük şahsiyet! Ne büyük fazîlet ve ne büyük hanım!.. Bir hükümdarın sarayında bulunuyor. Dünya varlıklarının hepsi tamamen, dünyanın ziynet ve nimetlerinden hiçbirisi eksik değil. Kendisi de kraliçe; şânı var, şöhreti var, hizmetçileri etrafında dönüp dolaşıyor.
  
Bütün bunların içinde tatlı ve zevkli bir hayat yaşaması, eğlenceli günler geçirmesi lazım gelirken ne yapıyor? Bunların hiçbirisine kıymet vermiyor, bel bağlamıyor, güvenmiyor. Hepsinin geçici şeyler olduğunu düşünüyor. Kocasının ve etrafının küfür ve imansızlıklarından dert yanıyor; Allah'a yalvarıyor: İmansız kocasından ve onun zalim milletinden kurtulması için dua ediyor.
   Çünkü biliyor ve inanıyor ki, iman ve güzel amel olmadıkça saltanatın da, kraliçe olmanın da bir faydası yoktur. Bunlar gölge şeylerdir, geçici şeylerdir. İnsanı dünya bedbahtlığından, ahiretin ebedî ve sonsuz azabından kurtaracak ve koruyacak değildir. Üstelik; kocasının, o azılı kâfirin baskı ve işkencelerine uğruyordu. Fakat bütün bunlara rağmen imanından zerre kaybetmiyor, imanı uğrunda canını tehlikeye atıyordu. Allah kendisinden razı olsun!
   Aziz dinimiz, söz ve ahid almakta, verilen söz ve ahde itibar ve itimat etmekte erkekle kadın arasında bir fark gözetmemiştir. Dini ve onun vecibelerini kabul edip yapacaklarına, günahlardan sakınacaklarına dair, Peygamberimiz, erkeklerden söz ve ahit almış olduğu gibi, kadınlardan da söz ve ahit almıştır. Kur'an-ı Kerim bu gerçeği de şöyle anlatır:
   ,,Ey Peygamber! Mü'min olan kadınlar, sana gelip de Allah'a birşey ortak koşmayacakları, hırsızlık yapmayacakları, zinada bulunmayacakları, çocuklarını öldürmiyecekleri, elleriyle ayakları arasında bir bühtanla (iftira ile) gelmiyecekleri ve asla mâruf (ve meşru) herhangi bir hususta âsi olmayacakları üzerine ahit (ve söz) verdiklerinde artık sen de onlar ile muahede yap (onların verdikleri sözlerine itimat ederek anlaşmada bulun) ve onlar için Allah'tan mağfiret dile! Şüphe yok ki, Allah Gafurdur, Rahîmdîr." Mümtehine, 12
  
Yine yukarıda gördük ki; zaman olmuş, kadın, hor görülür, alçak sayılır, günlük işlere karıştırılmaz, mühim işlere yanaştırılmazdı. Kur'an gelince, kadını da eşit saymış; veli ve vâsi olmada, vekâlet almada, havale vermede, ticaret yapmada selâhiyet tanımış, emr-i mâruf, nehy-i münkerde (öğüt ve nasihat vermede, ikaz ve irşatta) söz hakkı vermiştir. Bu hususu da Kur'an-ı Kerim şöyle anlatır:
   ,,İman sahibi olan erkeklerle kadınlara gelince: Bunların bazıları bazılarının velîleridir. Mâruf olan (güzel olan) şeylerle emrederler, münkerden (kötü ve çirkin olan şeylerden) de menederler. Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve Allah ile O'nun Resulü'ne itaat ederler, işte bunlara elbette Allah merhamet edecek. Şüphe yok ki, Allah aziz ve hakimdir."Tevbe, 71
  
Bilhassa Arap yarımadasında kadına hayat hakkı tanınmamıştı. Kız çocukları öldürülür, diri diri toprağa verilirdi. Güzel dinimiz, kadına da, kız çocuklarına da hayat hakkı tanımış, yaşamlarını güven altına almıştır. Kur'an-ı Kerim bu babda şöyle diyordu:
   ,,Ve fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz. Onların da sizlerin de rızkını veren biziz. Şüphe yok ki, onları öldürmek büyük bir cinayettir." İsra, 31
  
Yine bir zamanlar kadına mirastan hak tanınmazken, mübarek dinimiz, kadına bu hakkı tanımış, mirasdaki hissesini tayin etmiş ve şöyle demiştir
  “Ebeveynin ve akrabanın geride bıraktıkları (mirasda) erkeklere bir pay vardır. Anne ve babalarının ve akrabalarının geride bıraktıkları (mirasdan) kadınlara da bir pay vardır." Nisa, 7
  
Cahiliyet devri Araplar'ı ne yaparlardı? Kadınları da mal kabul edip, haklarında ona göre muamele yaparlardı. Mesela: Baba öldü mü, oğul gelir, elbisesini babasının karısı üzerine atar; babasının malına varis olduğu gibi, hanımına da varis olurdu, isterse kendine nikâh eder, isterse para karşılığı bir başkasına satardı. İslarn Dini gelince bu haksızlığı da ortadan kaldırdı. Buna dair Kur'an-ı Kerim şöyle der:
   ,,Ey iman edenler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helal olmaz!.." Nisa, 19
   “Babalarınızın nikâh ettiği kadını kendinize nikâh etmeyin!.." Nisa, 22
  
Bir de cahiliyet devri Araplar'ı, cariyelerini, gençlerini fuhşa, zinaya mecbur eder, bu yolla para kazanırlardı. Dinimiz bunu da yasaklamış ve şöyle demiştir:
   „…Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için, namuslu yaşamak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın!.." Nur, 33
  
İşte bütün bunlar gösteriyor ki, Allah'a kul, Peygamber'e ümmet olmak üzere yaratılan kadın, zaman olmuş ki, hak ve değerini kaybetmiş, haksızlığa uğramıştır, zaman olmuş ki, kendisine hakkından fazla hak tanınmış, haddinden fazla değer verilmiş ve şımartılmistir. Bir cümle ile: Hak dinden uzaklaşan insanoğlu, kadın hakkında ya çok ileri gitmiş veya çok geri kalmıştır.
   Bereket versin ki, hak din ve hak dinin son Kitab'ı Kur'an-ı Kerim, kadının imdadına yetişmiş, onun layık olduğu mevkiini tarif etmiş, hak ve selahiyetını tayın etmiş, rütbesini göstermiştir Bundan böyle mûslüman olan bir kadın, İslam topluluğu içinde, artık ne hor görülüp haksızlığa uğrayacak, ne de haddini asşıp şımaracaktır Allah'a kul, Peygamber'e ümmet olarak şerefli mevkiini alacak, çocuk yetiştirmede ve onları terbiyede vazifesini devam ettirecektir. Ve nihayet bu suretle o, hem dünyasını mamur etmiş olacak, hem de ahîrelte Allah'ın cennet ve cemalini kazanmış bulunacaktır.

MEŞHUR KADINLAR

   Şimdiye kadar, milletlerin ve devirlerin kadınlar hakkındaki değer ölçülerini gördük. Dinden, dinî hayattan uzak kalan millet ve cemiyetlerde kadın mevkiini yitirmiş, değerini kaybetmiş, hali çok perişandı Hazret-i Adem'le başlayan ve bütün peygamberler tarafından anlatılan hak din. onların imdadına yetişmiş, en son olarak da Kur'an-ı Kerim gelerek kadına layık olduğu çok serefli mevkii vermiş ve, „Cennet annelerin ayaklan altındadır!" diyerek onun bu şerefini dünyaya ilan etmiştir. Bu hususu da söylemiştik.
   Bundan sonra, ilim ve irfanlarryle, ahlak ve faziletleriyle meşhur olan, örnek olan hanımların binlercesinden sadece bir kaçını göreceğiz:

   1 -Sâre Hanım:
  
Sâre, Hz. İbrahim'in hanımıdır. İshâk Peygamberin de annesidir. Doksan yaşında iken oğluna gebe kalmıştır. Kur'an-ı Kerim'de kendisinden bahsedilir. Şöyle ki:
   Lût Peygamberin kavmi, pek azı müstesna, imana gelmemişti. Üstelik çok çirkin hareket ederlerdi, kadınları bırakıp erkeklerle düşüp kalkarlardı. Dolayısıyla azabı hak etmişlerdi. Cenab-ı Hakk onları helak etmek, memleketlerini alt-üst edip onları yerin dibine geçirmek için Cebrail'in başkanlığında bir kaç melek gönderdi. Bunlar ilk önce Hz. İbrahim'e uğradılar.
   Zaten misafirperver olan Hz. İbrahim, genç delikanlı şeklinde gelen bu misafirlere çok alâka gösterdi, iltifatta bulundu. Hemen eve koşup gayet semiz bir dana keserek kebap halinde bunlara takdım etti ve önlerine koydu, ..Buyurun! Yemez misiniz?!" dedi, Fakat hiçbiri buna el uzatmadı. Bunun üzerine İbrahim'in içine korku düştü, bunlardan işkillendi. Belki de onların melek olduklarını sezerek, azap için gelmiş olma ihtimalini düşünerek korktu. Hz İbrahim'in bu halini gören melekler.
   - Ya İbrahim, korkma! Sana müjde getirdik, bir oğlun doğacak, hem de âlim ve halîm olacak, dediler.
   Perde arkasında bulunan ve bu müjdeyi duyan Sâre Hanım, kendini tutamıyarak gulüverdı, elini yüzüne çarptı ve ,,Bu, ne acayip şey? Nasıl olur? Ben doksan yaşında ihtiyar kısır birkadınım! Böyle olan bir kadın nasıl olur da çocuk doğurur?!. İşte kocam! O da ihtiyar olmuş!.." dedi Melekler:
   - Evet, öyle ama! Bu, Allah'ın emri! Sen Allah'ın emrinden hayret mi ediyorsun? Allah'ın rahmet ve bereketleri üzerinize olsun, dediler.
   Evet, hanımlar!
Her şey Allah'ın elindedir. Dilerse çok ihtiyar bir kadından da çocuk meydana getirir. Bunda hayret edilecek veya uzak görülecek bir taraf yoktur. Öyle olmuş; doksan yaşındaki anne ile daha yaşlı olan babadan İshak adındaki çocuk doğmuş ve peygamber olmuştur. Hikmet ve ibret dolu olması dolayıslyle bu meseleye Kur'an-ı Kerim'in bilhassa ,,Hûd" ve ,,Vezzariyat" surelerinde yer verilmiştir.

    2 - Hacer Hanım:
  
Hacer de Hz. İbrahim'in hanımıdır. Sâre, Kendisinin çocuğu olmadığı için, kocası Hz. İbrahim'in Hacer'le evlenmesine musaade etmişti. Hacer, İsmail adındaki çocuğu doğurunca, Sâre, Hacer'ı ve oğlunu bir nevi kıskanmaya başladı. Bunun üzerine, Allah'ın da emriyle, Hzr İbrahim, Hacer'le oğlu İsmail'i alarak Mekke vadisine götürür. O zaman orada şehir falan yok tabii. Bağ-bahçe yok, ot-ekin yok, su da yok…
   Hz İbrahim, hanımı Hacer'le oğlu İsmail'i işte böyle bir çöle bırakır ve geri döner.
   Arkasından Hacer ona: „Bizi burada bırakıp nereye gidiyorsun?.." diye tekrar tekrar bağırırsede Hz. İbrahim cevap vermez, yoluna devam eder. Hacer tekrar İbrahim'e bağırarak
   ,,Yoksa bu, Allah'ın bir emri mi? Allah mı böyle emretti?.." der. Bunun üzerine Hz. İbrahim, arkasına dönerek: „Evet, Allah'ın emridir!" diye cevap verir. Bunu duyan Hacer:
   ,,Öyle ise mesele yok, endişe yok. Bizim burada kalmamıza emir buyuran Allah'ımız elbetteki bizi burada unutmayacaktır. Rızkımıza da kefildir. Biz buna inanmışızdır!." der ve çocuğunun yanına döner.
   Hacer çocuğunun yanında kaladursun, biz Hz. İbrahim'i takip edelim:
   Hz. İbrahim, hem gidiyor hem de arkada bıraktıkları için dua ediyordu. Duasında Rabb'isine şöyle yalvarıyordu:
   ,,Rabb’im! Bu beldeyi güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara kul olmaktan uzak tut. Rabb'im! Bu putlar insanlardan çoklarını saptırdı. Bana uyan benden, bana karşı gelen kimseyi de sana terk ederim. Sen bağışlarsın, merhamet edersin, Rabb'im! Ben, çocuklarımdan kimini, namaz kılabilmeleri için senin kutsal evinin yanında, çorak bir vadide yerleştirdim, insanların gönüllerini onlara meylettir, şükretmeleri için, onları çeşitli ürünlerle rızıklandır..." İbrahim, 35-37
   Hacer ne yaptı?
  
Rivayete göre Hacer, beraberlerindeki su bitince çaresiz kaldı. Ne yapacağını şaşırdı. Su aramaya koyuldu. Ama nerede su bulacak? Safa tepesi üzerine çıktı, etrafa göz attı, fakat su emaresi göremedi. Merve tepesine koştu, yine su göremedi. Derenin iki kenarı üzerindeki bu iki tepe arasında su bulma veya suyun bulunduğu yeri görme maksadiyle yedi tur yaptı. Bir taraftan da kurt-kuş kapar diye daha süt emme çağında olan minicik yavrusunun hayatından korkuyordu. Bunun için sağa sola giderken hep koşarak gidiyordu. Bütün ümitleri boşa çıktı. Büyük bir üzüntü ile biricik yavrusunun yanına geldi.
   Bir de ne görsün: Çocuğunun ayakları önünde su çıkmaya başlamış! Su gözüküyor!.. Bunu gören anne büyük bir sevinçle, göl olsun diye çarçabuk, suyun önünü kesiverdi, gitmesine mani oldu. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurur ki: „Allah, Hacer'e rahmet etsin, acele etti, suyun önünü hemen kesi verdi. Böyle yapmasa idi, su akıp gidecek, akarsu olacaktı!.."
Tefsir-i Kebir, İbrahim Suresi
  
Hacıların, Safa ile Merve tepeleri arasında gidip gelmeleri ve bu arada koşmaları, bu tarihî hadisenin ibret verici hatırası olsa gerek.
   İşte, bir mucize olarak çıkan bu su, ,,Zemzem“ suyudur. Sonraları kuyu halinde devam eden ve yüzbinlerce hacının su ihtiyacını karşılayan ve yine de bitip tükenmeyen „Zemzem" kuyusunun tarihi böyle başlamıştır.
  
Etraftan gelip geçen kervanlar, artık, bu su sayesinde, burada konup göçüyorlar. Bir kısım insanlar (Cürhümlüler) de burada yerleşip kalıyor ve anne ile çocuğuna komşu oluyorlar. Zamanla burası daha da şenleniyor, İsmail de büyüyor, kendisine komşu olan kabileden kız alarak onlara damat oluyor.
   İşte, Hz İbrahim'in soyu ile Cürhümlü soyunun birleşmesinden Arap milleti, bu milletten Kureyş kabilesi, bu kabileden de sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) meydana gelmiş oluyor.
   Şurası muhakkaktır ki: Yaratanına sağlam bir iman ve sarsılmaz bir tevekkülle bağlanan ve her halde O'nun emrine uyan bir insanı, Yaratanı hiç unutur mu? Unutmaz! Nitekim Hacer'i unutmamıştır. Hiç ummadığı yerden su çıkartmış, rızıklarını vermiş, onları gelip geçenlere sevdirmiş ve saydırmış ve nihayet onları hiçbir zaman darda bırakmamıştır. Üstelik, onların soy ve sopunu çoğaltmış, iki cihan serveri Hz. Muhammed'in de İsmail Aleyhisselam'ın neslinden gelme şerefini bu aileye nasip etmiştir

   3- Asiye Hanım:
  
Asiye Hanım Firavun’un karısıdır. Asiye Hanım, gerek Kur'an-ı Kerim, gerekse Peygamberimizin sözlerinde yer almaktadır. Kocası Firavun, tanrılık iddiasında bulunmuş. Asiye ise, Allah'ın birliğine, Hz. Musa'nın peygamberliğine inanmış, imanı yüzünden kocası zalim Fıravun'dan türlü işkenceler çekmiş ve nihayet bu yolda ölmüştür.
   Asiye Hatun’un hikâyesi şöyle başlamıştı:
Görülen bir rüya üzerine Firavun'a şöyle denmişti: İsrailoğulları'ndan bir çocuk doğacak, senin devlet ve saltanatını yıkacaktır!.."
   Bu haberi alan Firavun, israil soyundan doğan erkek çocukları öldürtmeye başlar. Her tarafa cellatlar gönderir Cellatların ev ev dolaşarak ele geçirdikleri çocukları öldürdükleri bir sırada, Hz. Musa'yı annesi doğurmuştu. Bir müddet gizlice onu emzirdikten sonra, su geçmez bir sandığa koyarak Nıl nehrine atar. Nil nehri sandığı götürüp Firavun'un sarayının kenarına dayar. Asiye hatun, bunu görür ve getirir. Sandığı açtırdığında ne görsün: Nur yüzlü bir bebek! Görünce onu sever ve bağrına basar. Ve, „Aman! Bunu öldürmeyiniz! Büyürde belki işimize yarar. Yahut bunu kendimize evlat ediniriz!.." der.
   Çocuğu emzirmek için birçok süt annesi getirtilir ise de çocuk hiçbirinin memesini tutmaz. Çocuğun annesi çocuğunu suya bıraktıktan sonra, -anne ciğeri durur mu?- arkasından hemşiresini gözcü olarak göndermişti. Oğlunun saraya alındığını ve bir süt annesi arandığını öğrenince kendini süt annesi olarak tavsiye ettirdi. Asiye Hatun, derhal Musa'nın annesini getirtir, Musa'ya süt annesi yapar
   İşte, bu şekilde Hz Musa, Firavun'un sarayında annesi tarafından emzirilir ve büyütülür. Ama ne Firavun ne de sarayda oturanlardan hiç biri, bunun farkında değildir.
   Rivayete göre; Hz. Musa, sarayda büyüdüğü bir sırada, bir gün eline aldığı bir çubuğu Firavun'un başına indirmiş ve başını yarmıştı. Buna fena halde kızan Firavun, çocuğu öldürmek işlemişti. Asiye Hanım derhal müdahale etmiş, önüne geçmiş ve kocasına: ,,Ey hükümdar! Kusura bakma! Bu, bir çocuktur, aklı ermiyor!..“ demişti.
   Bunun üzerine çocuk imtihana çekilir, önüne bir cevher parçasiyle bir de ateş parçası konur. Çocuk, -Cebrail'in manevî sevkiyle-ateş parçasını almış ve ağzına götürmüştü. Yapılan bu denemede Musa'nın çocuk olduğu, aklının henüz ermediği görülmüş ise de ağzına götürdüğü ateş dilini biraz yakmıştı, işte Hz. Musa'nın dilindeki pepelik, dilinin biraz yanması sonucu olsa gerek.
   Kur'an-ı Kerim bu ibret verici hikâyeyi şöyle anlatır:
   ,,Ya Musa, vakta ki, annene bildirilmesi gerekeni bildirmiştik. Şöyle ki; çocuğu bir sandık içine koyda denize (Nil nehrine) at ve sakın endişe etme! Deniz onu sahile atsın da benim de onun da düşmanı olan biri alıversin (sudan çıkartıp yanında beslesin). Hem sana, Ya Musa! Tarafından bir muhabbet bıraktım ki (herkes seni seviyordu). Hem benim nezâretimde büyüdün."
   „Ey Musa! Bir vakit ki, senin hemşiren Firavun'un sarayına gidip şöyle demişti: Bu çocuğa bakabilecek bir süt annesi bulayım mı? (Onlar da evet, demişlerdi,) Ya Musa! Seni, artık annene kavuşturduk kî, gözü aydın olsun da üzülmesin."
Ta ha, 38-39
   Hanım kardeşlerim!
Allahü Azimüşşan her şeye kadirdir, isterse saltanatını yıkaçağı, kendisini helak edeceği bir kimseye bir çocuğu büyüttürür ve yıkımını o çocuğun eline verir. Gerçekten öyle olmuştur. Hz. Musa büyür, Peygamber olur, Firavun'u ve kavmini imana çağırır. Deliller, mucizeler gösterir...
   Fakat Firavun ve adamları inanmazlar, imansızlıklarında ısrar ederler. Üstelik, Hz. Musa'yı ve ona iman edenleri kılıçtan geçirmek isterler ve bunun için harekete geçip yola çıkarlar. Hz. Musa ve beraberindekilerin önüne çıkan deniz yarılır ve yol verir. Hz. Musa ve maiyyeti karşı taraftaki karaya çıktıkları, Firavun ve beraberindekiler de tam denizin dibine girdikleri bir sırada deniz kapanır ve hepsi boğulur gider.
   Fakat, Asiye Hanım, Firavun gibi küfürde diretmedi; Hz. Musa'nın mucizelerini görünce ona inandı ve iman etti. Firavun gibi azılı bir kâfirin nikâhı altında olmakla beraber onun kâfirliğine katılmadı. Onun tanrılık iddiasını reddetti. Kocasının krallığına, sarayın debdebesine aldanıp imandan vazgeçmedi, hak yoldan ayrılmadı ve Fıravun'un bütün korkunç işkencelerine rağmen imanından zerre kadar taviz vermedi. Nihayet bu işkenceler altında Allah'a dua ede ede can verdi ve şehid oldu.
   Kıyamet gününde mahşer kurulup hesap başladığı zaman, kulluk vazifesini yapmamış olan bir kadın, namazını kılmamış bir kadın, namahreme görünmekten sakınmamış, erkeklere karşı açılmış, saçılmış bir kadın, özür beyan ederek kendisini azaptan kurtarmak için kocasını ileri sürecek, suçu kocasına yüklemek isleyecek ve şöyle diyecektir:
   “Ya Rabb'i! Ne yapalım, ben bir kadınım, bir erkeğin nikâhı altında idim. Kulluk vazifelerimi yapmama o mani oldu, namazı o bana terkettirdi, başımı, saçımı o açtırdı, dans evleri gibi günah yerlerine o götürdü..." diyecek, ama yine de kendisini sorumluluktan kurtaramıyacak, ileri sürdüğü özür kabul edilmiyecektir. Çünkü Asiye Hanım ona örnek gösterilecek ve denecek ki:
   ,,Senin kocan mı daha zalim, daha gaddardı, yoksa Asiye'nin kocası Firavun mu? Senin içinde bulunduğun şartlar mı daha ağırdı yoksa Asiye'nin içinde bulunduğu şartlar mı?.
   Elbette Firavun daha zalim, daha gaddardı: Asiye'nin içinde bulunduğu şartlar daha ağırdı, değil mi? Çünkü Firavun'un astığı astık, kestiği kestik idi. Kimse ondan hesap soramazdı...
   İşte bütün bunlara rağmen, Asiye, Fıravun'a karşı çıktı, onu dinlemedi, onun servet ve saltanatına aldanmadı, onun küfür ve günahına katılmadı, Allah'a olan imanını korudu, kulluk vazifesini yaptı, kocasına değil. Allah'a ve Peygamber'e itaat etti. Fakat bu yolda nice zulüm ve hakaretlere, nice eziyet ve işkencelere uğradı ve nihayet bu uğurda canını verdi, dinini vermedi.
   Sen ne yaptın, söyle bakalım; Kocana karşı ses çıkarmadın, Allah'a değil, kocana itaat ettin, Allah'a değil, şeytana uyan kocanın rızasını aradın. Binaenaleyh, sen de kocan da suç ve günahta ortaksınız, azabını çekeceksiniz. İleri sürdüğün özür makul ve muteber değildir!..“
   İşte Cenab-ı Hakk'ın Kur'an-ı Kerim'de medhettiği, örnek bir kadın olarak gösterdiği hanımlardan birisi de budur; Asiye Hatun'dur Kur'an-ı Kerim şöyle der:
   „ Allah, iman etmiş olanlara Firavun'un karısı (Asiye'yi) örnek olarak gösterdi. (Hükümdar olan kâfirin nikâhı altında bulunmasına rağmen, kalbinde imanın nuru parlamış, kocasının tanrılık iddiasını kabul etmemişti). O vakit ki: (O saygıdeğer hanım, Cenab-ı Hakk'a yalvarıp şöyle) demişti: Ya Rabb'i! Benim için katında (imanlı kullarına nasip edeceğin) cennette bir ev yap ve beni Firavun ve onun (kötü) amelinden kurtar ve beni zalim milletten halas et."
Tahrim, 11
  
Evet, Cenab-ı Hakk onun duasını kabul etmiş, dileğini yerine getirmiştir. Onu taktir ederek, onu överek ve onu örnek göstererek, Kur'an gibi bir kitapta zikretmiş, ondan söz etmiştir. Allah, elbette böyle dua edenlerin dualarını kabul eder. onlara layık oldukları makam ve mevkileri verir. Onları dillere destan eder Bütün mesele Allah'ı tanımak, O'nun emrine yapışmak, O'nun himayesine sığınmak ve O'na, canı gönülden dua ve niyazda bulunmaktır. Böyle olursa artık her şey tamamdır.

   4 - Zeliha Hanım:
  
Kur'an-ı Kerim'de hayat hikâyeleri yer alan kadınlardan biri de Zeliha Hatun'dur. Zeliha, Mısır Devlet adamlarından Maliye Bakanı'nın hanımı idi. Zeliha'nın hayat hikâyesi Hz. Yusuf'la ilgilidir.
   Hz. Yusuf, Mısır pazarında köle diye satılırken Zeliha'nın kocası onu satın alır ve evine getirir. Hanımına şöyle der: ,,Hanım! Biliyorsun, bizim çocuğumuz yoktur. Bu çocuğa iyi bak. Bunun bize faydalı olacağını umarım veya kendimize bunu evlat ediniriz..."
   Yusuf, Zeliha'nın evinde beslendi ve büyüdü. Yusuf artık tam bir delikanlı olmuştu. Boyu posu yerinde, el ayak birbirine uygun, yüzü son derece güzel, kaş-göz yerinde, gayet yakışıklı bir genç!..
   Zeliha, Yusuf'un bu güzelliğine dayanamadı, ona aşık oldu. Onu o kadar seviyordu ki, muradına ermek için çareler arıyor, planlar hazırlıyor, hile yollarına baş vuruyordu. Bu gencin kendisine yaklaşması için bir gün evin bütün kapılarını kilitler, süslenerek Yusuf'un karşısına geçip oturur ve söze başlar. Aralarında şu konuşma geçer:
   Zeliha: -
Yusuf! Yüzün ne kadar güzel!
   Yusuf: -
Rabb'im öyle yapmış! Şükür O'na.
   Zeliha: -
Saçların ne kadar güzel!
   Yusuf: -
Hanım! Güzel olsa ne olacak? Mezara girdiğim zaman saçlarım çürüyüp dökülecek.
   Zeliha: -
Gözlerin ne de güzel?
   Yusuf: -
Gözlerimle Rabb'ime bakarım.
   Zeliha: -
Yusuf! Gözlerini kaldır da yüzüme bir bak!
   Yusuf: -
Ahirette gözlerimin kör olmasından korkarım.
   Zeliha: -
Yusuf! Ben sana yaklaştıkça sen uzaklaşıyorsun!
   Yusuf: -
Ben Rabb'ime yaklaşmak isityorum.
   Zeliha: -
Yusuf! Gel de yorganımın altına gir!
   Yusuf: -
Yorgan beni Rabb'imden gizleyemez.
   Zeliha: -
Yusuf! Gel de elini göğsüme koy!
   Yusuf: -
Başkasının toprağını işlersem vücudumun yanmasına sabredemem.
   Zeliha: -
Bahçe su istiyor. Onu sula!
   Yusuf: -
Bahçenin sahibi var. Sulama onun hakkıdır.
   Zeliha: -
Ateş alevlendi. Onu söndür!
   Yusuf: -
Korkarım, ateş beni yakar.
   Zeliha: -
Yusuf! Seni cellatlara teslim ederim!
   Yusuf: -
Kardeşlerim de öyle yaptı.
  
Yusuf'un bu hikmet dolu ve ibretâmiz cevapları kadına tesir etmez, onu arzusundan vazgeçirmez, fikrinde ısrar eder ve nihayet fikrini açıklar; Yusuf'a hitaben:
   - Haydi, gelsene! Daha ne duruyorsun? Her şeyim sana teslim; koş gel de kendini eğlendir, zevk al...
   Kadının maksadını anlayan Yusuf:
   - Senin bu teklifinden Allah'a sığınırım. Öyle ahlaka sığmayan, terbiye ve nezakete uymayan fiil ve hareketlerden koruması için
Rabb'ıma yalvarırım. Ve ben, nasıl olur da böyle bir harekette bulunabilirim? Beni satın alan kocan, benim efendimdir. Bana iyilik
etmiştir, bana güzel bir mevki vermiştir. Artık, ben onun namusuna nasıl ihanet edebilirim? Bunu yapmak bir zulümdür. Zalimler ise
iflah olamazlar...
   Bu arada Zeliha, kalktı ve orada bulunan, putun üzerini bir örtü ile örttü. Sebebini soran Yusuf'a şöyle dedi:
   - Biz burada uygunsuz bir harekette bulunacağız, putumdan utanıyorum. Hiç olmazsa o, bizim bu halimizi görmesin...
   Buna karşı Yusuf şöyle konuştu:
   ,,Hanım! Sen görmez, işitmez ve anlamaz olan putundan utanıyorsun, haya ediyorsun da ben; her şeyi gören, her şeyi bilen ve kendisine gizli kapaklı hiçbir şey bulunmayan Rabb'ımdan utanmam mı? O'ndan haya etmem mi?"
   Fakat, bütün bunlar, Yusuf'un bu nasihatvâri sözleri Zeliha'ya asla kâretmiyordu. Aşkı galip gelmiş, nefsanî duyguları kabarmıştı. Ne pahasına olursa olsun muradına ermek istiyordu. Artık, daha vakit geçirmeden Yusuf'a doğru yaklaşıyordu...
   İşin ciddileştiğini gören, kaçmadan başka çare olmadığını anlayan Yusuf, kapıya doğru kaçıverdi. Arkasından kadın koştu. Durdurmak için arkadan Yusuf'un gömleğine sarıldı ise de gömlek arkadan yırtılıverdi. Ve nihayet kapı önünde evin sahibi Aziz'i gördüler. Zeliha kocasını görünce; kendi kötülüğünü ört-bas etmek için kabahati Yusuf'a isnat etmek istedi ve şöyle dedi:
   İşte bak; gözünle gör: Senin ailene kötülük dileyene, hiyanet edip namusuna tecavüze yeltenene... Bunun cezası nedir? Cezası, zindana atmak veya şiddetle dövmektir. Artık buna böyle bir ceza vermek lazımdır!..“
   Bu arada bir noktaya işaret edelim: Kadın ne yapıyor? Yusuf'a verilecek cezayı bir taraftan soruyor, bir taraftan da cezasının şeklini kendisi söylüyor ve yol gösteriyor. Çünkü Zeliha Hatun, Yusuf'u çok seviyordu. Onun ayağına diken bile batmasına razı değidi. Gel gelelim: Kocasından da korkuyordu. Kabahati Yusuf'a yükledi. Fakat kocasının Yusuf'u öldürmesinden de korkuyordu. İşte bunun için hapse atılmasına veya dövülmesine razı oldu. Bu sebeple kocasına o şekilde konuştu.
   Zeliha, kocasını görünce, kabahati Yusufa yükleyip altından çıkmak istemesine karşılık, Yusuf da, hemen kendini haklı olarak, müdafaa etti ve şöyle dedi:
   ,,Hayır, hayır! Ben asla tecavüz etmek istemedim. O benden böyle bir harekette bulunmamı istedi. Ben ise bundan kaçındım ve kaçtım. Böyle bir günahı işlemek istemedim..."
   Böylece iki taraf birbirini suçlaya dursun, kadının yakınlarından biri, ,,Durun, durun! Ben şimdi kimin kabahatli olduğunu anlarım!" dedi ve şöyle ilave etti: ,,Eğer, Yusufun gömleği ön taraftan yırtılmış ise, kadın doğru söylüyor, Yusuf yalancıdır. Şayet gömlek arkadan yırtılmış ise, kadın yalan söylüyor, Yusuf doğrudur!.."
   Zeliha'nın kocası, Yusufun gömleğini yokladı, gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu gördü. Bunun üzerine Yusufun doğruluğuna, karısının yalan söylediğine kanaat getirdi ve hanımına dönerek, ,,Bu masum gence bir kötülük kastedilmiştir. Bu, sizin işinizdir. Sizin hile ve şerrinizden bu beridir. Kadın değil misiniz! Hileniz pek büyüktür!.." dedi ve Yusufa dönerek:
   ,,Sen de bundan, bu hadiseyi ona buna söylemekten, bunu nâs arasında yaymaktan kaçın; bunu sakın kimseye söyleme! Senin doğruluğun anlaşılmıştır!.." dedi ve tekrar karısına dönerek:
   ,,Ey kadın! Sen de tevbe ve istiğfar et! Yusuf'a yalan yere iftira ettin. Kabahatin büyüktür. Hak Teala'dan af dile! Muhakkak ki günaha girenlerden oldun..." diyerek ona nasihatta bulundu.
   Bir şey, iki dudak arasından çıktı mı veya en azından iki adamdan bir üçüncüye geçti mi artık onun yayılmamasına imkân yoktur. Fısıltı halinde kulaktan kulağa duyulur ve yayılır.
   Yusuf-Zeliha hadisesi de öyle oldu. Her ne kadar bu hadise gizli tutulmak istendi ise de, aynı zamanda Yusuf da kimseye bunu
söylemedi ise de bu haber kulaktan kulağa yayıldı. Mahallenin kadınları Zeliha'yı kınamaya ve bunun dedikodusunu yapmaya başladılar. Nasıl olur, dediler: ,,Zeliha, bir devlet adamının karısı olsun da kölesine tenezzül etsin, ona âşık olsun! Bu hiç olur mu?!. Görülmemiş şey! Bir türlü ona bu hareketi yakıştıramadık. Yoksa bu kadın şaşırmış mı?!." gibi laflar edip duruyorlardı.
   Zeliha, kadınların kendi hakkındaki dedikodularını işitti.
Kendisini mazur göstermek istedi ve bunun için bir plan hazırladı. Planı şöyle hazırlamıştı: Mahallenin kadınlarına davetçi gönderir, evini donatır, oturacakları koltukları yerleştirir. Çeşitli yemeklerle, renga-renk meyvelerle sofrayı süsler, misafir kadınları sofranın başına oturtur ve her birinin eline bir bıçak verir.
   Sayıları otuz beş kadar olan misafir kadınlar, yemek yemeye, meyvelerini bıçaklarıyla doğramaya başladıkları bir sırada Yusuf'u çağırır ve kadınların karşısına diker. Misafir kadınlar Yusuf'u görünce onun güzelliğine hayran olarak yürekleri ,,cız" eder, kendilerinden geçerler, gözleri Yusuf'un yüzünde kalır, ne yaptıklarını unuturlar, ellerindeki bıçaklarla meyve yerine ellerini, parmaklarını keserler.
   Fakat ne ellerinin acısını duyarlar ne de oraların kana boyandığını fark ederler ve şöyle derler: ,,Bu, bir insan değil, bu, bir melektir, hem de meleklerin güzeli!"
   Zeliha, işte tam bu sırada kadınlara yüklenir; kendisini kınayan ve dedikodusunu yapan bu kadınlara sitem ederek der ki: ,,Hakkımda dedikodusunu  yaptığınız ve, kendisine âşık olduğumdan dolayı, beni ayıpladığınız işte bu delikanlıdır, bu gençtir. Bunun bu güzelliğini vaktiyle görmüş olsaydınız, elbette bana hak verecektiniz. Siz, daha bir defa görmeğe tahammül edemediniz, kendinizden geçtiniz, bıçaklarla ellerinizi doğradınız da haberiniz olmadı, acısını bile duymadınız. Yemin ederim ki, ben ondan muradımı istedim ama o kaçtı, günaha girmek istemedi, isteğimi yerine getirmezse elbette zindana atılacaktır..."
   Bu manzara karşısında misafir kadınlar, Zeliha'yı mazur gördüler, ona hak verdiler. Yusuf'a da, Zeliha'nın teklifini kabul etmesini, tavsiye ettiler...
   Yusuf, hiç böyle bir şeyi kabul eder mi? O, bir peygamber adayıdır; ileride peygamber olacaktır, insanlara insanlığı öğretecek,
onlara yol gösterecektir. Haysiyet ve şerefin, ırz ve namusun korunmasını tavsiye edecektir. İleride vazifesi böyle olan bir zat, nasıl da bir kadının namusuna dokunur, evinde beslendiği, himayesinde büyüdüğü kimsenin ailesine ihanet eder, onun şerefiyle oynar...
   Evet, insan şerefiyle yaşar, namusuyla yaşar. Namus elden giderse, şerefi ayaklar altına alınırsa, artık onun için yerin altı üstünden hayırlıdır. Can feda edilir, mal feda edilir. Fakat namus asla feda edilmez. Namusu koruma yolunda ölenler, hem dillere destan olurlar hem de şehit olurlar. İşte bu sebepledir ki, Hz. Yusuf son derece titiz davranmış; gerek kendi namusuna gerekse ailenin namusuna toz kondurmak istememiş ve bunun için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Misafir kadınların da tavsiyelerini dinlememiş, Allah'a sığınarak şöyle dua etmişti: ,,Rabb'im! Benim için, beni davet ettikleri şeyden zindana girmem daha sevimlidir. Zindana gitmeğe razıyım, fakat bunların teklifini kabule razı değilim. Rabb'im! Sana sığınırım. Eğer benden bu kadınların hilelerini bertaraf edip beni korumazsan, onlara meyleder, arzularını yerine getirmiş olurum da cahillerden olmuş olurum. Irz ve namusa tecavüz etmenin fenalığını ve sebep olacağı korkunç azabı bilmeyen beyinsizlerden olurum!.."
   Ciddi ve samimi bir sekide yapılan böyle duaları Allah kabul etmez mi? Elbett eder; kendisine sığınanları elbette korur ve korumuştur. Yusuf'un da duasını kabul etmiş ve korumuştur.
   Yusuf zindana atılmış, senelerce zindanda kalmış, nice sıkıntılar çekmiştir. Fakat, Rabb'isinin yardımıyla namusa tecavüz etmemiş, kendi namusuna da toz kondurmamıştır. Zaman gelmiş, zindandan çıkarılmış, kendisine devlet idaresinde mühim mevki verilmiş, maliye bakanı olmuştur. Zeliha'nın kocası bu sıralarda öldüğünden Zeliha da Hz. Yusuf'a hanım olma şerefine ermiştir.
   Bu kıssanın sonunda bir noktaya işaret edelim: Normal zamanlarda, hele fırsat düşmediği zamanlarda herkes namusunu koruyabilir. Fakat bu, o kadar mühim değil. Esas mühim olan fırsat düşer, imkân hasıl olur, karşı taraf razı olur, hatta ısrar eder. Artık ortada hiçbir engel kalmaz. İşte böyle bir sırada kendine hakim olabiliyor mu? Namusunu koruyup Yusuf gibi olabiliyor mu? Bütün marifet burada! Sağlam iman burada kendini gösterecek,  gerçekten Allah'tan korktuğunu burada isbat edecektir ve nihayet imtihanı burada kazanacaktır.
   Kendisine böyle bir fırsat düşüp de Allah'tan korkanlar, böyle bir imtihanda başarı kazanıp namusunu koruyanlar var ya, Cenab-ı Hakk, dünyada bunların üzerine, kapılar kilitlenmiş olsa dahi, onları açarak çıkış yollarını gösterir; ahirette ise kendilerine bir değil, iki cennet lütfeder. Kur'an-ı Kerim bu gerçekleri şöyle anlatır: ,,Kim, Allah'tan korkup (günahtan) korunursa, Allah ona bir çıkış yolu yaratır ve onu, hatıra gelmeyen yerden, rızıklandırır ve Allah'a güvenene Allah yeter!.." Talak, 2-3
   ,,Rabb'isinin makamından (huzurundan) korkup (da bilhassa fırsat düşmüşken günah işlemeyen) kimseye iki cennet vardır!" Rahman, 46

    5-Belkis Hanım:
  
Kur'an-ı Kerim'de kendilerinden bahsedilen kadınlardan biri de Belkis Hanım'dır. Belkis Hanım Hz. Süleyman zamanında yaşamıştır. Belkis Hanım, bu devirde Yemen devletinin padişahlığını yapmakta idi. Kendisi ateşperest idi, yani ateşe tapanlardandı.
   Kur'an'da kendisinden söz edilişi, Süleyman Aleyhisselam'la ilgilidir. Aralarındaki macera şöyle başlamıştır:
   Davut Peygamber vefat edince, yerine oğlu Süleyman Peygamber geçer. Peygamberlikle hükümdarlığı bir arada birleştiren Hazreti Süleyman, Beyt-i Mukaddes'i yaptırır. Sonra Kudüs'e bir hükümet sarayı inşa ettirir. Doğu ve batıdaki bir çok hükümdarlar ona hürmet ve itaat ederler. Süleyman Peygamber, bir ara Mekke'ye de gitmişti. Oradan Yemen'e gitmek istiyordu. Beraberinde insanlardan, hayvanlardan, kuşlardan ve cinlerden meydana gelen bir ordu bulunuyordu. Bu arada Hüdhüd kuşunun yeri ve vazifesi mühimdi. Yerlerin altındaki suları görür, orduya kılavuzluk yapardı.
   Birgün, yolculuk esnasında susuz bir yere gelinmiş, suya ihtiyaç hissedilmişti. Hüdhüd aranır fakat yerinde bulunmaz. Süleyman Aleyhisselam, Hüdhüd'ün izinsiz olarak ordudan ayrıldığını anlayınca, ,,O, cezayı hak etti. Ona şiddetli bir ceza vereceğim veya onu keseceğim..." dedi ve ilave etti: ,,Meğer ki meşru bir mazaretle gelsin, kendisini haklı çıkaracak bir delil göstersin. O zaman cezadan kurtulur..."

   Derken Hüdhüd geldi. Hz. Süleyman'ın huzuruna, tam bir saygı ile girdi ve kendini mazur göstermek için hemen söze başladı, kendisinin mühim ve faydalı bir haber getirdiğini söyledi ve şöyle dedi: ,,Ey hükümdar! Sizin vakıf olmadığınız ve her tarafiyle bilemediğiniz bir memleketin, her tarafını gezdim ve gördüm, her vaziyetinden haberdar oldum. Ve sana mühim bir hizmette bulunmak istedim. İşte, sana Sebe devletinden mühim bir haber getirdim."

   Anlatıldığına göre, Hz. Süleyman'ın yemek ve namazla meşgul olduğu bir sırada Hüdhüd uçup havaya yükselmiş, dünyanın birçok tarafını gözden geçirmiş, bu arada Sebe şehrini, Belkis adındaki kadın hükümdarın saray ve saltanatını görmüş, onun büyük bir debdebe ve ihtişama sahip olduğunu bilmişti.

   Hüdhüd, gördüklerini şöyle anlattı: ,,Ben, Sebe milleti arasında bir kadın gördüm, milletine hükümdarlık yapıyor, onların başkanı bulunuyor. Ve bu kadın o kadar zengin ki, ona her şey verilmiş, büyük bir tahtı da var. Bu taht, altun ve gümüşle işlenmiş, çeşitli mücevherat ile süslenmiştir. Kendisinin de milletinin de Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, bunların bu çirkin hareketlerini güzel göstererek, onları doğru yoldan saptırmıştır. Onları öyle yapmış ki, artık hidayet yolunu bulamaz, göklerde ve yerlerde gizli kalanları ortaya çıkaran Allah'a secde edemez olmuşlar."

   Hüdhüd'ün bu ifadesi üzerine Hz. Süleyman ne yapıyor? Hüdhüd'e bir mektup verip Sebe hükümdarına gönderecek ve bu suretle, hem Hüdhüd'ün getirdiği haberin doğru olup olmadığını meydana çıkaracak hem de hükümdarı ve onun adamlarını dine davet edecektir. İşte bunun için Hz. Süleyman Hüdhüd'e:

    - Şimdi seni tecrübe etmiş olacağız; doğru mu söylüyorsun, yoksa yalancılardan biri misin? Şu mektubu al, daha durma, koş. Mektubu götürüp Sebe hükümdarına bırak! Sonra onlardan gizlen, gizlice onlara bak; mektubu okuyunca ne yapacaklar, aralarında ne konuşacaklar ve ne gibi karara varacaklar?..

   Hüdhüd, mektubu alır, yıldırım hızıyla Sebe şehrine gider. Mektubu, Belkis'in eline geçebileceği sarayın bir yerine bırakır. Mektubu alan kadın hükümdar, hemen onu okur ve Hz. Süleyman'ın mühürünü görünce, onun büyük ve kuvvetli bir hükümdar olduğunu anlayarak titremeye başlar. Yanındakilere hitaben:
   - Muhterem arkadaşlarım! Bana çok şerefli bir mektup geldi. Bu mektubu, şan ve saltanatı pek büyük bir hükümdar göndermiş.
   Evet bu mektup Süleyman tarafından yazılmış, Rahman ve Rahîm olan Allah adıyla başlamıştır. Bu zat, mektubunda bize şunları yazıyor:
   ,,Bana karşı kibirlenmeyin, böbürlenerek teklifimi reddetmeyin; bilakis teklifimi kabul ederek müslüman olun ve islam'ın şerefiyle şereflenerek bana gelin!.."
   Kadın hükümdar bundan sonra ne yapıyor? Meselenin müzakeresini yapıyor, adamlarının fikirlerini soruyor ve diyor ki:
   - Ey ileri gelenler! Bu mesele hakkında bana fetva veriniz, fikir veriniz, yol gösteriniz! Mesele çok mühimdir; sizlere danışmadan
bir karar vermek istemedim. Fikirlerinizi lütfen söyleyiniz; karşı mı koyalım, yoksa teklifi kabul mü edelim?
   Hükümet erkânı ve memleketin ileri gelenleri fikirlerini açıkladılar ve:
  
- Biz güçlüyüz, kuvvetliyiz. Ordumuz, silahımız vardır; karşı koyabiliriz. Savaşmak için cesaretimiz, maharetimiz vardır. Yine de sen bilirsin, emir senindir. Nasıl emredersen biz senin emrindeyiz... dediler.
   Kadın hükümdar, savaşın ne demek olduğunu, nice insanların ölümüne, nice ailelerin yıkılmasına, nice şehirlerin harabeye yüz tutmasına sebep olacağını oradakilere anlatmak üzere:
   - Şüphe yok ki, hükümdarlar, savaş yoluyla bir şehre girdikleri vakit, o şehri perişan ederler. Bilhassa şehrin ileri gelen sakinlerini öldürür veya esir ederler. Alelade hükümdarların yaptıkları budur. Bir de onun emrindedir. Bunlarda o hükümdarın ordusunda vazife almışlardır. Bu hükümdar ne yapamaz ki?!. Her şey yapabilir! Buna karşı çıkmak akıl kârı değildir, bizi perişan eder. Yıkılır, yok olur gideriz. Bu noktayı da çok iyi düşünmemiz lazımdır, dedi ve ilave etti:
   - Şimdi ben, onlara büyük bir hediye ile bir heyet göndereceğim. Bakalım ne yapacaklar, nasıl karşılayacaklar, nasıl bir tavır takınacaklar? Hediyeleri kabul mü edecekler, yoksa geri mi çevirecekler? Ona bakacağız, ona göre tedbirimizi alacağız...

   Rivayete göre kadın hükümdar, hediye olarak bir çok köleler, cariyeler, altun ve gümüş, kıymetli kumaşlar göndermiştir.

   Bunları göndermekten maksadı şu idi: Mektubu gönderen hükümdar, peygamber mi, değil mi? işte bunu anlamak! Peygamber ise hediyeleri kabul etmez, peygamber değil ise kabul eder. Bunu anlamak istiyordu. Bundan sonra kesin kararını verecekti.

   Hediyeler gelince Süleyman Aleyhisselam, onlara hiç iltifat etmemiş, dönüp bakmamış ve şöyle demişti:

   - Bana bir mal ile mi imdat ediyorsunuz? Böyle adi şeylere benim ihtiyacım yoktur. Allah'ın bana verdiği mülk ve saltanat, makam ve peygamberlik, size verdiğinden çok çok üstündür. Belki sizler böyle şeylere sevinirsiniz. Dünya varlığından başka bir şey düşünmediğiniz için, mallarınızın artmasından hoşlanırsınız. Bir peygamberin ise böyle şeylere ihtiyacı yoktur. Allah ona din vermiş, diyanet   vermiş,   peygamberlik   gibi   kudsî   bir  şerefle şereflendirmiştir. Hediyeleriniz size olsun!..

   Sonra, gelen heyetin başkanına dönerek:

   - Haydi, sen geri dön! Gönderdikleri hediyelerini kabul etmediğimi onlara anlat! Allah'a yemin ederim ki; büyük bir ordu ile üzerlerine yürüyeceğim. Bu ordunun karşısında onlar tutunamıyacaklar, güç yetiremiyeceklerdir. Onların altlarını üstlerine getiririz, taç ve tahtlarını başlarına yıkarız. Kendilerini esir eder, vatanlarından çıkarırız, perişan olurlar!..

   Hediyeleri getirenler gerisin geriye dönerler. Hediyelerinin kabul edilmediğini, Hz. Süleyman'ın nasıl bir haber gönderdiğini kadın hükümdara bir bir anlatırlar. Kadın hükümdar, bunlardan Süleyman Aleyhisselam'ın sadece bir hükümdar olmayıp aynı zamanda peygamber olduğunu anlamış, ona teslim olmaktan başka çare olmadığı kanaatine varmış ve birçok kimselerle birlikte Hz. Süleyman'ı ziyaret etmek üzere derhal yola çıkmıştır.

   Belkis ve etrafı, yolda geledursun; biz Süleyman Aleyhisselam'ı dinleyelim: Hz. Süleyman, kadın hükümdarın, teslim olmak üzere, bir heyetle birlikte gelmekte olduğu haberini almıştı. Şimdi onlara bir mucize göstermek ister. Belkis hanım, daha Kudüs'e varmadan tahtının Kudüs'e gelmesini emreder. Yanındakilere şöyle teklif eder: içinizden hanginiz, Sebeli'ler, müslürnan olarak gelmeden önce, kadın hükümdarın tahtını buraya getirecektir? Bu teklife ilk önce, cin taifesinden İfrit cevap verir ve der ki:
   ,,Daha sen, makamından ayrılmadan, yani mesai bitmeden önce, o tahtı sana, ben getireceğim. Bu vazifeyi bana havale et. Bunu ben hakikaten yapabilirim. Gücüm buna kâfidir. Bundan emin olunuz!"
   Süleyman Aleyhisselam, tahtın, daha az zamanda gelmesini arzu buyurduğu için, oradakilerden derin ilim ve irfan sahibi bir zat dedi ki (Rivayete göre bu zat, Hz. Süleyman'ın veziri Asif b. Berhiya):
   ,,Ben, o kadın hükümdarın tahtını, sen, gözünü baktığın şeyden daha çevirmeden buraya getiririm!" derken taht geliverdi. Bunu gören Süleyman Aleyhisselam:
   ,,Bu, benim Rabb'ımın fazlıdır, bana verdiği bir nimettir. Bununla beni imtihan ediyor; şükür mü edeceğim, yoksa nankör mü olacağım. Nimete şükreden kendi için şükretmiştir ve kendi menfaatine olmuştur. Şayet nankör olursa zararı kendine aittir. Onun şükretmesine Rabb'ımın ihtiyacı yoktur!" dedi.
   Taht, bir mucize olarak geliverince, Süleyman Aleyhisselam hizmetçilerine şöyle dedi: ,,Şehrimize gelen Belkis Hanım'a karşı tahtını biraz değiştirin, bazı yerlerine değişik şekiller verin. Bakalım onu tanıyabilecek mi, yoksa tanıyamayacak mı? Ne dersiniz?"
   Kadının cevabı şu oldu:
   ,,Bu sanki o! Aralarında birfark görmüyorum." İlave ederek: ,,Evet, ne demek istediğinizi anlıyorum. Bunu bana bir mucize olarak gösteriyorsunuz. Doğrudur; ben buna inanıyorum. Esasen, daha önce de, bu hususta malumat edinmiştik; bizim, sizin bir Peygamber olduğunuza ve Allah'ın kudretiyle nice mucizeler gösterdiğinize dair bilgimiz vardır. Hüdhüd'ün mektubu getirmesi, hatta Hüdhüd'le konuşmanız, cinlere, kuşlara hükmetmeniz ve onları emrinizde çalıştırmanız, evet işte bütün bunlar birer mucize! Biz bunları gördük ve öğrendik. Artık biz de, sizin bir Peygamber olduğunuza, Allah tarafından gönderilmiş bulunduğunuza inandık, iman getirdik ve nihayet artık biz, islamiyet'i kabul edip müslüman olduk..."
   Bundan sonra misafir kadın, saraya davet edildi, içeri girmesi için ,,Buyurun!" dendi. Hanım, sarayı görünce onu derin bir su zannetti de baldırlarını açıverdi. Halbuki o sarayın güzergâhı beyaz, şeffaf billurdan bir tabaka ile döşenmiş olup altından su akıyordu. Altında su bulunan o ince cam tabaka, adeta deniz manzarasını andırıyordu. İşte böyle bir binanın önüne gelip onu görünce, onu muazzam bir su sandı, oradan geçmek için bacaklarını açıverdi. Bunu gören Hz. Süleyman, Hanım'a seslendi ve, ,,Senin su sandığın gerçekten su değildir; camlardan döşenmiş, düz ve açık bir yerdir. Binaenaleyh, Öyle açılmaya lüzum yoktur!" dedi.
   Belkis Hanım, çok zeki ve çok akıllı bir kadındı. Sözünü, sohbetini bilir, oturmasını, kalkmasını yerli yerinde yapardı. Onun küfür içinde kalışı, güneşe tapması, kâfir bir milletin, cahil bir muhitin içinde yetişmiş olmasındandır. Kendisine dinî yönden, gerçekleri gösteren olmamıştır. Fakat, gerçekleri görünce küfürde, hatada ısrar etmedi; derhal müslüman oldu ve Cenab-ı Hakk'a şöyle dua etti:
   ,,Ya Rabb'i! Ben senden başkasına ibadet etmekle kendime zulmetmiştim. Şimdi anladım, aklım başıma geldi. Şimdi gerçekler gözümün önünde parlıyor. Hz. Süleyman'a inandım; o, senin tarafından gönderilen bir peygamberdir. Buna kanaat getirdim ve onunla birlikte müslüman oldum!.."
Neml Suresi'nin tefsirinden 
daha fazla malumat alınabilir.

   Hz.Meryem
  
Hz. Meryem İmran'ın kızı ve Hz. İsa'nın anneleridir. Meryem'in hal ve hareketi, oğlu Hz. İsa ile olan ilgisi çok yanlış yorumlara sebebiyet vermiş, hakkında çok aşırı ve birbirine taban tabana zıt fikirler ileri sürülmüş, yanlış konuşmalar yapılmıştır. Bir kısım insanlar (hıristiyanlar) Meryem'i haddinden fazla büyütmüşler, kendisine (Ana Allah), oğluna da (Oğul Allah) diyecek kadar ileri gitmişlerdi. Bir kısım insanlar (yahudiler) de Hz. Meryem'i küçültmüşler; ona fahişe, oğluna da veled-i zina diyecek kadar iftira yapmışlardır. Bereket versin; Kur'an-ı Kerim geliyor, Meryem valideye de, onun oğlu İsa'ya da lâyık oldukları ve üzerinde bulundukları makam ve mevkileri beyan ediyor, gerçek hüviyetlerini anlatıyor, onları, hiç de yakışık almayan sözlere konu olmaktan kurtarıyor.
   Kur'an-ı Kerim'in bir çok yerinde kendisinden söz edilen Meryem Hatun'un hayat hikâyesi şöyle başlar:
   İmran'ın karısı Hanne, ihtiyarlamıstı, Bir gün bir ağacın gölgesinde otururken, bir kuşun yavrularına bir şeyler yedirdiğini ve onlara kanat gerdiğini görmüş, analık şefkatinin ne kadar büyük olduğunun kanaatine varmış, kendisinde de anne olmak hevesi uyanmıştı. Ve şöyle dua etmişti:
   ,,Ya Rabb'i! Şayet bana bir çocuk ihsan edersen, nezrim olsun; onu Mukaddes Beyt'e hizmetçi vereceğim, senin mabedine teslim edip dünyadan ve dünya işlerinden alâkasını keseceğim. O yalnız sana kul olacak ve içinde, yalnız sana ibadet yapılan, mescide hizmet edecektir. Duamı kabul buyur, dileğimi yerine getir! Çünkü Sen duaları işiten, niyyetleri bilensin!"
Al-i İmran, 35
  
Cenab-ı Hakk onun duasını kabul eder, ihtiyar yaşta ona bir çocuk verir. Ancak, o, erkek bir çocuk beklerken kız doğar, Rabb'isi ona kız evladı verir. Karnındaki çocuğun kız olarak dünyaya geldiğini görünce der ki:
   ,,Ya Rabb'i! Ben bunu kız doğurdum. Kız ise hizmetçi olarak mescide verilmez; (Oğlan olması lazımdı? Ben nezrimi ne yapacağım, adağımı nasıl yerine getireceğim?) Ya Rabb'i! Ben ona Meryem adını verdim. Onu da neslini de sana havale eder, şeytanın şerrinden onları korumanı sana arz ederim."
Al-i İmran, 36
 
  Evet, Meryem'in validesi böyle demişti. Çünkü kadınların, mescid ve camilerin hizmetinde bulunmaları, bir kaç yönden sakıncalı idi. Bir kerre kadınlar, zaman zaman adet görürler, yıkanmadan camiye giremezler. Cami hademesi, her vakit erkeklerle haşir neşir olacaktır, onlara karışacaktır. Bu hal ise kadınlar için yakışık almaz. Keza kadınlar; zeka ve tedbirde erkekler kadar değildir...
   Meryem, bir gül gibi hızla gelişiyordu. Meryem'in babası vefat ettiğinde onun görülüp gözetilmesini, terbiye edilip büyütülmesini teyzesinin kocası Zekeriya Peygamber üzerine almıştı.
   Rivayete göre, Hanne, Meryem'i doğurduktan sonra, onu bir beze sararak Mescid-i Aksa'ya götürür, Mescid-i Aksa'da din âlimlerinin yanına bırakır ve, ,,Bu, bir adaktır, bunu kabul ediniz!.." der.

   Meryem'in babası İmran, muhterem bir insan olduğundan Mescid-i Aksa'daki din âlimlerinden her biri onun kerimesine bakmayı bir şeref telakki edip Meryem'i kendi evine götürüp bakmak istemişti. Fakat aralarında anlaşamadılar. Nihayet kura çekmeye karar verdiler. ,,Kura kime isabet ederse, bu kız çocuğuna, o bakacak" dediler.

   Bunun için Ürdün ırmağının kenarına gittiler, kalemleri suya attılar. Hangisinin kalemi suyun yüzüne çıkıp durursa, işte o, Meryem'i evine götürüp besleyecekti. Bunların içinden yalnız Zekeriya Peygamberin kalemi su yüzüne çıkar ve durur. Diğerlerinin kalemlerini su alıp götürür. Artık buna kimse bir şey diyemez olur. Meryem de teyzesinin kocası Zekeriya Aleyhisselam'ın evine götürülür.

   Meryem, büyüyüp artık genç bir kız haline gelince, Zekeriya Aleyhisselam, Mescid-i Aksa'da merdivenle çıkılır yüksek bir çardak yapar. Sonra Meryem'i buraya bırakır. Çardağın kapısını kilitler, anahtarı cebine kor ve ekmeğini, suyunu yalnız kendi götürüp eliyle verir, bir başkası onun yanına çıkamazdı.

   Zekeriya Aleyhisselam, Meryem'in yanına her ne zaman girerse, orada çeşit çeşit nimetler görürdü. Yaz mevsiminde kış meyveleri, kış mevsiminde de yaz meyveleri görürdü. Bir gün Hz. Zekeriya, ona:

    -Ey Meryem! Bunlar, bu nimetler sana nerden geliyor? (Halbuki kapı kapalıdır, benden başkası buraya giremiyor. Bu nasıl oluyor?..) diye sordu. Meryem:

   -Bunlar bana Allah tarafından geliyor (bunları bana Rabb'im gönderiyor). Allah, dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır diye cevap verdi. Al-i İmran, 37

   Evet, hanım kardeşlerim! Bu, bir kerametti. Hz. Meryem keramet sahibi idi, Allah dostu olup rütbeli ve ileriden birisi idi. Rabb'isi de ona o nimetleri cennetten gönderiyordu. Allah, herşeye kadirdir; dilediği zaman dilediği kuluna keramet verir, mucize gösterir, isterse hesapsız bir surette rızık verir. Ve buna bir şey demeğe kimsenin hak ve selahiyeti yoktur. Hz. Meryem'e Cenab-ı Hakk, daha nice ikramda bulunacak, kendisinde ve çevresinde birçok mucizevârî harikalar gösterecektir.
  
Bir gün, melekler, ona şu müjdeyi getirdi:
   ,,Ya Meryem! Şüphesiz ki, sana Allah üstün değer verdi, seni şereflendirdi, başkalarına nasib etmediği nimeti sana nasib etti. Şimdi sen, ibadetine devam et, secdeye var, rükû edenlerle beraber rükû yap! Ey Meryem! Rabb'in sana bir kelime ile müjde veriyor ki, onun adı Meryem oğlu Mesih İsa'dır. O, dünyada da ahirette de büyük bir şeref sahibidir. (Allah senin oğluna dünyada peygamberlik verecek, ona birçok mucizeler ihsan edecektir. Ahirette ise peygamberler için hazırlanan makamlara yükselecek.) Allah katında mukarraplerden olacaktır. O, insanlara beşikte iken de yetişkin iken de konuşacaktır. Ve nihayet o, doğru ve dürüst insanlardandır..."
Al-i İmran, 42-47
   
Meleklerin bu haber ve müjdelerine karşı Hz. Meryem şöyle dedi:
   ,,Rabb'im! Benim nasıl çocuğum olur, nasıl çocuk doğururum? Halbuki, bana insan dokunmamıştır. (Bana meşru veya gayri meşru bir kimsenin eli değmemiştir.)"
 
  Melek, ona:
  
,,Ya Meryem! Böyle; Allah, öyle diyor ve öyle diliyor. Allah her dilediğini yaratır. Hem o, bir şeyin olmasını diledi mi, ona sadece ,,0l" der. O da derhal olur. Hem de senin oğluna kitap, hikmet öğretecek, Tevrat ve İncil'i belletecektir. O'nu İsrailoğulları'na peygamber gönderecektir. İsrailoğulları'na peygamber olarak gönderildiğinde onlara şöyle diyecektir:
   ,,Ben size Rabb'iniz tarafından şu mucizelerle geldim: Çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üfürürüm. O, Allah'ın izniyle bir kuş olur; Anadan doğma körün gözünü açar, alaca hastalığa tutulanı iyi ederim. Ve yine Allah'ın izniyle ölüleri diriltir, evlerinizde ne yediğinizi, ne biriktirdiğinizi size haber veririm..."
Al-i İmran, 47-49
  
Meryem, teyzesinin kendisine tahsis ettiği hücreye arasıra çekilir, orada yıkanırdı. İşte günlerden bir gün burada bulunuyordu. Tam bu sırada Cebrail Aleyhisselam, bir insan suretinde, orada görünüverdi. Meryem, onu bir insan zannederek korktu ve titremeye başladı. Ona şöyle seslendi:
   ,,Ben senden Allah'a sığınırım. Merhamet sahibi Rabb'im beni korusun! Sen gerçekten Allah'tan korkan bir kimse isen yanımdan çekil! Bana yaklaşma!.."
Al-i İmran, 16-18
  
Cebrail Aleyhisselam, kendisinin melek olduğunu, Allah tarafından geldiğini, tertemiz bir oğul bağışlayacağını bildirdi ve korkmamasını söyledi. Meryem:
   - Bu, nasıl olur, benim nasıl oğlum olur, ben bir oğul anası nasıl olabilirim?!. Halbuki benim kocam yok, ben kocaya varmış değilim. Ve ben bir iffetsiz de değilim, namusumu son derece koruyan bir insanım, dedi.
   Hanım kardeşlerim, şu noktayı da çok iyi bilmeleri lazımdır: Meryem bir çocuk doğuracaktır. Bu çocuk babasızıdr. Babası hakikaten yoktur. Anası onu kız (bakire) olarak doğuracaktır. Meryem, hiçbir kimse ile evli değildi. Amcasının oğlu Yusuf'la nişanlı olduğu söylenirse de bu, sağlam bir kaynağa dayanmaz. Kur'an-ı Kerim'e göre, Meryem'in ne bir kocası vardır, ne de ona bir yabancının eli dokunmuştur. Bu, Allah'ın kudretine nazaran uzak görülemez, inkâr edilemez.
   Esasen, insanın yaratılışında dört şekil göze çarpmaktadır: Birincisi, anasız-babasız yaratılmaktır, Adem babamız gibi; ikincisi, anasız olarak yaratılmaktır, Havva validemiz gibi; Üçüncüsü babasız olarak yaratılmaktır, Hz. İsa gibi; Dördüncüsü ana da var, baba da var, ekseri insanların yaratılışı böyledir.
   Evet, babasız çocuğun doğması, ilk bakışta çok tuhaf gelir, insan buna inanmayacak olur. Fakat Allah'ın kudret ve iradesi düşünülürse, her şeyi maddesiyle de şekliyle de, O'nun yarattığı gözönüne getirilirse, babasız bir insanı yaratması pek tabii bir şeydir. Yeter ki dilesin! Dilerse insandan da bir insan yaratır, taştan da bir insan yaratır. Nitekim ilk insanı topraktan yaratmıştır.   Bunu uzak görenlere veya inkâr yoluna sapanlara ne demeli, ne söylemeli?!. Onlara şöyle cevap vermeli:
   “Siz, daha Allah'ın kudret sıfatını henüz hakkıyle bilmiyorsunuz; O'na olan inancınız tam değildir. Bunun için inkâra sapıyorsunuz!.."
   Nitekim: Bu haberi getiren melek, hem Meryem'in sorularını cevaplandırmak, hem de bunu uzak görenlere, inkârla karşılayanlara cevap vermek üzere, şunları ilave etmişti:
   ,,Bu, benim kendi sözüm değildir; Bu, Allah'ın gönderdiği bir haberdir ve bunu yapmak Allah'a çok kolaydır.
Hem bu, insanlara bir mucize, bir ibret levhası olacak, hem de bir rahmet olacak. Esasen buna dair kesin hüküm de verilmiştir..."
   Artık, takdir-i ilahî kendini göstermeye başladı.
Melek, Meryem'in gömleğinin yakasından içeri üfledi. Bunun üzerine Meryem Hz. İsa'ya hamile kaldı. Daha yaşı on üç olan Hz. Meryem, hemen ailesinden uzak bir mahalle çekilip gitti. İhtimal ki, öyle ansızın gebe kalmasından dolayı utanacağını hissederek başkalarının gözünden uzaklaştı.
   Derken doğum hareketi başladı. Bir hurma ağacının altına gitmeye mecbur oldu. Rivayete göre mevsim kış idi, ağaç kupkuru bir halde bulunuyordu. Hz. Meryem, işte bu ağacın altında saklanıp çocuğunu başkalarına göstermeksizin, doğurmak istemişti. Ağacın altına gelince kendi kendine şöyle demişti:
   ,,Ne oldu bana? Keşke bundan evvel ölmüş olsaydım, hatta unutulup terk edilseydim de bugünü görüp kimsenin hatır ve hayaline gelmeseydim!"
   Hz. Meryem, o muhterem hanım, bir taraftan tertemiz bir oğula sahip olacağına sevinirken, bir taraftan da halktan utanacağından ve halkın dedikodusuna uğrayacağından böyle bir temennide bulunmuştu, ,,Keşke bugünü görmeseydim!" demişti. İşte Meryem, böyle bir sıkıntı içinde bulunup üzülürken aşağısından biri ona seslendi. İhtimal ki bu seslenen doğmakta olan çocuktu ve şöyle diyordu:
   “Anneciğim! Sakın sen, mahzun olma, kederlenip üzülme!.. Muhakkak ki senin Rabb'in senin alt tarafından bir su, bir ırmak meydana getirdi. Bunu senin için,
sana ikram olsun diye meydana getirdi. Şu altında bulunduğun kurumuş, meyvesiz duran hurma ağacını kendine doğru silkele! Kurumuş olan bu ağaçtan böyle bir kış mevsiminde üzerine taptaze hurma dökülüversin!
   Ya Meryem! Artık o taze hurmadan ye, akmaya başlayan ırmaktan da ! Açlığını ve susuzluğunu gider. Gözün aydın olsun! Artık sen tebrike layıksın! Manevî bir zevkle yaşa!.. Ve ey saygıdeğer Meryem! İnsanlardan birini görürsen, de ki: Ben Rahman için, bana bu kadar nimetleri ihsan eden Rabb'im için oruç tutmayı nezrettim. Sükût orucu tutuyorum. Artık kimse ile konuşmayacağım... diye işaret et!"
   Bu teselli, bu tavsiye ve bu tebrikler karşısında Meryem Hanım, artık sarsılmıyor, endişe duyup üzülmüyor; tersine haz duyup
seviniyordu; sevinçli idi.
Doğurduğu çocuğu kucağına alarak insan içine çıktı. Bunu gören yahudiler, alıp yürüdüler. Bunun dedikodusunu yapmaya başladılar. Meryem'e çıkışıp şöyle dediler:
  
,,Sen genç, kocasız bir kız olduğun halde bu çocuğu nereden çaldın, kimle düşüp kalktın?!.
Senin baban kötü bir insan değildi, annen de fahişe değildi. Sen nereden türedin? O şerefli ailenin yüzünü kara ettin!.."
  
Bütün bunlara Hz. Meryem cevap vermedi; onlara, cevap versin diye oğluna, beşikteki çocuğa işaret etti, kendisinin yüzünü aşağı almak isteyenlere çocuğun cevap vermesini istedi. Buna karşı o kimseler fenâ halde kızdılar. ,,Bizimle, alay mı ediyorsunuz? Özrün kabahatinden büyük! Biz, daha beşikte bulunan, bir bebekle nasıl konuşabiliriz? Bu nasıl bir sözdür?!.." Bunlar böyle konuşa dursun, öbür taraftan beşikteki çocuk dile geldi, oradakilere hitaben şöyle dedi:
   ,,Ben, şüphe yok ki, Allah'ın kuluyum; ben de o keremi bol olan Yaratıcı'nın mahlûkuyum ve ancak O'na ibadet ederim. O'ndan başkasına ibadette bulunmam. O, bana kitap verdi, beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı, mucizelerle bereketlendirdi. Yaşadığım müddetçe bana namaz ile, zekât ile emretti. Beni anneme itaatkâr kıldı, beni zorba, isyankâr kılmadı, Allah'ın selamı benim üzerimdedir. Rabb'im beni daima selamette yaşatacak, kimse bana zarar vermiyecektir. Bu selamet benim için takdir edilmiştir; doğduğum günde selametteyim, şeytan bana zarar verememiştir; öleceğim günde selametle öleceğim ve nihayet diri olarak kalkacağım günde, kıyamet gününde de yine selamet içinde olacağım, O'nun cennet ve cemaliyle şerefleneceğim..."
Meryem Suresi'nin 
ayetlerinin tefsiri
  
Hz. Meryem'in hayat hikâyesi burada bitmiş oluyor. Ancak hanım kardeşlerimin dikkatlerine arz etmek üzere, bu konu ile ilgili meseleler üzerinde biraz daha duracağım:
   Geçen sayfalarda da işaret ettiğim gibi, Hz. Meryem ve onun oğlu Hz. İsa çok yanlış anlaşılmış, yanlış yorumlara sebep olmuş, milyonlarca insanın küfür içinde kalmalarına, kâfir olarak yaşamalarına sahne olmuşlardır. İsa'nın babasız olarak dünyaya gelmesini uzak görenler, inkâr edenler, ona Allah'ın oğlu demişler, Allah'a oğul yapmışlar, Allah'tır demişler; Allah; baba Allah, oğul Allah ve Ruhu'l-Kudüs gibi üç unsurun birleşmesinden, bir araya gelmesinden ibarettir demişler, ,,Allah üçtür, üçün üçüncüsüdür" demişler, aklın, mantığın kabul etmediği sapık görüşlere sapmışlardır.
   Evet, bütün hıristiyanlar, işte böyle bir yanlış düşüncenin, böyle bir sapık fikrin kurbanı olmaktadırlar. Bu fikirler ne Meryem'in, ne İsa'nın ve ne de Kur'an'ın beyanına uymazlar. Hz. Meryem ile oğlu İsa, Hıristiyanların görüşlerini reddettikleri gibi, Cenab-ı Hakk da Kur'an-ı Kerim'de hıristiyanların, Hz. Meryem ile oğlu İsa hakkındaki inançlarının yanlış olduğunu ve kendilerinin küfür içinde bulunduklarını, kiliselerde yaptıkları ibadetlerin kabul edilmiyeceğini ve nihayet ahirette cehennemi boylayacaklarını gayet açık olarak bildirmektedir.
    Kur'an-ı Kerim'in bu açık ve kesin beyanlarına göre, Kur'an'a inanan ve müslüman olan bizlerin, Hz. İsa ve onun validesi hakkındaki inançlarımız şöyle olacaktır:
   Hz. Meryem, İmran'ın kızıdır. Annesi onu Beyt-i Mukaddes'e adamıştı. Babası ölmüş olduğundan görüp gözetmesini Zekeriya Aleyhisselam üzerine
almıştı. Meryem, hücresinde ibadetini, vazifesini tastamam yapmıştır. Bu esnada Cenab-ı Hakk kendisine bir takım kerametler göstermiştir. Herhangi bir kimse ile ne evlenmiş, ne de münasebette bulunmuştu. Sırf, her şeye kadir olan Allah'ın kudretiyle oğlu İsa'ya gebe kalmıştır. Hz.İsa'nın babası yoktur. Babasız olarak dünyaya gelmiştir. Hz. İsa daha beşikte bir bebek iken konuşmuş, kendisinin Allah'ın kulu ve Resulü olduğunu beyan etmiş, annesine yapılan isnat ve iftiraları cevaplandırmıştır.
   Hz. İsa bir peygamberdir. Ne öldürülmüştür, ne de çarmıha gerilmiştir. Onu bir harika olarak dünyaya getiren Allah, yine bir harika olarak yüce bir makama kaldırmıştır.
    Evet, Kitab'ımız Kur'an-ı Kerim, birçok ayetlerinde Hz. İsa ve validesini bize böyle anlatıyor. Binaenaleyh bizler, Hz. İsa'yı muhterem bir insan olarak, kadri yüce bir peygamber olarak kabul ve tasdik ederiz. Başka türlü düşünmek, Allah korusun, insanı dinden çıkarır...
    Kur'an-ı Kerim'in şu birkaç ayetinin mealini vermekle bu bahsi kapatacağım:
   ,,İşte Meryem'in oğlu İsa budur. Onların (Hıristiyanların) ihtilaf edip durdukları İsa hakkındaki doğru söz budur. Evlâd edinmek Allah için asla düşünülemez. O, bundan münezzehtir. Bir şeyin olmasına hükmetti mi, ona sadece ,,Ol" der. O da derhal olur. Ve (Hz. İsa'nın dediği şu olmuştu): Şüphe yok ki Allah benim de sizin de Rabb'inizdir. Artık yalnız O'na İbadet ediniz, işte dosdoğru yol budur."
Meryem, 34-36

   Hz.Amine
  
Amine Kureyş kabilesinden Vehb'in kızıdır. Peygamber Efendimiz'in de annesidir. Amine, kabilenin en faziletli, en değerli bir kızı idi. Sevgili Peygamberimizin saygı değer annesi olan Hz. Amine'nin hayat hikâyesi kısaca şöyledir:
   Peygamber Efendimiz'in muhterem pederleri Abdullah, Mekke'nin en yakışıklı delikanlısı idi. Boyu bosu yerinde, uzuvları birbirine uygun ve düzgündü. Ağır başlı ve olgundu. Yüzündeki nur pırıl pırıl parlıyordu. Mekke'nin en güzel kızları onunla evlenmeye can atıyorlardı. Fakat Abdullah, bunlardan hiç birine dönüp bakmıyordu. Esasen bunlardan hiç biri, âhir zaman Peygamberi'ne anne olamazdı. Çünkü kader öyle yazmıştı.
   Nihayet pederi Abdulmuttalip, Abdullah'a Vehb'in kızı Amine'yi münasip gördü, onunla evlendirmeğe karar verdi. Buna kız evi de razı olmuştu. Yemekler yendi, şerbetler içildi, nikâh akdedildi, düğün yapıldı, gelin damadın evine getirildi, zifaf yapıldı. Zifaf gecesi Amine validemiz, Peygamberimiz Hz. Muhammed'e gebe kaldı. Abdullah'ın alnında parlayan nübüvvet (peygamberlik) nuru, bundan sonra Amine'nin alnında parlamaya başladı.
   Abdullah evlenmiş, artık aile sahibi olmuştu. Elbette yeni yuvanın bir sürü ihtiyaçları vardı. Bu ihtiyaçları karşılamak, yeni ocağa düzen vermek istiyordu. Bunun için de para lazımdı, ticaret yolculuğuna çıkmak lazımdı. Fakat hayat düz biryol değil ki! Evdeki hesap çarşıya uymuyordu. Abdullah, gittiği Şam ticaretinden dönüşte Medine'ye de uğramıştı. Medine'de dayılarının yanında hastalanan Abdullah, bu hastalığından kurtulamadı. Kader hükmünü icra etmiş, Abdullah hayata gözlerini yummuştu.
   Abdullah'ın bu ölüm haberi, her tarafı elem ve kedere gark etti, herkesi yaktı kavurdu. Hele Amine'nin kederi çok büyük, acısı pek derindi. Mutlu bir hayat sürecekleri bir sırada, eşinin ölümü ona pek ağır gelmişti, iki ay sonra anne olacaktı. Fakat heyhat! Çocuğu babasına, babasını da çocuğa göstermek nasip olmadı.
   Olan olmuştu; Amine'nin doğum günü gelmiş, emareleri kendini göstermişti. Amine Hatun, ahir zaman Peygamberi Hazreti Muhamrned'i doğuracak, O'na anne olacaktı. Evet öyle oldu; Sene Miladî 570, Nisan ayı 20 olmuştu. Şimdi bundan sonrasını Amine validemizden dinleyelim:
   ,,Ben diğer kadınlar gibi, gebelik zahmeti çekmedim, doğum sancısı nedir görmedim. Bir ara çok rüyalar görürdüm. Bir gece rüyamda biri gelip bana şöyle diyordu:
   ,,Sen bütün âlemlerin en hayırlısına gebesin. Doğduğunda O'na ,,Muhammed" adını vereceksin!"
   Doğum yaparken kulağıma bir ses geldi, ,,Korkma!" diye. Bir ak kuş geldi, arkamı sığadı. Artık benden korku gitti. Bir yanıma baktım, bana beyaz bîr kâse ile şerbet veriliyordu. Şerbeti içtim, her tarafımı nur kapladı. O anda doğum yaptım, çocuk dünyaya geldi. Etrafıma baktım, uzun boylu kızlar gördüm. Beni tavaf etmekte idiler. Şaştım, Ya Rabb'i! Bunlar kim ola dedim."
  
Hanımlara şunu hatırlatmak isterim: Amine Hatun'un doğum yaparken, etrafında gördükleri ve bu olup bitenler nedir, neyin nesidir?!. Bu mucizevari şeyler aslında mümkündür ve bunlara „İrhas" denir. „İrhas" demek, bir takım olağanüstü hadiseler demektir ki, bunlar çevresinde meydana gelen zatın ileride Peygamber olacağını gösterirler.
   Evet, misli görülmemiş bir inkılâp yapacak olan ve insana insanlığını öğretecek bulunan zatın doğumu anında bu görülen şeyler çok görülmemeli, yersiz addedilmemelidir. Bunlar ne ki! Daha büyükleri vardır ve olacaktır. Daha neler olacak! Yüce Mevlâ'sı O'nu miraca davet edecek, zaman içinde zaman yaratacak, gecenin az bir parçasında sevgili Peygamberi'ne gökleri gezdirecek, arşı ve kürsüyü gösterecektir.
   Çocuk doğmuş, Hz. Muhammed dünyaya gelmişti. Zaman ilerliyor, Efendimiz altı yaşına ayak basıyordu. İşte tam bu sıralarda annesi, biricik yavrusunu da yanına alarak, Medine'ye gelir. Medine'de hem babasının mezarını oğluna göstermek istiyor hem de Medine'deki hısım ve akrabayı ziyaret etmeği kasdediyordu. Anne-oğul bir müddet Medine'de kaldıktan sonra, Mekke'ye dönülür. Anne-oğul ve Ümmi Eymen'den ibaret küçük kafile ,,Ebva" köyüne gelmişti. Amine çok şiddetli bir hastalığa tutuldu. Belki de son saatlerini yaşıyordu. Yoksa babadan yetim kalan çocuk, anneden de mi yetim kalacaktı? Bunu sezer gibi olan anne, oğlunu bağrına basıyor, bütün anne şefkatiyle, bir daha görmiyeceği oğlunun yüzüne bakıyordu. Bakarken de şu mealdeki şiiri okuyordu:
   ,,Her yeni eskiyecek ve her şey fena bulacaktır. Ben de Öleceğim. Fakat, gam yemem, temiz bîr çocuk doğurdum. Dünyaya büyük hayır bırakıyorum!.."
 
 Evet, bu sözlerden sonra, Amine validemiz, gözlerini kapadı ve bir daha açmaz oldu. O da kocası gibi, çiçeği burnunda gitti. Babadan yetim kalan çocuk, şimdi de anneden yetim kaldı. Sonra, annesini kaybeden çocuğu yanındaki Ümmü Eymen, Mekke'ye getirir ve dedesi Abdülmuttalib'e teslim eder.

   8- Hatice validemiz:
  
Hazreti Hatice, iki cihan serveri Peygamber Efendimiz'in hayat arkadaşıdır, muhterem hanımlarıdır; Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinden Huveylid'in kızıdır.
   Hatice validemiz, Efendimiz Hazretleri'nin ilk hanımıdır. Diğer hanımlar arasında en faziletlisi olan da budur. Peygamberimiz'in peygamberliğine ilk inanan ve ilk müslüman olma şerefine eren bir hanımdır.
  
Hatice validemizin hayat hikâyesi şöyle başlar:
  
Hatice dul bir kadındı. Kocası ölmüştü. Kendileri çok zengindi. Mal-müik sahibi idi. Aynı zamanda ticaretle meşgul olurdu. Bazı kişilere sermaye vererek ticaret ortaklığı da yapardı. O sıralarda Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) daha peygamber olmamıştı. O zaman Peygamberimiz'in yaşı yirmi beşe yaklaşıyordu. Bazıları, Hatice'ye gidip ona Hz. Muhammed'den söz etmişler ve demişler ki: ,,Muhammed dürüst bir insandır. Haktan, hakikattan asla ayrılmaz, şimdiye kadar O'nun yalan söylediği görülmemiştir. Siz O'na sermaye verip ticaret ortaklığı yaparsanız, fayda görürsünüz..."
   Hatice bu teklifi uygun bulur, Efendimiz'le görüşür.
O'na bol sermaye vererek kölesi Meysere ile Şam ticaretine gönderir.
Pek sıcak bir gündü. Şam ticaretinden dönen kervan, Mekke'ye yaklaşmakta idi. Hatice damın üstüne çıkmış, kervanın yolunu gözlüyordu. Birde ne görsün; kervan içinde yolculardan birinin başı üzerinde iki kuş kanat gererek gölge ediyorlardı. Hatice ve yanındakiler, ,,Acaba, bu kim ola?!." diyorlardı. Derken Meysere çıkageldi ve onun Muhammed olduğunu söyledi. Artık kervan gelmişti. Kâr-zarar hesap edildi. Elde edilen kârın geçen senekilere nazaran daha çok olduğu görüldü. Fakat Hatice fikrini değiştirmişti, onun aklında ticaret falan yoktu. O, Hz. Muhammed'e hanım olmak istiyordu. Bundan sonra onun düşüncesi hep bu idi. Zaten rüyasını da görmüştü. Rüyasını anlattığı amcası oğlu Varaka ona: ,,Sen âhir zaman Peygamberi'nin hanımı olacaksın. Rüyan bunu gösteriyor!" demişti.
   Olan olmuş, her iki taraftan aracılar bir araya gelerek Hatice ile Muhammed'ül-Emin'i evlendirmeğe karar vermişlerdi. Nikâh merasimi Hatice'nin evinde yapılıyordu. Kureyş'in ileri gelenleri de merasime çağrılmıştı. Önce Ebu Talib söz almış ve şöyle konuşmuştu:
   ,Allah'a şükürler olsun ki, bizleri ibrahim'in zürriyetinden, İsmailin neslinden, Mudarr'ın soyundan yarattı. Ve bizi Kabe'nin bekçisi, Harem-i Şerifin hizmetçisi ve dolayısiyle insanların reisi yaptı. Şimdi mevzuya dönelim:
   Kardeşim Abdullah'ın oğlu Muhammed'le Kureyş'in herhangi bir genci kıyaslanamaz, O'nunla ölçülemez. Muhammed hasep ve nesepçe, akıl ve faziletçe herkesten üstündür. Gerçi serveti az, zengin değilse de mala bakılmaz, mal geçici bir gölgedir. Vallahi bundan sonra O'nun şeref ve şanı daha da artacaktır. Sizin de şeref ve şan sahibi olduğunuzu kimse inkâr edemez.
Muhammed, sizin kerimeniz Hatice ile evlenmek istiyor. Şu kadar da mehir verecektir..."
   Ebu Talib'in bu konuşmasından sonra Varaka ayağa kalkarak o da şu konuşmayı yapar:
   “Allah'a şükürler olsun ki; bizleri söylediğin gibi yarattı ve saydığın şeylerden bizlere lütfetti, fazilet ve şerefçe bizleri üstün kıldı. Şimdi bizler Araplar'ın uluları ve başkanlarıyız. Siz de böylesiniz; Kimse sizin de şerefinizi inkâr edemez.
Biz de sizlere hısım olmak isteriz. Ey burada hazır olan cemaat! Sizler şahid olun! Ben Abdullah'ın oğlu Muhammed'e Huveylid'in kızı Hatice'yi nikâh ettim!"
   Böylece nikâh merasimi sona ermişti. O zaman Peygamberimiz (25), Hatice validemiz de (40) yaşlarında idi. Hatice validemiz zengin olduğu kadar da akıllı bir kadındı. Oturmasını, kalkmasını bilirdi. Sözün nereden gelip nereye gideceğini idrâk ederdi. Hayatı boyunca her haliyle Peygamber Efendimiz'e yardımcı olmuştu. (24) sene Peygamberimiz'e hanımlık yapmıştır. Peygamberimiz'in hemen bütün çocukları Hatice'den doğmuştur. Peygamber Efendimiz, kendilerinden çok memnundu ve Hatice'nin fazileti hakkında şöyle buyururdu:
   ,,Hatice kendi âleminin kadınlarının en hayırlısıdır!.."
Camiu's-Sağir
   Resul-i Ekrem Efendimiz, Hatice'nin vefatından sonra onu her zaman anar, iyiliklerinden bahseder dururdu. Hazret-i Ayşe anlatıyor:
   ,,Yine bir gün Peygamber, Hatice'yi övmeye başlamıştı. Bana kıskançlık geldi. Dedim ki, Hatice'yi hiç de unutmuyorsun! Nihayet o, ihtiyar bir kadındı. Allah sana ondan daha hayırlısını verdi..."
  
Cenab-ı Peygamber'in buna canı pek sıkıldı ve şöyle cevap verdi:
   ,,Yok, yok; Vallahi ondan hayırlısı yoktur! Herkes beni inkâr ederken o, bana inanmıştı ve herkes beni mahrum ederken o, bana malıyla yardım ederdi!"
Buhari, Fezail-i Hatice...
  
Hatice validemiz (65) yaşlarında iken Mekke'de vefat etmiştir. Türbesi de Mekke'dedir. Allah kendisinden razı olsun!
 

BU ÜMMET ARASINDA

YETİŞEN FAZİLETLİ

HANIMLAR

   Bu ümmet arasında da ilim ve irfan sahibi, şiir ve edebiyat dalında kabiliyet gösteren hanımların sayısı da az değildir. Kimi fıkıh sahasında, kimi hadis sahasında âlim olmuş, kimi şiir söylemede, kimi hikmet konuşmada ileri gitmiştir. Biz bu arada bunların ancak pek azına işaret edebileceğiz:

   9- Hazreti Aişe:
  
Hz. Aişe validemiz, Hz. Ebu Bekir'in kerimesidir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in de hanımıdır. Hz. Aişe de örnek bir kadındı. Bilhassa fıkıh ve hadis konularında büyük bir varlık göstermiş, kendisinden din hakkında dinî meseleler hakkında soru soranlara cevaplar vermiş, fetvalar vermiş, hadis'ler rivayet etmiştir. Peygamber Efendimiz bu hususa işaret etmiş, Hz. Aişe'yi göstererek, ,,Dinimizin üçte birini Aîşe'nin evinden alınız!" (Münavî) buyurmuştur.
  
Ebu Musel-Eş'ari Hazretleri de şöyle anlatır:
  ,,Biz ashab olarak, Peygamber'in herhangi bir hadis'inde bir müşkilâtımız olursa, hemen onu Hz. Aişe'ye sorardık ve o hadis hakkında ondan mükemmel malûmat alırdık; müşkilimiz halledilirdi."
   Tabiinin büyüklerinden Urve adındaki zat da şöyle der:
   ”Ben, gerek Kur'an hükümlerinde gerek fıkıh, feraiz, tıp, şiir ve soy bilgisinde Hz. Aişe kadar bilgili kimse göremedim!"

   Hazreti Aişe validemiz, hitabet ve fesahatta da meharet göstermiştir. Bu hususta da hayli rivayet vardır. Binlerce hadis rivayet etmiştir. Onun namuslu bir kadın olduğuna Kur'an-ı Kerim de şehadet etmiştir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de onun hakkında şöyle buyurmuştur:
   “Erkeklerden, olgun ve kâmil insanların sayısı çoktur. Kadınlardan boylelerin sayısı dörttür: Mezahim'in kızı Âsiye
(Firavun'un karısı),
İmran'ın kızı Meryem, Huveylid'in kızı Hatice ve Muhammed'in kızı
Fatıma'dır. Aişe'nîn kadınlara olan üstünlüğü ise tirit yemeğinin diğer yemeklere olan üstünlüğü gibidir." Müslim, Fezail-i Hatice Allah kendisinden razı olsun! Hz. Aişe'den sonra, hadis ilminde daha nice varlık gösteren, hadis kitaplarını okuyan ve ezberleyen, bu sahada icazet alan ve icazet veren bir çok faziletli hanımlar da yetişmiştir. Bunlardan, ,,Meşahirrü'n-Nisa" gibi kitaplar bahsetmektedir.
   Fıkıh ilmi tahsili yapan, fetva verecek dereceye kadar yükselen kadınlar da yetişmiştir. Hele şiir yazan kadınların haddi hesabı yoktur. İrfan sahasında (Evliyaullah'tan) bir çok veli kadınlar da yetişmiş ve kerametler göstermişlerdir. Bu arada bu hanımlardan yine sadece bir kaçına işaret edeceğiz:

   10-Hz. Fatıma:
  
Hz. Fatıma, Peygamberimizin saygı değer kızlarından en küçüğüdür. Hz. Hatice'den doğmuştur. Hz. Ali'nin hanımı, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in de anneleridir. Yüzü güzel ve parlak olduğu için kendisine ,,Zehra" lakabı verilmiştir.
  
Fatıma validemiz, dünyaya geldiği vakit Peygamberimiz otuzbeş yaşlarında idi. Peygamberimiz'in aile ve efradı çokolmakla beraber bunlar içerisinde Fatıma çok dikkati çekmekte idi. Oturmasında, kalkmasında, yemesinde, tavır ve hareketlerinde muhterem pederlerine çok benzerdi. Son derece takva sahibi idi. Kendisini ibadete vermenin, sabır ve kanaatli olmanın en güzel örneğini vermişti.
   Evlenmesi:
  
Hz. Fatıma artık evlenme çağına gelmişti. Onunla evlenmek, Peygambere damat olma şerefine ermek için herkes can atıyordu. Fakat pederleri kimseye söz vermiyor, “İlahî vahyin gelmesini bekliyorum!..” diyordu. Bazıları Fatıma'yı Hz. Ali'ye münasip görmüş, Hz. Ali'nin bizzat gidip Fatıma'yı Hz. Peygamber'den istemesini tavsiye etmişti.
   Bu hususta Hz. Ali şöyle diyor:
   ,,Ben Peygamber'in huzuruna çıkıp diz çöktüm. Meseleyi açmak istedim, Fakat o kadar sıkıldım ki Fatıma'yı istemeye cesaret edemedim. Orada susup oturdum. Nihayet Peygamber (s.a.v.) bana dönerek:
  
-Ya Ali! Sen acaba
Fatıma'yı istemeye mi geldin? dedi. Ben:
  
-Evet, dedim.
   - Mihir olarak vereceğin bir şey var mı? diye sordular.
  
- Hayır! dedim. Peygamber:
  
-
Sana bir zırh vermiştim ya, işte onu mihir olarak ver! Diye buyurdu."
  
Taraflar razı olmuş, nikâh kararlaştırılmıştı. Peygamberimiz (s.a.v.) kızı Fatıma'ya çeyiz olarak şunları vermişti:
   Bir kerevete, içleri hurma lifinden doldurulmuş bir yatak ile yastık, bir kâse, bir su tulumu ve eldeğirmeni.
   Hz. Fatıma koca evine gittikten biraz sonra Peygamberimiz, evlerine giderler, su isteyip abdest alırlar, Abdest suyundan Hz. Ali'nin üzerine teberrüken serper ve şöyle dua eder:
   ,,Ya Rabb'i! Bunlara da, nesillerine de bereket ihsan eyle!"
  
İşte bu suretle Hz. Fatıma'nın aile hayatı başlamış olur. Aile hayatı maddeten çok sıkıntılı ve yoksulluk içinde geçer. Yattıkları yatağın üzerindeki örtü o kadar küçük idi ki ayaklarını örtseler başları, başlarını örtseler ayakları açık kalırdı.
   Hz. Fatıma bütün ev işlerini kendisi görürdü. El değirmeninde ununu öğütür, suyu tulumla bizzat taşır, evini de kendisi temizlerdi.    Su taşıdığı tulum böğrünü ağrıtmış, el değirmeni ellerini nasırlaştırrnıstı.
   Aile hayatları maddî yönden sıkıntılar içinde geçti ise de manen çok mutlu idiler. Karı-koca birbirlerini çok sever ve sayardı. Birbirlerinin hatırlarını son derece gözetirler, bir dediklerini iki etmezlerdi. Peygamberimiz de Hz. Fatıma'ya sık sık nasihat eder, kocasına daima itaat etmesini tavsiye ederdi.
Hz. Fatıma Peygamberimiz'i, Peygamberimiz de Hz.
Fatıma'yı çok severdi. Peygamberimiz seferlerinden dönüşünde önce Hz. Fatıma'nın evine uğrar, onu ziyaret ederdi.
   Hz. Fatıma'nın fazileti hakkında Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
   ,
,
Fatıma cennet hanımlarının efendisidir!"
   ,,Cennet hanımları arasında en şerefli olanlar şunlardır: Muhammed'in kızı Fatıma, Huveylid'in kızı Hatice, İmran'ın kızı Meryem ve Müzahim'in kızı Asiye (Firavun'un karısı).”
İstiap
   Vefatı:
  
Peygamberimiz (s.a.v.) ahirete teşrif etmek üzere iken, kendisini ziyarete gelen kızı Fatıma'nın kulağına bir şeyler söyledi. Fatıma ağlamaya başladı. Kulağına bir şey daha söyledi. Bu sefer de sevinmeye başladı.
   Bu ne idi acaba?!.
   Birincisinde Peygamberimiz (s.a.v.), ,,Ben artık gidiyorum!..", ikincisinde de ,,Ehl-i Beyt'imden ilk önce benim yanıma sen geleceksin!.." diye buyurmuş olduğunu Hz. Fatıma sonraları ifade ederdi.
   Hakikaten öyle de oldu. Altı ay kadar bir zaman geçmişti ki, Hz. Fatıma hastalandı. Bu hastalıktan kurtulamadı ve fani dünyaya gözlerini kapadı.
   Allah kendisinden razı olsun ve cümlemizi şefaatına mazhar eylesin!
(Amin!)

   11- Rabia Hatun:
  
Rabia Hatun İsmail-i Adeviyye'nin kızıdır. Basralı olan bu hanım, Hicrî birinci veya ikinci asırda yaşamıştı. Züht ve takvasiyle meşhurdur. Bir gün Cenab-ı Hakk'a dua ederken: ,,Ya Rabb'i! Sen, seni seven gönlü ateşle yakar mısın?" demişti. Bunun üzerine gaibten bir ses işitmişti: ,,Merhametli olan Rabb onu yapmaz. Sû-izanda bulunma!"
   Zamanın büyük zatlarından Hasan-ı Basrî Hazretleri, hanımı vefat ettiği bir sırada, evlenmek üzere Rabia Hanım'a teklif ettiğinde Rabia Hanım ona bir takım sualler sorar ve şu mealde bir şiir okur:
   ,,Ben rahatımı yalnızlıkla buluyorum, benim dostum dâima Cenab-ı Hakk'tır,
   Allah aşkına bir bedel bulamadım, benim kırlardaki mihnetim O'na olan aşkımdandır.
   Nerede bulunursam O'nun güzelliğini görürüm, O, benim mihrabım, kıblem O'na doğrudur.
   Ey Rabb'im! Hayatım, menşeini, neşv-ü nemam kaynağını dâima senden alır.
  
Ben halkı terk ettim,
sana ulaşmak isityorum, İşte budur benim en büyük arzum!"
   Müctehidlerden Süfyan-i Sevri Hazretleri de o devirde yaşamıştı. Bu zat zaman zaman bu Hanım'ın ziyaretine gider, şüphe ettiği bazı meseleleri ondan sorardı. Bir gün Süfyan-ı Sevri ona şöyle bir sual sormuştu: ,,Senin iman hakikatin nasıldır? Cenab-ı Hakk'a olan itikatın ne merkezdedir?"
   Bu soruları Rabia Hazretleri şöyle cevaplandırdı: ,,Ben, cehennem korkusundan veya cennet sevgisinden dolayı Allah'a ibadet etmem. Çünkü bu maksatla yapılan ibadet ırgatlıktır. Benim Rabb'ime ibadetim, O'na olan sevgi ve aşkımdan ileri gelmekte ve O'na kul olma şerefinden doğmaktadır!" demiş ve arkasından da aşağıda mealini vereceğimiz şiiri okumuştu:
   ,,Ya Rabb'i! Ben seni iki sevgi ile severim; Sevgimin biri, benim
sana olan aşk ve mehabetimdendir.
   Diğeri de senin sevilmeğe lâyık olduğundandır; Benim
sana olan aşk ve iştiyakımın sonucu,
   Senden başkasının sevgi ve meşguliyetini terk edip sırf seni zikir ve fikir etmemdir,
   Ve senin sevilmeğe lâyık olduğunun sonucu da bana şühûd mertebesini ihsan buyurmandır!
   Seni medh ve sena etmek bu kadar değildir, herhalde hamd-ü şükür senindir ve sana aittir."
   İrfan sahibi, gerçeğe ermiş, keşif ve kerameti görülmüş olan Rabia Hazretleri, Hicrî (135) veya (185) tarihinde vefat etmiştir. Cenab-ı Hakk kendisinden razı olsun!

   12-Fıdda:
  
Fıdda Hatun da Allah dostlarından biridir. Rivayete göre, kendilerinin dişi bir koyunları vardı; bu koyundan bal ve süt sağardı. Bu hal kendisinden sorulduğunda, şöyle anlatmıştır:
   ,,Benim tertemiz, doğru ve dürüst bir kocam vardı. Ve biz fakir bir aile idik. Bir kurban bayramında tek bir koyunumuz vardı. Kocam ,,Bu koyunu kurban edelim!" dedi. Ben ise, ,,Etmiyelim; Çünkü bizim bu koyuna ihtiyacımız var. Cenab-ı Hakk bizim fakir olduğumuzu biliyor. Bize kurban lazım değildir!.." dedim. O gün bize bir misafir geldi. Bizim ise misafire yedirecek bir şeyimiz yoktu. Ben kocama:
   ,,Ne yapalım! Bu, bir misafirdir. Buna ikram etmek lazım. Sen şu koyunu kes de misafire yemek yapalım..."
dedim. Kocam bana:
   ,,Hanım! Korkarım ki çocuklar ağlar..."
dedi. Bunun üzerine ben kocama:
   ,,Koyunu götür, duvarın arkasında kes! Çocukların haberi olmasın!"
dedim.
  
Kocam, koyunu kesmek üzere, evin duvarı arkasına götürdü. Ben evdeydim. Bir de ne göreyim; duvarın arkasından bir koyun eve atlayıverdi. Kendi kendime ,,Kocam koyunu kaçırdı!" dedim. Ve olup biteni görmek için dışarıya çıktım, kocamın yanına gittim. Gördüm ki, kocam koyunu kesmiş, derisini yüzüyordu. Yine kendi kendime: ,,Acaîb bir şey! Demek ki, Cenab-ı Hakk bize alelade bir koyunun yerine daha hayırlı bir koyun göndermiş!.." dedim.
  
Allah dostu bu kadın devam ederek:
   ,,Bizim kesip misafire ikram ettiğimiz koyundan yalnız süt sağılırdı. Misafire, Allah için yaptığımız ikramdan dolayı, Allah bize hem süt, hem bal sağılan bir koyun ikram etti..."
dedi.
  
Allah dostu bu kadın devam ederek:
  
,,Bizim bu koyunumuz, müridlerin kalplerinde otlar.
Eğer müridler kalplerini hoş ve temiz tutarlarsa bu koyunun sütü de hoş ve bol olur..."
  
Bu sözüyle de Allah dostu Hanım, şunu anlatmak istemişti: Bizim kalplerimiz Allah'a karşı hoş ve temiz olduğundan, elimizde olan her şeyimiz hoş ve temiz olmuştur. Siz de kalbinizi hoş ve temiz tutarsanız, sizin de elinizdeki her şey hoş ve temiz olur. Çünkü kalp temizliğiyle sırlar keşfolur, kerametler hasıl olur. Veli olmak, keramet sahibi olmak için mutlaka bir şeyhe bağlanmak şart değildir. Mürşid-i Kâmil bir şeyhe bağlanmak ve ondan ders almakla veli olmak mümkün olabileceği gibi, bir şeyhe bağlanmaksızın ve ondan ders almaksızın da insan veli olabilir, gerçek manada Allah dostu olabilir. Yeter ki, Allah'ın emirlerini istenilen şekilde yerine getirsin, yasaklarından da son derece kaçınsın. Bir insan, Allah'ı sevdiği için Allah'ın hoşuna giden bir iş yaptı mı, Allah da onu sever, onun hoşuna giden lütuf ve ikramda bulunur, keramet olarak hiç hatır-ü hayâle gelmeyen yerden onu rızıklandırır. Nitekim Hz. Meryem'e de keramet olarak rızık göndermişti.
   Esasen Kur'an-ı Kerim Evliyaullah'ı (Allah dostlarını) şöyle tarif eder:
   ,,Herkes bilsin kî: Allah dostlarına ne bir korku vardır, ne de bir üzüntü. Onlar iman edip takvalı olanlardır. (Emirleri hakkıyle yerine getirip yasaklardan son derece sakınanlardır.)"
Yunus, 63

   13- İbrahim, Musa ve Yahya adındaki üç gencin annesi:
  
Mustadraf ve benzeri kitaplarda anlatıldığına göre, Abdullah b. Mübarek şöyle anlatır;
   ,,Hacc yolculuğu için çıkmıştım. Yolda bir karartı gördüm. Yanına yaklaştım. Baktım ki, ihtiyar bir kadın. Sırtında yünden bir elbise, başında yine yünden bir örtü var. Kendisine selam verdim. O, ,,Merharnetli Rabb katından onlara selam vardır!" mealindeki Yasin Suresi'nin 58. ayetini okuyarak selamımı aldı.
    Kendisine, ..Buralarda ne duruyorsun?" diye sorduğumda, o ..Allah'ın şaşırttığını doğru yola alacak yoktur!" mealindeki Zümer Suresi'nin 36. ayetini okudu. Bundan anladım ki, yolu şaşırarak orada kalmış. ,,Nereye gitmek istiyorsun?" dedim. O, ,,Gecenin bir parçasında kulu (Hz. Muhammed'i) Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götüren Allah'ın şanı yücedir!" mealindeki İsra Suresi'nin ilk ayetini okudu. Bundan anladım ki, haccdan dönmüş, Kudüs'e gitmek istiyor. ,,Kaç gündür buradasın?" diye sordum. O, ,,Tam üç gece" mealindeki Meryem Suresi'nin 10, ayetini okudu ve orada üç günden beri kaldığını anlatmak istedi. „ Yanında yiyeceğin var mı?" diye sordum. O
, ,,
Beni yedirip içiren O'dur (Allah'tır)!" mealindeki Şuara Suresi'nin 79. ayetini okudu. Bundan anladım ki, kendisi hâl ehlidir; Allah dostudur. ,,Ne ile abdest alıyorsun?" diye sordum. O, ,,Su bulamazsanız, temiz toprakla teyemmüm ediniz!" mealindeki Maide Suresi'nin 6. ayetini okudu. Bundan anladım ki, teyemmümle namazını kılıyor. ,,Benim ekmeğim vardır, ister misin?" diye sordum. O, ,,Sonra orucu geceye kadar tamamlayın!" mealindeki Bakara Suresi'nin 187. ayetini okudu. Anladım ki, kadın oruç tutuyor. ,,Bugün Ramazan değil" dedim. O, ,,Şayet bir kimse gönülden bir hayır işlerse, Allah onun karşılığını verebilir!" mealindeki Bakara Suresi'nin 158. ayetini okudu. Anladım ki, kadın nafile oruç tutuyor. ,,Benim gibi niye konuşmuyorsun?" dedim. O, “Yanında hazır bir gözcü olarak (iki melek) söylediği her sözü zabt ederler" mealindeki Kaf Suresi'nin 18. ayetini okudu. Anladım ki, mâ-lâ-yaniden sakınıyor. Kimin nesi olduğunu kendisine sordum. O, “Bilmediğin şeyin ardına düşme! Doğrusu kulak, göz ve kalp bunların hepsi o şeyden sorumlu olur!" mealindeki İsra Suresi'nin 36. ayetini okuyarak cevap verdi. Bunu sormamın iyi olmadığını anladım ve kendisinden özür diledim. Bunun üzerine O, “Bugün azarlanacak değilsiniz, Allah sizi bağışlar!" mealindeki Yusuf Suresi'nin 92. ayetini okuyarak beni teselli etti. Kendisine sordum: ,,Ben seni, kendi deveme bindirerek, kafileye yetiştirirsem olur mu?" O, „Hayırdan neyi işlerseniz, Allah bilir!" mealindeki Bakara Suresi'nin 197. ayetini okudu. Bundan memnun olacağını anladım. Deveyi binmesi için çöktürdüğumde, o, ,,Mü'minlere söyle, gözlerini yumsunlar..." mealindeki Nur Suresi'nin 30. ayetini okuyarak kendisine bakmamamı söylemek istediler. Kendi kendine deveye binmeye çalışırken elbisesi yırtıldı. Bunun üzerine, „Başınıza gelen her hangi bir musibet, ellerinizle işlediğinizden ötürüdür!" mealindeki Şûra Suresi'nin 30. ayetini okuyarak ve bir taraftan da, „Bütün canlı cinsleri yaratan O'dur. Gemiler ve hayvanlardan, üzerlerine oturasınız diye size binekler vermiştir. Bunların üzerine oturunca, Rabb'inizin nimetmi anarak, bunları emrimize veren ne yücedir; zaten bizim gücümüz bunlara yetmezdi. Şüphesiz Rabb'imize döneceğiz demeniz içindir!" mealindeki Zuhrüf Suresi'nin 13-14. ayetlerini okuyarak deveye bindi. Ben devenin yularını alarak sayha ve sürate başladığımda, o, ,,Yürüyüşünde tabiî ol; sesini kıs! Seslerin en çirkini, şüphesiz ki merkeplerin sesidir!" mealindeki Lokman Suresi'nin 19. ayetini okudu. Ben bu sefer elimi kulağıma atarak şiir okumaya başladım. Bunun üzerine o, ,,Kur'an'dan kolay geleni okuyunuz!" mealindeki Müzzemmil Suresi'nin 20. ayetini okuyarak bana vaaz ve nasihatta bulundu. Ben de kendisine hitaben: ,,Sana çok hayır verilmiş!" dedim ve bu sözümle kendisinin güzel nasihatta bulunduğuna işaret etmek istedim. O, „ Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır!" mealindeki Zümer Suresi'nin 9. ayet-i kerime'sini okudu. Biraz yol aldıktan sonra, ,,Kocan var mı?" diye sordum. O, ,,Ey iman edenler! Size açıklanınca, hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın!" mealindeki Maide Suresi'nin 101. ayetini okuyarak hiç sormayın demek istedi. Bundan sonra ben de artık kendisine bir şey sormadım.
   Yolumuza devam ettik. Kafileye yetiştik. O zaman kendisine, ,,Kafilede kiminiz vardır?.." dedim. O, ,,Mal ve oğullar dünya hayatının zinetidir!" mealindeki Kehif Suresi'nin 46. ayetini okudu. Bundan anladım ki, kafilede oğulları var. Kendisine, ,,Oğulların kafilede necidir?" diye sordum. O, ,,Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar!" mealindeki Nahil Suresi'nin 16. ayetini okudu. Anladım ki, oğulları kafilede kılavuzluk yapıyorlar. Oğullarının adlarını sorduğumda, o, ,,Allah ibrahim'i dost edindi!", ,,Allah Musa ile konuştu!", ,,Ey Yahya! Kitab'a kuvvetle sarıl!" meallerindeki ayetleri okuyarak ibrahim, Musa ve Yahya adında üç oğlu olduğunu söylemek istedi. Bunun üzerine ben de, ..İbrahim! Musa! Yahya!" diye seslendim. Üç delikanlı geldi. Yüzleri ay gibi idi. Annelerinin yanına gelip oturdular. Anneleri onlara, „Paranızla birinizi şehre gönderiniz. En iyi yiyeceklere baksın ve size getirsin!" mealindeki Kehif Suresi'nin 19. ayetini okudu. Oğullarından hemen biri şehre gidip yiyecek getirdi. Ve annelerinin önüne koydular. Kadıncağız, ,,Geçmiş günlerinizde peşinen işlediklerinize karşılık afiyetle yeyiniz, içiniz!" mealindeki Hakka Suresi'nin 24. ayetini okuyarak bana ikram etmek istedi.
  
Ben bu kadının oğullarına dönerek, „Annenizin bu hali nedir? Neden hiç konuşmuyor? Hep ayetle cevap veriyor. Bunları bana
haber vermedikçe yemeğinizden yemem!" dedim. Onlar: ,,Bu, bizim validemizdir. Hata söylerim korkusuyla kırk senedir böyledir; hep Kur'an-ı Azimüsşan ile konuşur, başka bir söz konuşmaz!" diye cevap verdiler. Ben de kendilerine: ,,Bu Allah'ın fazlıdır. Allah dilediğine verir!" mealindeki ayeti okuyarak annelerini takdir ve tebrik ettim.
   Evet, hanım kardeşlerim!
Herkes bilmeli ki, kadınlar arasında da kayda değer, fazilet ve irfan sahibi, takdir ve hürmete lâyık böyle hanımlar da çıkabiliyor. Bütün mesele iman ve takvadadır. Sağlam inanmak, sağlam tevekkül, sağlam âmel ve bütün bunların üstünde de sağlam ve güzel niyyet. Gerisi kolaydır. Kadın olsun, erkek olsun, zengin olsun, fakir olsun, köle olsun, efendi olsun fark etmez...

 

ŞEHİD VE MÜCAHİD KADINLAR
 

   Kadınlar arasında hak uğrunda cihad yapan, Allah yolunda savaşan ve bu yolda yara alan, evladını kaybeden, şehid olan hanımların sayısı da az değildir. Bunların sadece bir kaçına burada işaret edeceğiz:

    14- Sümeyye Hatun:
  
Peygamber Efendimiz'e iman eden kadınlardan ilk şehid olan kadın Sümeyye'dir. Sümeyye Hatun; Yasir'in hanımı, Ammar'ın da annesidir. Bu aile toptan müslüman olmuştu. Mekke'de kendilerini himaye edecek kimseleri yoklu. Mekke'nin azılı kâfirleri bu ailenin fertlerini işkenceden işkenceye uğratırlardı.
   Yine bir gün kâfirler, Mekke'nin Betha deresinde bu aileye işkence yapıyorlardı. Peygamberimiz (s.a.v.) cıkageldi. Yasir ailesine hitaben: ,,Sabredin Ey Yasir Ailesi! Sabredin Ey Yasir Ailesi! Sabredin Ey Yasir Ailesi! Sizin mükâfatınız cennettir. Sabredin Ey Yasir Ailesi!" diyerek onları teselli etmişti.
   Bir müddet sonra Yasir, bu işkencelere tahammül edemiyerek ölmüştü. Ebu Cehil Sümeyye'ye:
   - Sen Muhamrned'in güzelliğine aşık olduğun için müslüman oldun, demişti.
   Sümeyye de ona karşı ağır konuştu. Bunun üzerine iyice küplere binen Ebu Cehil mızrağını Sümeyye'nin vücuduna saplıyarak şehid etti.
   İslam tarihinde kadınlardan ilk şehid olan Yasir'in Hanımı Sümeyye'dir. Allah kendilerinden razı olsun!

   15- Nesibe Hatun:
  
Nesibe Hatun; Ensardan (Medineli müslümanlardan) Zeyd b. Asım'ın hanımıdır. Akabe'de Peygamberimiz'le görüşüp müslümanlığı kabul edenler arasındadır. Bilhassa Uhud Savaşı'nda çok yararlıklar göstermiştir. Şöyle ki:
   Nesibe adındaki bu kadın, kocası ve iki oğlu ile birlikte Uhud Savaşı'na gelmişti. Savaşın çok kızıştığı bir sırada bu hanım, çok mühim kahramanlıklar göstermiş, nice kâfirleri yere sermişti. Hatta bir ara Peygamberimiz'e yapılan hücumlara karşı durmuş, bu arada bir kâfiri de vurarak atından düşürmüştü. Bu arada kendisi de çok yara almıştı. Bu ailenin, Uhud Savaşında gösterdikleri yararlıklarından dolayı Peygamberimiz (s.a.v.) çok memnun olmuş, kendisi, kocası Zeyd ve oğulları Habip ile Abdullah hakkında şöyle dua etmişti:
   ,,Ya Rabb'i! Bunları cennette bana komşu eyle!"

    16- Ümm-i Haram:
  
Cenab-ı Peygamber Efendimiz'in takdirini kazanan kadınlardan birisi de Ümm-i Haram idi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, bazen bu hanımın evine gider, güneşin hararetli olduğu zamanlarda orada uyur ve istirahat ederdi. Peygamberimiz, bir gün uykusundan uyanınca tebessüm ederek (gülümseyerek) Ümm-i Haram'a gördüğü bir rüyayı şöyle anlatır:
   ,,Ümmetimden bir takım insanlar bana arzolundu (gösterildi). Gördüm ki onlar, padişahlar gibi tahtlar üzerinde Akdeniz'de yürüyorlardı."
  
Bu müjdeyi işiten Ümm-i Haram:
   ,,Aman Ya Resulailah! Cenab-ı Hakk'a dua et, ben de onların içinde olayım ve o savaşta bulunayım!.." diye yalvarır. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de: ,,Sen onların içindesin!" diye buyurmuştur.
   Peygamberimiz'in gördüğü bu rüya meğerse Kıbrıs adasının fethini müjdeliyormuş. Hazreti Osman zamanında Kıbrıs üzerine sefer yapılır, ordu gönderilir. Ümm-i Haram ile kocası Ubade b. Samit de Kıbrıs'a sefer yapan bu orduya katılmışlardı. Denizi geçerler. Adaya çıktıklarında, Ümm-i Haram bindiği hayvanın sırtından düşerek şehid olmuş olur. Allah kendilerinden razı olsun!

 
  
17- Nine Hatun ve Arkadaşları:
  
Müslüman Türk hanımları arasında yetişmiş örnek hanımlar sayılamayacak kadar çoktur. İlimleriyle, irfanlarıyla varlık göstermişler, akıl ve zekâda ileri gitmişler, zaferden zafere koşan kahramanlar yetiştirmişler, savaşlarda gösterdikleri cansiperane çarpışmalarıyle dillere destan olmuşlardır. Bunlardan sadece birkaçının ismini vermekle yetineceğim:
   Nine Hatun, Erzurum'lu olup Kadir adında bir zatın kızıdır. Bu hanımın tarih sayfalarına geçmesi 1877-1878 yıllarında Erzurum'un Aziziye tabyalarında meydana gelen Ruslar'a karşı savaşta gösterdiği kahramanlık olmuştur.
   Selçuk Kantarcıoğlu, ,,Tarih Yolunda Erzurum" adlı mecmuanın birinci sayısındaki (1877-1878) 93 muharebeleri başlıklı yazısında Erzurum'lu hanımların savaşa nasıl katıldıklarını anlatırken derki:
   ,,Kadir Kızı Nine Hatun ve diğer kadınlar kafilesi, erkeklerle dirsek dirseğe… ve onlara ayak uydurarak birer ok gibi düşman üzerine koşuyorlardı. Ordu ve millet bir işaretle bir sel gibi tabyalar üzerine atıldılar. Tarihin görmediği bu hal, ressamların bile ürpererek çizemiyecekleri bir tablo idi."
   Bu kanlı savaşa Nine Hatun'dan başka katılanların bazıları da şunlardır: Köse Mehmet Ağa'nın karısı Şerife Hanım, Kara Fatma, Topal Gülizar, Kadir kızı Name, Haydar Kızı Gürbüz...

   18- Kara Fatma:
  
Ahmet Cevdet Paşa ,,Ma'ruzat"ında bu Kara Fatma'nın Girit aşiretine mensup bir hanım olduğunu kaydeder. Meşhur Sivastapol destanında Kara Fatma şöyle yer almıştır:

   ,,Beş, altı gün sonra Kara Fatma-i Gazi

   Nisalar kahramanı, şeref-razi

   Beş, altı yüz kişiyle geldi ol an

   Kamusu hep süvari-i namdaran

   Onların namı var Türkmen ilinde

   Kılıç belinde, kargı kollarında

   Onlar çok kırdı düşman, döktü kanın

   Şehit oldu karındaşı nisanın

   O hatun kendi dahi yaralandı."

“Abide ve Kitabeleriyle Erzurum Tarihi" adlı kitapta şu satırları okuyoruz:
   ,,Bu Kara Fatma'nın Kırım Savaşına 30 yaşında katıldığı kabul edilirse, Erzurum Savaşında 44 yaşlarında olması lazımdır... Biz de Aziziye şehidi olan Kara Fatma'nın bu Kara Fatma olduğunu kabule taraftarız. Ahmet Muhtar Paşa bu Türkmen kızını yakından tanıyordu. Ruslar'a karşı savaş açılınca Kafkas cephesine koşmuş ve Aziziye'den Ruslar'ı kovarken de şehidlik şerbetini içmiştir.'.."
   İstiklal Savaşı'nda da müslüman Türk kadınlarının gösterdikleri fedakârlık ve yararlıklar herkesçe malumdur. Anadolu'nun cefakâr, vefakâr hanımı, namusunu korumak, vatanından düşmanları kovmak için elinden gelen her şeyi yapmış, kağnısını koşarak, omuzunda mermi taşıyarak cepheye koşmuş, savaşın kazanılmasında üzerine düşeni hakkıyla yapmıştır.
   Bu savaşta çok yararlık gösteren bir başka Kara Fatma da kayda değerdir. Allah, hepsinden razı olsun!
   Evet, hanım kardeşlerim! Geçen satırlarda da gördüğümüz gibi, savaş, aslında erkeklere farzdır, hem de farz-ı kifayedir. Fakat vatan ve mukaddesat tehlikeye düştüğü vakit, erkek-kadın yediden yetmişe savaş artık her müslümana farzdır; erkek- kadın herkesin silaha sarılarak düşmanın karşısına çıkması lazımdır, işte Aziziye ve İstiklal Savaşlarında böyle olmuştur.

 

HİKMET KONUŞAN KADINLAR

   Kadınlar arasında güzel konuşan, yerinde konuşan, hakikat ve hikmetten bahseden, ibret dersi veren ve bu yolda öğüt ve nasihatta bulunan hanımların sayısı da çok fazladır. İşte birkaçı:

   19- Harka Hanım:
  
Harka, Acemistan'ın Irak velilerinden Numan b. Münzir'in kızıdır. Irak, müslümanlar tarafından fethedilince, bu ailenin de devlet ve riyaseti elden gitmiş oluyor. Harka da dünyayı terk ederek rahibeler gibi dolaşıyor. Bir gün hep aynı kıyafette olan cariyeleriyle birlikte Irak Fatihi Sa'd b. Ebi Vakkas'ın huzuruna vardılar. Harka'nın elbiseleri de cariyelerin elbiselerinden farklı olmadığı için Sa'd b. Ebi Vakkas, ,,Harka içinizde mi?" diye sormuştu. Harka:
   -Evet, işte benim, demişti. Sa'd, Harka'ya:
   -Bu halin ne böyle? diye sorunca Harka, şu cevabı vermişti:
   -Sormaya ne hacet! Dünyanın hali işte böyle, halden hale değişiyor, bir kararda kalmıyor. Bir vakitler buraların padişahı iken, herkes bizim emrimizde iken devletimizin müddeti bitti, saltanatımız gitti. İşte bu hale geldik... dedi. Ve şu şiiri okudu: ,,Bir zamanlar insanlara hükmedip başkanlık yapan bizler iken, şimdi devletsiz ve nimetsiz kaldık
   Şunun bunun insaf ve yardımına muhtaç olduk. Of! Şu dünyaya ki, nimet ve lezzetinin devamı yok!"
   Orada bulunan Amr adındaki müslüman da ona: ,,Sen o Harka'sın ki, kiliseye giderken, yol boyunca ayakların altına kumaşlar serilirdi. Böyle iken devlet ve saltanatınızın gitmesine sebep ne oldu?" diye sormuştu. Harka şu cevabi verdi:
   ,,Zaman öyle birzamandır ki, efendileri köle, köleleri efendi yapar, padişahı tahtından indirir, köleyi padişah yapar. Azizleri zelil, zelilleri de aziz yapar. Bu, dünyanın âdetidir. Bilinmeyen bir hal değildir. Bunun için başımıza gelen bu hali biz yadırgamadık, normal karşıladık."
   Sa'd b. Ebi Vakkas, bu hanımın ihtiyaçlarını karşılayarak onu memnun eder. Harka Sa'd'ın yanından ayrıldıktan sonra:
   ,,Sa'd'dan ne muamele gördün?" diye soranlara şu şiiri okuyarak cevap verir:
   ,,Zimmetimi korudu, bana ikramda bulundu. Zaten kerim olan kerim olana ikramdan başka bir şey yapmaz."

    20- Hansa Hanım:
  
Hansa, en meşhur şair bir kadındır. Hem cahiliyet çağını yaşamış, hern de ashab devrini yaşamıştır. Müslüman olan bu kadın, Hz. Ömer zamanında Kadisiye savaşına katılmış ve bu savaşa beraberinde dört oğlunu da götürmüştü. Bir akşam oğullarına şu nasihati yapmıştı:
   ,,Ey benim oğullarım! Sizler kendi isteğinizle müslüman oldunuz ve yine kendi isteğinizle, vatanınızı terk ederek, buraya geldiniz. Kendinizden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, sizler hep bir ananın oğlu olduğunuz gibi, bir tek babanın da evladısınız. Ben sizin babanıza asla hiyanet etmedim, dayılarınızı rüsvay etmedim. Soyunuzu değiştirip şerefinize leke kondurmadım. Siz biliyorsunuz ki, kâfirlerle savaşan mü'minlere büyük sevap hazırlanmıştır. Ve biliniz ki, baki olan ahiret hayatı, fani olan dünya hayatından hayırlıdır. Ve Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyurur:
   ,,Ey o iman edenler! Zahmet ve şiddetlere sabredin, muharebede sebat gösterin, sınırları bekleyin, Cenab-ı Hakk'a karşı gelmekten, yasaklarını işlemekten sakının ki, kurtuluş ve yükselişe eresiniz."
Âl-i İmran, 200
  
Yarın sabaha sağ salim çıkarsanız, gözünüzü açarak ve Allah'tan yardım isteyerek düşmanla savaşa giriniz. Harbin kızıştığı bir sırada, fırsat bulursanız, kâfirlerin reis ve kumandanlarına saldırınız. Böyle yaparsanız zaferi kazanır, ganimet elde eder, Cennet-i Âlâ'da ikram görürsünüz!.."
   Oğulları, annelerinin bu nasihatlerini tutarak ertesi gün, savaşa girişirler. Savaşta çok yararlıklar gösterirler, sonunda dördü de şehid olur. Hansa, oğullarının şehid oldukları haberini alınca memnun olduğunu izhar eder ve şöyle der:
   ,,Hamd olsun Allah'a ki, oğullarıma şehidlik nasib etti. Beni, bu şerefle şereflendirdi, beni şehidler annesi yaptı. Şimdi Rabb'imden benim ümidim cennette beni şehid oğullarımla birleştirmesidir!" Allah, kendisinden de oğullarından da razı olsun!

    21- Harise kızı Emame:
  
Emame, Rabia kabilesinin eşrafından Avfın karısıdır. Kızı Ümm-i Ünas'ı, Kinde hükümdarından Haris adında bir zata kocaya vermişti. Ümm-i Ünas, kocasının evine götürüleceği bir sırada, anası Emame ona şu nasihati yapmıştı:
   ,,Bak, yavrum! Bir kimseye öğüt ve nasihat, o kimsenin edep ve terbiyesine, haysiyet ve asaletine binaen terk edilmesi lazım gelse idi, benim de şimdi sana nasihat etmeme hacet kalmayacaktı. Fakat nasihat, bilene hatırlatmak, bilmeyene de öğretmek olacağından herkes hakkında faydalıdır...
   Kızım! Anne ve babasının servet ve zenginliğinden dolayı, bir kızın kocaya gitmeğe ihtiyacı olmasaydı, senin hiç olmazdı. Fakat öyle değildir. Erkekler, bizim için yaratıldığı gibi, bizlerde erkekler için yaratılmış bulunmaktayız.
   Kızım! Sen annen ve baban evinden, büyüyüp yürüdüğün yuvadan çıkıp bilmediğin ve ömründe ülfet etmediğin bir adamın evine gidiyorsun.
   Şimdi o kimsenin rızasını gözetecek, cariyesi gibi, ona itaat et ki, o da sana kul ve köle olsun. Yani seni sevip senden hoşnut olsun. Şimdi ben sana on şey söyliyeceğim; bunları ezberleyip gereğini yerine getir ki, kocan ile güzel yaşayabilesin:
   1-
Kocan sana yiyecekten, giyecekten her ne getirirse, onu beğenip candan kabul etmelisin.
   2-
Emrettiği şeyleri yapmalı, yasak ettiği, yapma dediği şeyleri de yapmamalısın. Sözünü dinleyip kendisine itaat etmelisin.
   3-4-
Evin içi olsun, kendi üstün başın olsun, bunları tertemiz tutmaya dikkat etmelisin; her taraf gül gibi olsun. Gözükmesi veya kokusu hoşa gitmeyen şeylerden son derece sakınmalısın ki, kocanı iğrendirip gözünden düşmeyesin.
   5-6-
Uyuyacağı ve yemek yiyeceği vakitlere dikkat etmelisin; hangi vakitlerde ve hangi saatlerde yemek yemeği ve yatmayı adet edinmiş ise, işte o vakitleri gözetip tam zamanında yemeğini vermeli, döşeğini sermelisin. Çünkü açlık insanı ateşlendirir, uykusuzluk ise öfkelendirir.
   7-8-
Kocanın malını muhafaza etmelisin. Parasını israf ve teleften korumalısın. İtibarını gözetip akraba ve dostlarına hürmet etmelisin.
   9-10-
Hiçbir şeyde ona isyan ve muhalefet etmemelisin. Sırrını kimseye ifşa etmemelisin. Çünkü emrine isyan edersen, sözünü dinlemezsen, kocanı kendine kin bağlatırsın; sırrını ifşa edersen gadir ve cefasından emin olamazsın.
   Kızım! Kocan kederli ve üzüntülü olduğu sıralarda, sakın yanında ferahlı durmayasın, sevinçli ve neşeli zamanlarında da sakın keder ve üzüntü göstermeyesin!.."
   Emame Hatun'un, gelin olarak göçüreceği kızına yaptığı öğüt ve nasihat burada bitti. Çok yerinde olan bu nasihati, hanım kardeşlerimiz ezberleyip kocaya verecekleri kızlarına öğretmeleri ve öğütlemeleri, hatta yazıp gelin hanımın cebine koymaları gerekir. Kurulacak yeni evin huzuru, yeni hayatın tadı, gelin hanımın bütün bu öğütleri yerine getirmesine bağlıdır...

   22- Zübeyde Hanım:
  
Zübeyde Hanım, Abbasi halifelerinden Harun-i Reşid'in karısıdır. Her bakımdan örnek bir kadındır. Ahlak ve faziletçe çok üstün bir değer taşır. Dedesi Mansur, onu çok sevdiği için edep ve terbiyesine önem vermiş, ona okumayı ve yazmayı öğretmiştir. Kur'an okumakta, yazı yazmakta, şiir yazmada mühim varlık göstermiş, evin duvarlarını örten perdeleri güzel şiirlerle süslemiştir.
   Zekâsı kuvvetli, aklı çok, ileri görüşlü olduğu için, kocası Harun-i Reşid devlet ve siyaset işlerinde onunla sık sık istişare eder, fikirlerini sorardı. Hele onun hayırseverliği her tasavvurun üstünde idi; fakirleri koruması, düşkünlere yardım etmesi fevkalâde idi. Ayrıca medreseler, hastaneler, camiler yaptırmış, sular getirtmişti. Kendi ismiyle anılan içme suyunu, çok uzaklardan Mekke'ye getirtip Mekke'nin su sıkıntısını gidermesi kayda değer bir hayırdır.
   Otuz bin liraya yazdırdığı Kur'an-ı Kerim'i ilk eline alıp açtığında Al-i İmran Suresi'nin, „Sevdiğiniz şeyi vermedikçe iyi bir hayır yapmış sayılmazsınız!“ mealindeki 92. ayet-i kerime'sini okur ve şöyle der:
   ,,Şu anda benim için en sevgili şey, bu Kur'an-ı Kerim'dir. Bu ayete göre ben bunu sadaka olarak vermedikçe iyi bir hayır yapmış sayılamam. Buna binaen bu Mushaf-i Şerif benden sadaka olsun!.."
   Hicrî 316 tarihinde vefat etmiştir. Cenab-ı Hakk kendisine bol bol rahmet eylesin!

EVLİLİK VE NİKÂH

   Dünya hayatı; şeref ve değerini, canlılık ve şenliğini insanla bulur. İnsan hayatının devam ve bekası, huzur ve sükûnu, saadet ve mutluluğu da insan çiftlerinin bir araya gelmesiyle, karı-kocanın bir çatı altında birleşmeleriyle mümkündür. İnsansız dünya, bir şeye yaramıyacağı gibi hanımsız bir hayat da bir şeye yaramaz.
   Esasen her şey çift yaratılmıştır: Gece-gündüz, yaz-kış, kuru-yaş, ruh-beden, dünya-âhiret, cennet-cehennem hep çifttir. Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur:
   ,,İbret alasınız diye (Allah) her şeyi çift çift yaratmıştır.“
Vezzariyat, 49
  
Kâinatın nizam ve düzeni, bu çiftlerin yanyana gelmesine, birbirlerini takip etmesine veya tamamlamasına bağlıdır. İşte erkek-kadın da bu ciflerden biridir. Bunlar da yanyana gelir, birbirlerini tamamlar, evlilik hayatını, ailenin mutluluğunu temin ederler ve nihayet insan neslini devam ettirirler.
   Bunun için, ilk insan olan Hz. Adem, yaratılır yaratılmaz, eşi Havva da yaratılmıştır. Adem Aleyhisselam ilk baba olduğu gibi, Hz. Havva da ilk annedir. Geçen sayfalarda da işaret ettiğimiz gibi, Cenab-ı Hakk, Hz. Adem'i topraktan yaratmıştır. O'na yâr olmak üzere, Hz. Havva'yı da meydana getirmiştir. Fakat Havva'yı topraktan değil de Adem Aleyhisselam'ın vücudunun bir tarafından yaratmıştır. Bundaki hikmet, karı-koca arasında sevgi ve saygıyı sağlamaktır. Çünkü, kadın erkekten ayrı ve ona yabancı değildir. Kadın erkeğin bedeninin bir gücü ve onun bir parçasıdır. Tarihte ilk karı-koca bunlar olmuştur. Ve bütün insanlığın soyu, bunlara ve bunların meydana getiridiği aileye dayanır. Ve işte bu itibarladır ki, her insan kardeştir.
Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur:
   ,,Ey o bütün insan kümeleri! Rabb'inize karşı gelmekten sakının ki, sizleri tek bir şahıstan yarattı ve o bir şahıstan da eşini halk etti ve ikisinden birçok erkek ve dişiler yarattı (ve dünyaya yaydı)..."
Nisa, 1
   ,,Sizi topraktan yaratması, O'nun (Allah'ın) varlığının delillerindendir. Sonra hemen birer insan olup yeryüzüne yayılırsınız. İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler (hanımlar) yaratıp aranızda sevgi ve merhamet var etmesi, yine O'nun varlığının ayetlerindendir. Bunda düşünen millet için dersler vardır.“
Rum, 20-21
   Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de şöyle buyurur:
   ,,Kadın, bir kaburga gibidir. Kadın bir eğri kaburgadan yaratıldı. Onu doğrultmaya kalkarsan kırarsın! Kırılması da talaktır."
Müslim, Rıda
  
Demek oluyor ki; ilk babamızın asıl maddesi; hamur ve çamuru topraktır. İlk anamızınki ise, ilk babamızdan kopma bir parçadır. Çift olarak yaratılmaları da birbirlerini sevme, sayma, bir araya gelip aile çatısını kurma, birbirlerine ısınma ve tamamlama hikmetine dayanır.
   Fakat, erkek ile kadının bir araya gelmesi gelişi güzel değildir; Kayıtsız, şartsız değildir. Herkesin keyfine göre değildir. Bu hususta kaideler konmuş, kanunlar vazedilmiş, bir düzene konmuştur. Tabiattaki diğer bütün çiftler de öyle değil mi?!. Hepsi bir düzene, bir kanuna bağlı; rastgele bir şey yok, başı boş bırakılmamış. Her birinin hareket ve görevi bir ölçüye bağlanmıştır. Serseri, gelişi güzel bir şeye tesadüf edilmiyor. Yaratanın koyduğu kanunlara göre çalışıyor her şey. Çünkü âlemin düzeni böyle olmasına bağlıdır. Aksi halde ne olurdu? Düzen bozulur, anarşi meydana gelirdi.
   Erkek-kadın münasebetleri de tesadüfe bırakılsaydı, herkesin keyfine bırakılsaydı, kâr yerine zarar, saadet yerine felâket getirirdi, neslin devamı yerine neslin inkırazına sebep olurdu.
   İşte, bu sebeple nikâh meşru kılınmıştır. Her iki tarafın rızası alınır, şahidler çağrılır, merasimler yapılarak etrafa duyurulur; gelin ve güveyinin kimler olduğu, kimin kime verildiği belli olmuş olur ve nihayet ortada kimsenin şüphesi kalmaz...

 
    İslam'da evliliğin manası:
    
Evlenmekten maksat nedir ve nasıl tarif edilir?
   Bu sorunun cevabı değişik toplumlarda değişik şekiller almıştır. Bazı toplumlarda evlenmekten maksat ekonomiktir. İktisadî hayatı, geçim hayatını kolaylaştırmaktadır. Karı-koca biraraya gelir, ticaret ortakları gibi birbirlerini tamamlar, ekmek bulmada ve dünya işlerini daha kolay yürütmede birbirlerine yardımcı olurlar. Bir kısım cemiyetlerde de evlenmekten maksat biyolojiktir; bedenin cinsel arzularını yerine getirmek, şehevî yönden nefsini teskin ve tatmin etmektir. Bir başka ifade ile: Tarafların, daha kolay ve her zaman şehvet duygularını gidermek için evlenmek âdet olmuştur.
   Dinimizde ise, evlenmekten maksad daha başkadır; daha manalı ve daha hikmetlidir. Fayda ve maksat, bir yönüyle topluma aittir, toplumla ilgilidir. Hatta toplum için evlilik zorunludur. Çünkü insanoğlu, neslinin korunmasını ve yaşamasını ancak bu suretle sağlar. İnsan toplulukları; nesil ve zürriyetlerini, hayattaki varlıklarını ancak evlenmekle temin ederler.
   İşte bu hikmete binaendir ki, Kur'an-ı Kerim, bekârları evlendirme işini topluma vermiş, fakir oluşları mühim değildir, evlendirilmelerine mani teşkil etmez, demiştir. Bunu Kur'an şöyle beyan eder:
   “İçinizdeki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olanları evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah onları lütfü ile zenginleştirir. Allah lütfü bol olandır, bilendir.“
Nur, 32
  
Şayet, koca olacak zat, çok fakir ve hiçbir şeye sahip değilse, o da namusunu korusun (zinaya gitmesin). Günün birinde Allah ona da rızık verir, zengin olur, evlenmeğe imkân bulur. İşte bu hususta bir ayet-i kerime şöyle:
   „Evlenemeyenler, Allah kendilerini lütfü ile zenginleştirene kadar namuslarını korusunlar...“
Nur, 33
  
Evlilikten fayda ve maksat, bir yönüyle de ferde aittir. Evlenmek erkek ve kadın her ikisi için de zorunludur. Karı-koca bu sayede bir araya gelir, aile hayatını kurar, birbirlerini tamamlarlar, cinsî arzularını tatmin ederler. Aralarında sevgi ve saygı hasıl olur. Hem dünyadan zevk alırlar, hem de ahiretlerini mâmur etmede birbirlerine yardım ederler. Bu hususu Kur'an-ı Kerim şöyle açıklar:
   „ İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının delillerindendir. Bunlarda düşünenler için dersler vardır.“
Rum, 21
  
Görüldüğü gibi, dinimizde karı-koca münasebetleri o kadar mühim, o kadar önem taşıyor ki, onların yaratılışları Allah'ın ayetlerinden oluyor. Gerçekten çiftlerin yaratılışı, aralarında çok sıkı bir ilişkinin kurulması ve bunun için de beden ve ruh yapılarının birbirini tamamlar halde meydana gelişi o kadar takdire lâyık ve her tasavvurun üstünde şâyân-ı şükran'dır.
   Karı ve kocadan her biri, diğerinin vakar ve namusunu, haysiyet ve şerefini korumada ve aynı zamanda her biri öteki için bir süs
ve ziynet olmada birer elbise mesabesindedirler. Kur'an-ı Kerim bu ciheti de şöyle anlatır:
   ,,Oruç tuttuğunuz günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size helal kılındı, onlar sizin örtünüz, siz de onların örtülerisiniz!..“
Bakara, 187

    Nikâh öncesi:
  
Oğlunu everecek veya kızını kocaya verecek anne ve babanın, bunlar hakkında söz vermeden önce, dikkat edecekleri bir takım vasıflar ve hususlar vardır. Bunların başlıcalarını sıralayalım:
   a) Soyunu, sopunu sormalı, asil bir aileye hısım olmalıdır;
   b) Dinini, diyanetini sormalı; dine bağlı, dünya işlerinin yanında dinî vecibelerini de yerine getiren şuurlu müslümanlarla hısım olmalıdır;
   c) Kadını, sırf güzelliği için veya sırf malı için almamalıdır. Bunlar gölgedirler, geçici şeylerdir. Ahlak ve fazileti için, asalet ve kemalâtı için, din ve diyaneti için almalıdır; gerek damat gerek gelin ahlaklı ve faziletli olmalıdırlar, oturmalarını, kalkmalarını bilir olmalıdırlar, bilgili ve görgülü olmalıdırlar ve nihayet damat, baba olma sıfatına, gelin de anne olma niteliğine bihakkın sahip olmalıdır.
   Belki hanım kardeşlerim diyecekler ki:
   “Sizin saydığınız bu evsafta, her zaman damat veya gelin bulmak mümkün müdür? Nerede bulacağız böylelerini?..“
   Cevaben derim ki:
   „Yetiştirmek lazımdır. Daha doğrusu yetiştirmemiz lazımdır. Tabii bunlar ot gibi bitmezler, gökten de gelmezler. Baba ve anneler olarak bizlerin yetiştirmesi gerekir. Çocuklarımız dünyaya gelirken şekilsiz, renksiz ve damgasızdırlar. Adeta bal mumu gibidirler. Her şekli alabilir, her renge boyanabilir, her damgayı alabilirler. Ona şekil vermek, ona renk vermek ebeveynine aittir, onların elindedir.”
   O halde ne yapmalıyız, nasıl davranmalıyız? Bal mumu gibi yumuşak olan çocuklarımızı güzel bir kalıba dökelim, başka değil, İslam'ın kalıbına dökelim, islam'ın o güzel şeklini verelim, İslam'ın rengine boyayalım ve nihayet onlara İslam'ın damgasını vuralım, onları İslam'ın o mübarek mühürüyle mühürliyelim. Mühürliyelim ki, şahsiyetlerini kazanmış, yerlerine oturmuş olsunlar, kendilerini boşlukta bulup kendini bilmezlerin arkasından gitmesinler; mukaddesatına, ailesine, milletine hatta bütün insanlığa faydalı birer eleman olsunlar.
   Bütün bunlar da neye bağlıdır, biliyor musunuz?
   Bütün bunlar, islam dinini bütün veçhe ve gerçekleriyle bilmelerine, bildiklerini aynı zamanda yapmalarına ve yaşamalarına bağlıdır. İşte o zaman, yukarıda evsaf ve niteliklerini saydığımız şahsiyette damat ve gelin olacakların sayısı az olmayacaktır, kolayca bulmak mümkün olacaktır. Demek oluyor ki, bu da bizim gayretimize ve bizim yetiştirmemize bağlı imiş.
   Bundan sonra, çocuk terbiyesi başlığı altında bu hususu görelim:
 

İSLAM'DA
ÇOCUK TERBİYESİ

   Hanım kardeşlerimin, çocuklar üzerinde çok mühim tesirleri ve hizmetleri olacağından çocuk terbiyesi meselelerini çok iyi bilmeleri lazımdır. Bu münasebetle çocuk terbiyesinden bir parça bahsedeceğim:

    Doğum öncesi:
  
Çocuk terbiyesi, çocuk daha rahme intikal etmeden önce başlar. Damat bey, gerdek (zifaf) gecesi yatak odasına girdiğinde gerek kendisi gerekse gelin hanım, ikişer rekat namaz kılarlar ve sonra damat geline dönerek şöyle dua eder:
   ”Allah'ım! Beni eşim hakkında, eşimi de benim hakkımda mübarek kıl, beni bundan, bunu benden rızıklandır. Bizleri daima hayır işlerinde birleştir!”
  
Güvey, gelin hanımla münasebette bulunmak istediğinde şu duayı okur:
   “Allah'ım! Bunu senin emanetin olarak aldım ve senin mübarek isminle kendime helal kıldım! Allah'ım sen bundan bana vereceğin çocuğu hayırlı, takvalı, imanlı ve dört başı mâmur kıl (ruhen ve bedenen sağlam olsun)! Onu bozguncu ve şeytanın ortağı olmaktan koru!”
  
Arkasından da şu duayı yapar:
   ,,Allah'ım! Bizi şeytandan, şeytanı da bize nasip edeceğin çocuktan uzaklaştır!”
  
Çocuk, ana karnına intikal etti mi artık, ana, emaneti yüklenmiştir. Ana, karnındaki çocuğun normal gelişmesine, sağ selim dünyaya gelmesine dikkat ve gayret edecektir. Anneler gerek gıda almalarında gerekse hareketlerinde mütehassıs doktorların tavsiyelerine ve tecrübe sonuçlarına tamamen uyacaklardır. Gebelik kendini gösterir, ana ağırlaşırsa, o zamandan itibaren ana ve baba şükrederek şöyle dua ederler:
   ,,
Ya Rabb! Sen bize temiz ve salih bir evlat verirsen elbette biz sana şükrederlerden oluruz!..“

   Doğum sonrası:
  
Doğum günü gelip çocuk dünyaya geldiğinde yıkanır, temizlenir ve bir beyaz beze sarılır. Mümkün ise çocuk, ilim ve irfaniyle, amel ve takvasiyle tanınan bir zata götürülür. Bu zat, Peygamberimiz'in yaptığı gibi, çocuğa şekerli su içirir ve ona hayır duada bulunur. Bu zat veya çocuğun babası, çocuğun sağ kulağına ezan okur. Ve bu suretle her şeyden önce Allah'ın birliğini, Hz. Muhammed'in peygamberliğini, kurtuluş ve yükseliş yolunun namazdan geçeceğini taşıyan ses ve sadâyı çocuğun kulağına duyurur ve telkin eder. Efendimiz (s.a.v.) torunu Hasan'ın doğduğu gün kulağına ezan okumuştur. İbn-i Hanbel, c. 6, sf. 9

   Akika kurbanı:
  
Doğumun yedinci gününde ne yapılır? Günler ilerleyip çocuk yedi günlük oldu mu, kurban kesilir, çocuğun başı tıraş edilir ve saçları ağırlığınca altun veya gümüş sadaka verilir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
   ,,Bir kimsenin çocuğu doğar da onun namına kurban kesmek isterse, oğlan için iki koyun, kız için de bir koyun kurban kessin!“
Ebu Davud, Akika
  
Bu da İslam'ın güzel gördüğü ne güzel şeydir. Mevla'sı kendisine bir çocuk ikram etmiş, o da bunun şükrünü yerine getirmek üzere, Mevla'sının fakir kullarına et ziyafeti vererek ikramda bulunmuştur.
   Yedinci gün, çocuğun adı konur. Ad ilk günde de konabilir. Dinimiz güzel ad takmayı tavsiye eder. Çünkü çocuk, yalnız dünyada değil, ahirette de kendisine verilen adla çağrılacaktır. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
   ,,Kıyamet gününde çağrılacağınız ad, kendi adınızla babanızın adıdır. O halde güzel ad koyun!“
Ebu Davud, Tağyir'ül-Esma
  
Bir diğer hadis'te de şöyle buyurur:
   ,,Allah nezdinde en sevimli ad, 'Abdullah' ile 'Abdurrahman'dır!“
Ebu Davud, Tağyir'ül-Esma

   Sünnet ettirilmesi:
  
Çocuk yedi günlük iken sünnet ettirilirse daha sıhhatli ve daha güzel olur.

   Beslenmesi ve öğretimi:
  
Ana, çocuğunu, gelişi güzel değil de belli vakitte emzirmeli, belli vakitte yatırmalı, belli vakitte kaldırmalıdır. Yani bunlar usulüne uygun ve bir program dahilinde olmalıdır. İki yaşından sonra hemen sütten kesilmelidir. Daha önceden de sütten kesilebilir. Sütten kesildikten sonra, çocuğunu usulüne uygun şekilde beslemeli, vücudunun normal gelişmesi için gereken besi maddelerini vermelidir ve bu hususta doktorların tavsiyelerini dinlemelidir. Çocuğun üstüne, başına dikkat etmeli, hele temizliğine son derece riayet etmelidir.
   Çocuk, kelimeleri çıkarmaya başladığında anası, ona ilkönce ,,Allah“ kelimesini öğretmeli, dilini bu mübarek kelime ile açmalı ve ona ,,La ilahe illallah“ cümlesini tekrar ettirmelidir. Sağını, solunu fark eder hale geldi mi, ona daima hayırlı işleri teşvik etmelidir. Aklının kavrayacağı şekilde Allah'ın varlığından, birliğinden, büyüklüğünden bahsetmeli, hocaya göndermeli, okuma ve yazmayı ona öğretmeli, farzları, sünnetleri belletmeli; oturmasında, kalkmasında, yemesinde, içmesinde ölçülü ve edepli olmasını tavsiye etmelidir.
   Yedi yaşına ayak bastığında ona abdest almayı öğretmeli, namaza alıştırmalı ve zaman zaman yanına alıp beraberce namaz kılmalıdır. On yaşına gelip namaz kılmazsa onu münasip şekilde dövmelidir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
   “Çocuklarınız yedi yaşına geldiklerinde onlara namazı emrediniz. On yaşlarına gelip şayet namaz kılmazlarsa onları dövünüz.“
Ebu Davud, Salat
  
On yaşına ayak basan çocukların yataklarını ayırmalı; artık onların bir yatakta yatmalarına müsaade etmemeli.
   İlim tahsiline önem vermeli; Kur'an okumasını öğretmeli, din ve dünya işlerine ait bilgilerle onları süslemeli, bir meslek veya bir sanat sahibi olmalarına gayret göstermelidir.
   Kız çocuklarına bilhassa ev işlerini; yemek pişirmeyi, elbise dikmeyi, ev süpürmeyi, çamaşır yıkamayı mutlaka öğretmelidir. O melek gibi çocuklara, mubah oyunları oynamalarına müsaade etmeli; onlara yüzücülük, atıcılık, binicilik öğretmelidir. Bütün bunlar hakkında Peygamberimiz'in öğütleri vardır.
   Kız çocukları, bulûğ çağına geldi mi, başlarını örtmelerini, namahremden sakınmalarını temin etmeli. Namuslarına toz konmamasına, şereflerinin haleldar olmamasına son derece dikkat etmeli. Açık, saçık olmanın maddî-manevî zararlarını anlatmalı. Medenî olmanın giyinmekte, vahşiliğin ise soyunmakta olduğunu söylemeli. Ve, bir kadının, yabancı erkeklere karşı, açıldığı nisbette değerinden kaybedeceğini anlatmalı. Anne, bütün bunları kızına öğütlerken tabii kendisi de bizzat örnek olmalıdır.
   Elhasıl, anne ve annenin yanında baba, oğullarını da kızlarını da maddesiyle manasiyle yetiştirirler. Hem İslam'ın emrettiği şekilde yetiştirirler. Bilgili ve görgülü, imanlı ve amelli, ahlaklı ve faziletli bir şekilde onları hayata hazırlarlar, millet, memleket sevgisiyle, insanlığa hizmet aşkıyle dolu olarak cemiyete katarlar ve nihayet oğullarını baba olmaya, kızlarını anne olmaya layık bir tarzda yetiştirirler. Mübarek dinimizin bizden islediği budur. Her müslüman anne ve baba böyle olmaya mecburdur.
   İşte o zaman oğlumuza layık gelin, kızımıza layık damat bulma sıkıntısı çekmeyiz.
   Demek oluyor ki, bütün mesele, ana ve babanın evlatlarına karşı olan vazifelerini hakkıyle yapmalarındadır.
   Eğer bugün çocuklarımız yaramaz ise, oturmalarını, kalkmalarını bilmiyorlar ise, kâr ve zararlarını, dost ve düşmanlarını ayırt edemiyorlarsa kusur bizimdir; vebali bize de aittir.
   Anne ve baba, evlatlarına mal-mülk bırakmaktan çok, onlara ruh vermeli, İslam'ın ruh ve terbiyesini öğretmeli ve bu şuur içinde yetiştirmelidirler.
   Peygamberimiz’in bu hususta da çok tavsiyeleri vardır:
   „Çocuklarınıza ikram ediniz, onların edep ve terbiyelerini güzel yapınız!“
İbn-i Mace, El-Edep
   ,,En üstün miras, babanın evladına verdiği güzel terbiye ve edeptir.“
Tirmizi, El-Bir

    Mehir:
  
Şimdi sıra oğlumuzu evermeye, kızımızı göçürmeye gelmiştir. Onları evermek de anne ve babanın vazifeleri arasındadır. Mühim bir mani yoksa bu işi geciktirmemelidirler.
   Gecikmesinde zarar vardır, sakınca vardır. Telafisi, tedavisi mümkün olmayan yaralar açabilir.
   Kızımızı verirken, mehir olarak, ağır basmayalım, fazla istemeyelim. Hısım olacağımız ailenin, altından çıkamıyacakları tekliflerde bulunmayalım; vay şunu vereceksin, vay şunu alacaksın diye meseleyi sarpa sardırmayalım. Yeter ki, aileyi uygun, damadı münasip görelim, ötesi önemsizdir; az olur, çok olur ehemmiyeti yok. Bugün olmaz yarın olur.
   Esasen, kızın babasının, oğlan evinden para almaya hakkı yoktur. Baba kızını verdi diye damattan para isteyemez ve para alıp yiyemez. Oğlan tarafının verdiği gerek para gerekse eşya hep gelinindir, gelinin mehridir.
   Evet, mehir vardır. Damat geline mehir verecektir. Bu, İslam'ın emridir. Fakat az da olur, çok da olur. Yeter ki, on dirhem gümüşten veya bunun değerinden aşağı olmasın. Bunun üstünde herhangi bir rakam olabilir, anlaşmaya bağlıdır. Tabii bu arada zarurî masraflar yapılacaktır. Gelin hanımın bir-iki kat elbisesi, yatak ve sairesi alınacaktır. Ancak Ata'larımızın, ,,Yassılık türe, olana göre“ dedikleri gibi hareket etmeli, kolaylık göstermelidir.
   Gelinin hayırlı olması, ayağının uğurlu gelmesi, düğün masraflarının çok olmasına, çeyizin fazla olmasına bağlı değildir, belki az olmasına, kolay olmasına bağlıdır. Bakınız Peygamberimiz (s.a.v.) ne buyurur:
   ,,Mehirin hayırlısı kolay olanıdır!“
Cami'üs-Sağır
   ,,Nikâhın hayırlısı kolay olanıdır!“
Cami'üs-Sağır
  
Bu iki hadis'ten anlıyoruz ki, gelinin en hayırlısı kocasının evine ucuza mal olanıdır. O halde mehrin, çeyiz eşyasının çokluğuna, çok olmasına değil; gelin ve damadın şahsiyetine, edepli ve terbiyeli olmalarına dikkat etmelidir ve bu arada anne, damadının evine göndereceği kızına, Emame Hatun'un kızına yaptığı on öğüdü yapmalıdır.

   Nikâh merasimi:
  
Nikâh merasimi nasıl başlar ve nasıl biter?
   Mübarek dinimiz, her konuda olduğu gibi, nikâh konusunda da boşluk bırakmamış başından sonuna kadar gerekli her meseleyi göstermiş ve öğretmiştir.
   İlk önce taraflar (kendileri ve aileleri), kendilerine münasip olanı ararlar. Sonra münasip gördüklerini göz altı ederler. Kız-oğlan birbirlerinin boy ve bosuna, yüz ve gözüne bakar, tavır ve hareketlerine dikkat ederler. İnceden inceye de düşünürler. İstişaresini de yaparlar. Ondan sonra karar verirler.
   Böyle yapmaları, hern yerindedir hem de günah değildir. Yerindedir; çünkü belki bir ömür boyu bir arada yaşayacaklardır. Taraflar birbirlerini her haliyle görüp beğenirlerse, sonra birbirlerine veya başkalarına bahane bulmazlar. Kendileri beğenmiş, kendileri karar vermiştir. Karar vermeden önce birbirlerine bakmaları günah değildir. Çünkü, ashabtan Muğire b. Şûbe'nin bir kadınla evlenmek istediğinden söz ederken Peygamberimiz (s.a.v.) ona şöyle demişti:
   ,,Sen o kadına (kendin) baktın mı? (Git) de bir bak! Zira onu görmen aranızda sevginin devamına sebep olur.“
Müslim, Nikâh

    Nikâh akdi:
  
Nikâh demek, karı-koca olacaklardan her birinin veya bunların vekillerinin birbirleriyle evlenmelerine, en azından iki erkek veya bir erkek, iki kadın şahid huzurunda, ,,Evet, aldım kabul ettim!“ demeleri dernektir. Bir taraftan evlenme teklifi yapılır, diğer taraftan da bu teklif kabul edilir. Nikâh merasiminin Besmele ve hamdele ile başlaması, ayet okunması, salât ve selam getirilmesi ve dua ile bitirilmesi şart değilse de çok güzeldir.
   Geline, kocası tarafından verilecek mehrin cins ve miktarı da nikâh merasiminde dile getirilir.
  
İki bayram arasında nikâh yapmakta veya düğün yapmakta bir sakınca yoktur, caizdir. Hz. Aişe validemiz şöyle der:
   ,,Benim nikâh ve düğünüm Şevval ayında (iki bayram arasında) olmuştur. Hangi kadın benden daha hayırlı olmuştur?“
Beyhakî, Nikâh
  
Nikâh merasimi bittikten sonra bunu etrafa duyurmak ve ilan etmek maksadiyle (oyun ve eğlenme maksadıyle değil) defe vurmak caiz görülmüştür. Fakat düğün merasiminde içki içmek ve içirmek gibi herhangi bir günah ve haram işlenmemelidir. Tersine, şükür ve şükran olmak üzere yemek verilmeli, fakir-fukaraya sadaka verilmeli, onları sevindirmelidir. Böyle yapılması sünnet'tir. Peygamberimiz şöyle buyurur:
   ,,Düğün yemeği ver, bir koyunla da olsa!“
Buhari, Nikâh
  
Bilhassa gelin güzel elbiselerle süslenir, saçları taranır ve yağlanır, elleri kınalanır, gözleri sürmelenir.
   Bu arada düğün sahipleri ile komşular da temiz ve güzel elbiselerini giyer, güzel kokular sürünürler. Toplantılar tertip edip, şenlikler yaparlar. Şiirler okunur, konuşmalar yapılır, ilâhiler söylenir. Ve nihayet, komşular da o gün, bir bayram havası yaşayarak gelin ve damadın sevincine iştirak ederler.

   Nikâhın faydaları:
  
Zaman zaman işaret ettiğimiz gibi, nikâhda, nikâhla evlenmede birçok hikmet ve fayda vardır. Bunların bir kaçına burada işaret edelim:
   a)
İnsan neslinin devam ve bekası; evet insan neslinin devam etmesi, kıyamete kadar sürüp gitmesi evlenmeğe bağlıdır.
   b)
Evlenmek Peygamber'in sevgisini kazanmaya vesile olur. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuş:
   ,,Evleniniz, nesliniz çoğalsın. Çünkü ben (kıyamet gününde) sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim.“
Beyhaki, Er-Rağbetü 
Fin-Nikâh
   c)
Kendinden sonra da yeri boş kalmaz. Çocuğu yaşayıp kendinden sonraya kalırsa, çocuğu kendi namına hayır yapar, hayır duada bulunur. Şayet yaşamaz da kendinden önce ölürse, o zaman da kendisi için kıyamet gününde şefaatçi olur. Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:
   ,,Bir müslümanın, henüz yetişkin olmayan üç çocuğu ölürse, Allah, bu çocuklara olan merhameti sebebiyle o müslümanı cennete kor.“
Buharî, Müslim, El-Birr
   ,,Müslüman anne ile müslüman babanın, henüz erginlik çağına gelememiş üç çocuğu vefat ederse, Allah, çocuklara olan rahmeti sayesinde anne ile babayı cennete kor. Bu çocuklara ,,Cennete girin!“ denir. Onlar: „Babalarımız girmedikçe biz girmeyiz!“ derler. Bunun üzerine onlara: „Haydi siz de girin, babalarınız da girsin!“ diye cevap verilir.“
Nesei, Cenaiz
  
Müslümanlardan biri, beraberinde bir erkek çocuğu olduğu halde Peygamberimiz'in yanına gelir. Peygamberimiz, ona:
   -Bunu seviyor musun? der. O:
 
  -Evet, Ey Allah'ın Resulü! Bunu seviyorum... diye cevap verir.
  
Peygamberimiz bu adamı bir müddet göremez olur. Tanıyanlara onu sorar. Derler ki: ,,Onun çocuğu vefal etti!“
  
Peygamberimiz bu adamı görerek ona:
   -istemez misin ki, sen cennetin herhangi bir kapısına geldiğin zaman çocuğun orada, seni beklemekte olduğunu göresin?
buyurmuş.
   Orada bulunanalardan biri:
   -Ya Resulallah! Bu hal, yalnız bu adam hakkında mı, yoksa hepimiz için de böyle midir? diye sorar. Peygamberimiz:
   -Evet, hepiniz hakkında öyledir,
cevabını verir.
Ahmed b. Hanbel, 
Nesei, Cenaiz
  
Bir kadın Peygamberimiz'e gelir ve şöyie der:
   -Ya Resulallah! Erkekler senden her şeyi öğreniyorlar. Hiç olmazsa bizim için de bir gün ayırınız. O gün gelelim, Allah'ın sana öğrettiğinden bize de öğretesin.
   Peygamberimiz kabul buyurarak:
   -Filan filan gün, filan filan yerde toplanınız!
diye cevap verir.
   Peygamberimiz (s.a.v.), gösterilen yer ve zamanda toplanan kadınlara öğreteceğini öğrettikten sonra şöyle der:
   -içinizden biriniz üç çocuğunu (ahirete) göndermiş ise onlar, o kadının cehenneme girmesine mani olurlar.
   Bir kadın Peygamberimiz'e:
  
-(Ya ölen çocuk sayısı) iki olursa? diye sorar. Peygamberimiz:
   -İki de olursa (öyle)!
diye cevap verir.
Buhari, Müslim, El-Birr
   d)
Taraflar birbirlerinin namuslarını korurlar; zinadan ve zinaya yol açan, söz, fiil ve hareketlerden kolayca sakınmalarına ve korunmalarına sebep olur.
   e)
Dünya işlerinde de birbirlerinin yardımcısı olurlar.
   Evlenmeğe teşvik eden hadis'lerden birkaçı:
  
Mübarek dinimiz evlenmenin, ev sahibi olmanın, çocuk sahibi olmanın aleyhinde değildir. Tersine evlenmeğe teşvik etmiş, bekârlığı tehlikeli görmüştür.
   Resul-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurur:
   ,,Ey gençler! içinizden evlenmeğe gücü yetenler hemen evlensinler. Çünkü gözü de namusu da en güzel koruyan evliliktir. Gücü yetmiyenler de oruç tutsunlar. Zira oruç (insandaki) şehvet hissini kırar.“
Ebu Davud, Nikâh, Tirmizi
   ,,Bir kimse Allah'ın (huzuruna) tertemiz gitmeyi arzu ediyorsa, hür kadınla evlensin.“
İbn-i Mace
   ,,Dört şey peygamberlerin âdetidir: Kına yakmak, koku sürünmek, dişleri misvaklamak ve evlenmek.“
Tirmizi, Nikâh
   ,,Dünya bir metadır. Dünyanın metâlarının en hayırlısı da temiz kadındır.“
Müslim, Nikâh, Nesei
   „ Allah, bir kimseye uygun ve temiz bîr eş nasip ederse, onun dininin yarısının korunmasına yardım etmiştir. Diğer yarısının korunmasına da, Allah'tan korkarak, gayret etsin!“
Taberani
   ,,Üç kişiye yardım etmeyi Allah üzerine almıştır: Allah yolunda cîhad eden, hürriyetini geri almak için kurtuluş parasını ödemeye gayret eden, namusunu korumak maksadiyle evlenen,“
Tirmizi, Cihad: 20
   ,,Kadın şu dört şeyden dolayı alınır (nikahlanır): Malından, soyundan, güzelliğinden ve dinine bağlılığından. Sen dinine bağlı olanını bul ve tercih et ki, ellerin açık olsun.“
Müslim, Nikâh
   „Kadınları, sırf güzeldir diye almayınız. Olur ki, onların güzellikleri kendi felaketlerini hazırlar. Malları için de almayınız. Malları onları şımartabilir. Dindarlıkları ve diyanete bağlılıkları için alınız ve bunda tereddüt etmeyiniz.“
İbn-i Mace, Nikâh
 

KARI- KOCA ARASINDAKİ MÜNASEBETLER

   Ailenin huzur ve sükûnu; karı-koca arasındaki münasebetin hak ve adalete uygun bir şekilde sürüp gitmesine bağlıdır. Karşılıklı hak ve görevlerin tam bir sadakat ve samimi bir hava içerisinde cereyan etmesine bağlıdır.

   Kadın kocasına karşı nasıl olmalı?
  
Dinimiz, her iki tarafın hak ve selâhiyetini, ödev ve görevini tam bir adalet içerisinde vazetmiş, bunlara uyulmasını emir ve tavsiye etmiştir.
   Bir hadis-i şerif mealen şöyledir:
   ,,Kadının cihadı kocasıyla iyi geçinmesidir.“
Yani mücahid bir kadın; haddini bilen, hakkına razı olan, kocasının hak ve hukukuna riayet eden kadındır. Şöyle ki;
   a)
Kocası geldiğinde kocasını kapıda karşılar, güleryüz gösterir, tatlı sözle ,,Hoşgeldin!“ der, omuzundan paltosunu alır, ayakkabılarını çıkarır. Kocasının üzgün olduğunu hissederse, sebebini sorar ve ,,Üzülme! Allah büyüktür!..“ diyerek teselli eder. Beş vakit namazını kılar, orucunu tutar, namusunu korur, kocasına itaat eder.
   Diğer bir hadis:
   ,,Bir kadın; beş vaktini kılar, orucunu tutar, namusunu korur, kocasına itaat ederse, Rabb'isinin cennetine gider.“
İbn-i Hayyan
   b)
Kadın; kocasının izni olmadan evden dışarı çıkmamalı. Hele kokular sürünerek, süslenip püslenerek hiç çıkmamalıdır. Çünkü onun bu hali, yabancı erkekleri tahrik eder. Kocasını döşeğinde yalnız bırakmamalı, kocasının hoşuna gitmeyen kimseleri eve sokmamalıdır. Kocasının nimetlerini inkâr etmemeli, malına, evladına karşı hakaretamiz söz söylememeli, küfretmemeli, beddua etmemeli, lanet okumamalıdır.
   Peygamberimiz şöyle buyurur:
   ,,(Mirac gecesi) cehenneme baktığımda oradakilerin çoğunun kadınlar olduğunu gördüm.“
Sebebini soran kadına Efendimiz şu cevabı verir:
   ,,Çünkü sizler lanet kelimesini çok kullanırsınız, kocanızın nimet ve iyiliklerini unutur ve inkâr ederek kocanıza karşı, ,,Ben bugüne kadar senden ne hayır gördüm?“ dersiniz."
İhya'ül-Ulûm
   ,,Üç sınıf insan vardır ki, onların namazları başlarından bir karış bile yükselemez:
   1- Cemaati tarafından sevilmeyen bir imam,
   2- Kocası, kendisinden gücenmiş olduğu halde geceyi geçiren kadın,
   3- Küs olan iki kardeş."
İbn-i Mace, Men emme Kavmen
   c)
Kocasının ve çocuklarının yemeklerini güzelce pişirmeli, hazırlamalı, onların çamaşırlarını tertemiz yıkamalıdır. Evini, barkını silip süpürmeli, kocasının abdest suyunu hazırlamalı ve silinmesi için havlu vermelidir.
   Peygamberimiz (s.a.v.), kızı Fatıma'yı Hz. Ali ile evlendirdikten sonra evlerine giderek aralarında işbölümü yapar: Evin işlerini Fatıma'ya, dışarının işlerini de Ali'ye verir.
   d) Kocası çağırdığında hemen cevap vermeli, arzusunu yerine getirmeli, yalandan özür beyan etmemelidir. İftihar edip kocasına karşı kurulmamalı, meşru sebep yokken kocasından boşanmak istememelidir. Kocasına karşı surat asmamalı, acı söz söylememelidir. Kocasının haklı davetine icabet etmelidir.
   Peygamberimiz şöyle buyurur:
   ,,Ortada haksızlık ve gerek olmadığı halde, boşanmasını kocasına teklif eden bir hanıma, cennetin kokusu bile haramdır.“
Ebu Davud, El-Hûl
   ,,Bir koca karısını döşeğine çağırdığında kadın kabul etmeyip o gece kocasını dargın bırakırsa, melekler sabaha kadar o kadına lanet okur.“
Ebu Davud, Nikâh
   e)
Kadın kocasına bağlı olup onu sevmelidir. Mümkün olduğu kadar kocasına karşı süslenmeli, koku sürünmeli, kına yakmalı. sürme çekmelidir. Hareketli ve cazibeli olmalıdır.
   Hasılı kadın; evine bağlı olmalı, evine sahip olmalı, kocasının malını da evladını da bihakkın korumalı, terbiye etmeli, boşuna harcamamalıdır. Kocasına karşı yüksek sesle konuşmamalı, "kocasını adıyla çağırmamalidır. Çocuklarına küfür ve hakarette bulunmamalı, beddua etmemelidir. Hele kocasının izni olmadan kimseyi içeri almamalı, kendi de herhangi bir yere gitmemelidir.    Baba ve annesinin ziyeretleri olsa dahi, kocasından izin almadan gitmemelidir.
   Peygamberimiz'in zamanında bir kadının kocası yolculuğa giderken, karısına kendi gelinceye kadar evden çıkmamasını emreder. Zaman gelir ki, binanın alt katında oturan babası hastalanır. Gelmesi için kızına haber gönderir. Kızı durumu Hz. Peygamber'e sordurur. Peygamberimiz, Allah'tan korkup kocasına itaat etmesini söyler ve gitmesine müsaade etmez. Babasının hastalığı ağırlaşır ve ölür. Kızı babasına, babası da kızına hasret kalır.
   Bunun üzerine Peygamber Efendimiz „Kocasına itaat ettiği için Allah, babasının günahlarını affetti!“ diye bu kadına haber gönderir ve onu tebrik eder.
İhya'ül-Ulûm
   f)
Kadın, kendisi ne kadar güzel olsa da kocasının çirkinliğine sabretmeli, kocasına karşı kurulmamalıdır. Kocası da karısının güzelliği için Allah'a şükretmelidir.
   Şöyle bir hikâye anlatırlar:
   Çölde yaşayan karı-kocadan kadın, gayet güzel, koca ise çok çirkindi. Bir gün kadın kocasına:
   - Müjde! İkimizde cennetliğiz, der. Kocası ona:
   - Bunu nerden bildin? diye sorar. O:
   - Ben senin çirkinliğine sabrediyorum, sen de benim güzelliğime şükrediyorsun. Sabredenlerin de şükredenlerin de yeri cennettir, şeklinde cevap verir.
   İhya'da beyan edildiğine göre, Asmerî adında bir zat şöyle anlatır: ,,Çölde dolaşırken, göçebe bir karı ile bir kocaya uğradım. Kadın son derece güzel, kocası ise son derece çirkin idi. Ben kadına:
   - Sen, bu kadar güzel olduğun halde, bu çirkin adamın nikâhı altında yaşamaya gönlün nasıl razı oluyor? dedim. O, bana:
   - Sen, bu sözü söylemekle hata ettin. Olabilir ki, kocam Allah yanında iyi, güzel ve temiz bir insandır. Yaratanına karşı iylik yapmıştır. Allah da iyiliğine karşı beni, mükâfat olarak, ona nasip etmiştir. Ben de, ihtimal ki, günahkâr bir kimseyim, günahıma keffaret olmak üzere, Allah bunu bana nasip etmiştir. Ve Allah'ın takdiri böyledir. Allah'ın takdir ve razı olduğu şeye ben razı olmam mı? dedi ve beni susturdu.

   Kadının kocası üzerindeki hakları:
  
Belki hanım kardeşlerim diyecekler ki, ,,Kocalanmızın bizlerde haklan var da bizim onlarda haklarımız yok mudur? İyi davranmak, güzel geçinmek sadece bize mi düşüyor? Kocalarımıza da düşen bir şey yok mu?..
   Evet, hanım kardeşlerimiz bilmelidirler ki, mübarek dinimiz, taraflardan birini tutup diğerini atmamıştır. Birinin haklarına riayet edilmesini emrederken diğerinin hukukunu ihmal etmemiştir. Adilâne davranmış, her iki tarafın hak ve görevlerini adalet terazisinde tartarak eşitliği sağlamış, gerek karı-kocanın, gerek ailenin ve gerekse toplumun huzurunu, refah ve saadetini, şeref ve haysiyetini ön planda tutmuştur.
   Bu itibarla, kocalarına karşı en güzel şekilde davranmalarını hanımlara emrederken, kocalara da hanımlarına karşı en güzel şekilde davranmalarını emir ve tavsiye etmiştir. Buna binaen:
   Dinimize göre, hanımlar, kocalarının evinde birer emanettir, Allah'ın emanetleridir. Erkek; karısının yeme ve içmesinde kusur etmiyecektir; yediğinden yedirecek, mümkün ve münasip olanından giydirecektir. Darlıktan bolluğa çıktığı zamanlarda hanımlarının eksiklerini tamamlar, daha iyisinden, daha güzelinden yedirir ve giydirirler.
   Hanımını dövmeye kalkışmaz. Onu yalnız bırakmaz. Ona daima hayır tavsiye eder. Güzel geçinmeğe, yumuşak davranmaya çalışır. Bir huzursuzluk olduğu zaman, kusuru hep hanımda aramamalı, kendisinin de kusuru olabileceğini düşünmelidir. Ve kendi kendine, ,,Ben iyi bir insan olsaydım, bu kadın da iyi olurdu!“ demeli, kendi eksiklerini arayıp onları tamamlamaya çalışmalıdır.
Koca, karısının her dediğine de uymaz. Çünkü bu hal, birtaraftan onu şımartır, bir taraftan da yanlış düşünmüş olabilir. Koca, hanımın hile ve hıyanetinden de sakınmalıdır. Hiçbir zaman onun tahrikine kapılmamalıdır. Bu yüzden çok cinayetler olmuş, nice zararlar doğmuştur.
   Erkek, karısının -şayet günaha götürmüyorsa- her kusuruna bakmamalı, bazen de görmemezlikten gelmelidir. Hanımının eksik taraflarını açmamalı, kimseye dert yanmamalıdır. Hanım ile günah olmayan şekilde eğlenebilir, onunla şakalaşır, yarışa girer.    Peygamberimiz (s.a.v.) bazen Hz. Aişe ile koşu yarışına girermiş, bir seferinde yarışı Hz. Aişe kazanmış, bir seferinde de kendisi kazanmıştır. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
   ,,Ya Aişe! Bire bir!“
Ebu Davud, Cihad
  
Ama, erkek her zaman erkekliğini koruyacak, vakar ve otoritesini daima muhafaza edecektir. Bir hadis'te şöyle varid olmuştur:
   ,,Kamçıyı eksik etmemelisin ve ev halkının görebileceği yere onu asmalısın!“
Et-Taberanî, Fil-Kebir
  
Erkek, hanımını haklı olarak dövdüğünde hemen gönlünü almaya çalışmamalıdır. Çünkü bu takdirde dövmenin de bir faydası olmaz. Şurasını da çok iyi bilmelidir ki, karısını öyle eften-püften şeylerden dövemez. Dövebileceği sebepler bellidir. Kendisine karşı süslenmeyi terk ettiği, döşeğine çağırdığında gitmediği, boy abdesti almadığı, namazı terk ettiği ve izinsiz evden çıktığı zamanlarda dövebilir.
   Yine de hemen dövmeye kalkışmamalı, yukarılarda geçtiği gibi, ona öğüt, nasihatta bulunmalı, ikaz ve irşada çalışmalıdır.

 

BİRKAÇ ŞÜPHEYE CEVAP

   Öteden beri İslam'ı, İslam dinini yıkmayı, yok etmeği hedef alan insanlar, bilhassa bazı Avrupalı'lar, daima bu dinin zayıf taraflarını araştırıp onu bu yönden vurmak isterler. Bu arada zayıf gördükleri, dillerine doladıkları ve İslamî bilgisi zayıf bir kısım müslümanları da şüpheye düşürdükleri birkaç meseleye temas etmek lazım gelecektir. Bunlar; talak meselesi, miras meselesi, çok kadınla evlenme meselesi, tesettür meselesi, hülle meselesi gibi konulardır.

   Talak (Boşanma):
  
Talak demek, mevcut nikâh bağının ortadan kaldırılması demektir.
   İslam dininde talak var mıdır? Varsa nasıldır? Evet, İslam dininde talak vardır. Erkek karısını boşayabilir. İslam dini boşama yetkisini kocaya vermiştir. Bu, kocanın elindedir.
   Fakat, şurası çok iyi bilinmelidir ki; boşama kolay şey değildir. Koca, her istediğinde karısını boşar ve bundan da sorumlu olmaz sanılmamalıdır. Boşamanın da elbette usul ve adabı vardır, sebepleri ve şartları vardır, öyle eften püften şeylerden karı boşanmaz.
   Bir kere boşama, geçimsizliğin ortadan kalkması için son bir çaredir. Geçimsizliği ortadan kaldırmak için her çareye başvurulmuş, fakat hiç birisi fayda vermemiştir. İşte o zaman boşama yoluna gidilir. Şöyle ki: Geçimsizlik başgösterdiği zaman koca, karısına öğüt ve nasihat verir. Ona: ,,Allah'tan kork, bana itaat et! Sözümü tut, ben senin amirinim. Ben sana kötü olan, günah olan şeyi teklif etmiyorum. Yemende, içmende, elimden geldiği kadar kusur etmiyorum. Bana itaat etmen gerekir. Bana itaat etmen Allah ve Resulü'nün emridir. Kocaya karşı gelmek, Allah ve Resulü'ne karşı gelmek demektir!..“
   Bu şekilde yapılan nasihat fayda vermezse, o zaman ikinci çareye başvurur ve:
   Koca yatağını değiştirir; hanımın yattığı yatakta yatmaz, yanına gitmez; ayrı bir yatak serer ve ayrı yatar. Bu da fayda vermezse, yatak odasını terk eder; hanımının yattığı odaya gitmez, başka bir odada yatar.
   Şayet bunlar da fayda vermez, kadın bildiğinden şaşmazsa o zaman onu döver.
   Fakat, döverken başına, yüzüne vuramaz, kemiklerini kıramaz, etini yaralayamaz. Kemiği kırılmayacak, derisi yaralanmayacak şekilde yumuşak yerlerine vurur.
   Bu da fayda vermezse yine de boşama yoluna gidemez. Bundan sonra her iki tarafın akraba ve dostlarından hakemler seçilir, arabulucular tayin edilir. Bunlar aralarını bulmaya, geçimsizliği ortadan kaldırmaya çalışırlar ve bunu yaparken de sırf Allah için, arabulmayı kast ederler, adaletten asla ayrılmazlar. Bu da fayda vermezse, işte o zaman boşama yoluna gidilir. Artık başka çare kalmamıştır.

   Bu husustaki Kur'an ayetlerini görelim:
  
„Allah'ın, kimini kimine üstün kılmasından (erkekleri beden ve ruhça kadınlardan üstün kılmasından) ötürü ve (ayrıca ailenin masraflarını) erkekler kendi mallarından sarf etmelerinden dolayı, erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler (onların müdürleri ve muhafızlarıdır, onların âmirleri ve kumandanlarıdır; işlerine bakar, onları dikkatle görüp gözetirler). İyi kadınlar da boyun eğerler (Allah'a itaat edip kocalarına karşı divan dururlar), kocalarının gıyabından (can, mal, namus, haysiyet ve aile sırları gibi muhafazası lâzım gelen hususları) korurlar. Çünkü Allah korunmasını emretmiştir. Şayet, kadınların kafa tutmaları ve itaatsızlıklarından korkarsanız, (evvela) onlara va'zediniz. Sonra onları yataklarında yalnız bırakınız. (Yine de uslanmazlarsa, işte o zaman münasip şekilde) dövünüz. Size itaat ederlerse, artık başka yol aramayın (kusurlarını yüzlerine vurmayın.) Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.
   Karı ile kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, biri kocanın diğeri de karının akrabasından olmak üzere, iki hakem gönderiniz. (Bu iki hakem iyi niyyet sahibi olup) cidden islah murad ederlerse, Allah onların aralarını bulur. Her halde Allah âlimdir, habirdir.“
Nisa, 34-35
  
Ayette de görüldüğü üzere, hakemlerin, arabulucuların arabulmaya çalışmaları da fayda vermez, kadın bildiğinden şaşmazsa, boşama yoluna gidilir. Ancak, boşamanın da yolu, yöresi vardır: Üç talak birden verilmez. Üç talakı birden vermek günahtır. Kadın hayızdan temiz olduğu bir sırada bir talak verilir ve iddetine terk edilir.
   Evet, bir talakla boşar. Çünkü, o zaman pişman oldukları taktirde, tekrar karı-koca olmaları mümkün olur. Şayet üç talakı birden verilirse, birbirlerini bir daha alma mümkün olmaz.
   Görüldüğü üzere karı boşama rastgele değildir, gelişi güzel değildir. Lüzumuna binaendir. Yerinde olabilmesi için ortada mâkul sebep ve gerekçe olmalıdır. Ortada mâkul sebep ve gerekçe olmadan veya şuna kızarak, buna öfkelenerek ,,Seni boşadım! Sen benden boş ol! Karım boş olsun! Şart olsun! Veya karım üçten dokuza boş olsun!..“ gibi sözlerle karısını boşaması hiç de yakışık almaz, bir erkeğe yakışmaz, akıl kârı değildir, kendine güvenmemenin, arkasını düşünmemenin bir ifadesidir. Bundan sonra da pişman olacak, Müftü'ye gidecek, ,,Yüzüm karadır; ağzıma kötü yemin aldım, kızarak, sinirime hakim olmıyarak karıyı boşadım. Şimdi pişman oldum, çocuklarım da var!..“ diyecek ve tekrar karısıyla yaşamak için fetva isteyecek.
   Hayır, böyle bir duruma bir erkek düşmemeli, ağzına sahip olmalıdır. Erkeklik, karı boşamada değil, sabırlı olmaktadır. Dinimiz bunu asla hoş görmez. Hatta günah sayar, Allah'ın gazabına uğrayacağını bildirir. Peygamberimizin bir hadis'i şöyledir:
   ,,Allah'a karşı helallerin en kötüsü (ve hiç hoşlanmadığı, hatta gazab ettiği şey) karı boşamaktır.“
Ebu Davud, Talak
  
Bütün bunlarla beraber dinimiz, boşama yetkisini erkeğe vermiştir. Bu, kocanın elindedir. Kadına boşama yetkisi vermemiştir. İslam dini, nikâhta kadının da fikrini sormuş ve almıştır ve nikâhın sahih olabilmesi için, kadının ,,Evet" demesini, razı olmasını şart koşmuştur. Fakat boşamada genel manada kadına söz hakkı vermemiştir.
   Acaba, bunda sebep ve hikmet ne olabilir? Şimdi bu hususu beraberce müzakere edelim:
   1-
Bu, bir sabır ve tahammül meselesidir. Erkek ise kadından daha sabırlı ve tahammüllüdür. Kadında sabır az, irade zayıftır. Çabuk kızar, arkasını düşünmeden boşama yoluna gider, nikâh bağını koparır, ailenin dağılmasına sebep olur. Bu itibarla, boşama selahiyetini karının eline vermek, çocuğun eline silah vermeye benzer. İşte bu sebebe binaen, ailenin rabıtası olan nikâh bağı kadının eline değil, kocanın eline verilmiştir.
   2-
Evlilik mehrini veren kocadır. Nikâhta koca para verir, kadın ise para alır. Eğer talak, kadının elinde olsa idi, kadın, bugün bir kocaya varır, mehir parası alır, yarın bu kocayı boşar ve ,,Koca kocadır, mehir parası da kârdır!" diyerek bir başka kocaya gider, dolayısıyla evlilik hayatını devam ettirmek mümkün olmaz.
   Böyle bir sakıncaya meydan vermemek için dinimiz boşama yetkisini kadına vermemiştir.
   3-
Aile hayatının huzur ve sükûn içerisinde sürüp gitmesi için, evde kocanın karısı üzerinde hâkimiyyetini kurması ve otoritesini koruması şarttır. Bu da bir bakıma korkuya dayanır, kadının boşanmadan korkmasına dayanır; ,,Şayet ben, kocamı dinlemez, ona itaatta bulunmazsam, sonra beni boşar!“ korkusu ve endişesi içinde olarak, kocasına karşı gelmeye kolay kolay cesaret edemez.
   Bu hikmete binaen olsa gerek ki, dinimiz boşama yetkisini kadına değil, kocaya vermiştir. Ve yine bu hikmete binaen olsa gerek ki, bu yetkiyi müştereken ikisine birden vermemiştir, yalnız kocaya vermiştir.
   Kim bilir, daha nice hikmetler vardır
?!.

   İddet:
  
Boşanan kadın veya kocası ölen kadın, bir müddet beklemeden, bir başka kocaya gidemez. Giderse nikâh sahih olmaz. İşte bu beklemeye „İddet" denir.
   Kocası ölen bir kadının iddeti:
   a)
Gebe ise, iddeti doğum yaptığı güne kadardır.
   b)
Gebe değilse, iddeti dört ay on gündür.
   Boşanan kadının iddeti:
   a)
Gebe ise doğum yaptığı güne kadardır.
   b)
Gebe değilse, adet görüyorsa, üç defa aybaşı olacak, (adet görecek) ve üçüncüden de temizlenecektir.
   c)
Adetten (yani aybaşı olmaktan kesilmiş) ise üç ay bekleyecektir.

 

ÇOK KADINLA EVLENME MESELESİ

   Garplıların üzerinde durdukları, zayıf veya yersiz gördükleri ve her zaman dillerine doladıkları meselelerden biri de çok kadınla evlenme meselesidir. Onlar, „İslam Dini buna nasıl müsaade ediyor? Bu hiç olur mu?!.“ der dururlar.
   Hanım kardeşlerimin, belki de en çok korktukları meselelerden birisi de budur.
   Hayır! Dinimizin diğer meselelerinde olduğu gibi, bu meselesinde de insan hukukuna, insan tabiatına, insan mantığına ve insan yaratılışına ters düşen hiçbir taraf yoktur. Bu mesele de gayet mâkul ve normaldir. Yeter ki meseleyi çok iyi bilelim, yeter ki her yönüyle tetkik edelim.
   İslam dini, çok evlenmeye müsaade ederken kapıyı tamamen açık bırakmamıştır. Aksine, bu meseleyi çok ağır şartlara bağlamıştır. Öyle ki, her sabahtan kalkan; ,,Ben bir daha evleneceğim, bir kadın daha alacağım!..“ diyemez. Yağma yok, her erkek çok evlenmenin hakkından gelemez, hukukuna riayet edemez, günaha girer...
   Kur'an-ı Kerim'in bu husustaki ayetini görelim:
   ,,Eğer, velisi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekle kendilerine haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil, hoşunuza giden başka kadınlarla ikişer, üçer ve dörder evlenebilirsiniz; şayet aralarında adaletsizlik yapmaktan korkarsanız bir tane almalısınız veya sahip olduğunuz cariye ile yetinmelisiniz. Doğru yoldan sapmamanız için en uygunu budur.“
Nisa, 3
  
Rivayete göre, cahiliyyet devrinde bir erkek, on kadar kadınla evlenirdi. Yani nikâhı altında on tane kadın bulunabilirdi. Bundan   başka, şayet kendi idaresi altında malı-mülkü olan yetim kız da varsa onu da malı için alırdı, başkasına vermezdi, hakkında adalet de göstermezdi, işte böyle adalete aykırı, hukuka aykırı, merhamete aykırı hal ve hareketlerden müslümanları menetmek için Cenab-ı Hakk ne yapmış? Yukarıda mealini kaydettiğimiz ayet-i kerime'yi göndermiştir.
   Bu ayet-i celile'de, bir kimsenin idaresinde bulunan bir yetim kızın, sırf malına tama' ederek kendisine nikâh ettiği taktirde, hakkında adaletli davranmaktan korkarsa ne yapacak? Yetim olmayan ve aynı zamanda hoşuna giden kadınlardan ikişer, üçer, dörder alması caizdir. Buna müsaade veriliyor. Veriliyor ama bu da serbest bırakılmıyor, keyfe bırakılmıyor, ağır bir şarta bağlanıyor, kadınlar arasında tam bir adalet şartı konuyor. Kişi, birden fazla alacağı kadınlar arasında adil olacağını, onların hukukuna harfi harfine riayet edeceğini kestirir ve bunu yüzde yüz göze alabiliyorsa, kendine güvenip ,,Ben adil olabilirim, hiçbirine gadretmem, her kadının hakkını hakkıyla veririm!..“ diyebiliyorsa ve buna kesin karar verebiliyorsa işte o zaman birden fazla evlenmesine müsaade ediliyor. Yok eğer adil olamamaktan korkuyorsa, ,,Acaba, ben birden fazla evlendiğim taktirde kadınların haklarından gelebilir miyim?
Tam olarak adaleti tesis edebilir miyim? Her birine bir ev temin edebilir miyim? Sonu nasıl olur? Vebale girer miyim?..” şeklinde korku ve şübhe içinde bulunursa, tek bir kadınla yetinmesi emrediliyor. “Tek bir kadınla evleniniz!” deniyor.
   Ayet-i kerime'de şu noktaya da dikkat çekilmektedir: Yetim hakkı çok ağırdır. Yetimin hukukuna tecavüz büyük bir zulümdür, insanı korkunç azaba sürükler.
   Kadın hakkı da yetim hakkı gibidir, bir bu kadar mühimdir. Birden fazla olan kadınları arasında adil olamazsa, hak ve hukuklarına riayet etmezse, kimine iyi, kimine kötü davranırsa büyük bir zulüm yapmış, kendisini korkunç azaba sürüklemiş olur.
   Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurur:
   ,,Bir kimsenin iki karısı olur da ikisi arasında adil davranmazsa, kıyamet gününde vücudunun bir tarafı çarpık olarak haşrolunur.”
Ed-Daremi, Nikâh
  
Demek oluyor ki; birden fazla karı alan, çok çetin ve çok tehlikeli bir işin altına girmiş oluyor. Bu çok çetin ve çok tehlikeli işin hakkından gelmek, yüz aklığıyla altından kalkmak her babayiğidin kârı değildir.
   Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz: İslam dininde çok evlenme kapısı herkese açık değildir, çok ağır şarta bağlıdır.
   Fakat bu çok ağır şartı yerine getireceğine aklı kesen kimseye müsaade etmiştir, kapıyı tamamen kapamamıştır.
Çünkü buna ihtiyaç da var. Hem de birkaç yönden. Hem erkekler, yönünden hem de kadınlar yönünden.

   Erkekler yönünden:
  
Kadınlar, erkeklere nazaran zayıf bünyeli, narin mizaçlı olarak yaratılmışlardır. Dolayısıyla marazlara, arızalara daha müsaittirler. Kadınların birçok vakitleri hayızla, lohusalıkla, gebeliğin ağır yükü ile geçer. Çocukların bakımı, görüp gözetilmesi meşguliyeti de kadınlara aittir. Bütün bunlar; kadınların daha çabuk ihtiyarlamalarına, çabuk çökmelerine ve nihayet çabuk yorgun düşmelerine sebebiyet verir. Kocalarının kocalık haklarını hakkıyla yerine getiremez, onlara karşı olan vazifelerini tam yapamazlar ve onları tatmin edemezler.
   Tatmin olamayan koca ne yapacak?
   Bir taraftan hırcınlaşacak, hanımına karşı sertleşecek, aradaki bağlar gevşemeye başlayacak, huzursuzluk kendini gösterecek, evin tadı, tuzu kalmayacaktır ve belki de bağların kopmasına, ailenin dağılmasına sebep olacaktır.
   Diğer taraftan da kendini tatmin etme yollarını ve çarelerini arayacak, harama gidecek, zina yapacak ve namusunu lekeleyecektir. Bu da neslin bozulmasına yol açacaktır.
   İşte bütün bunları nazar-ı itibare alan İslam dini ne yapmış? Bu gibi mahzurlara, sakıncalara meydan vermemek için tedbir almış; aralarında adaleti gözetmek şartiyle birden fazla evlenmeye izin vermiştir.

   Kadınlar yönünden :
  
Çok evlenme kapısının açık bırakılması kadınlar yönünden de hikmet ve maslahata uygundur. Onların aleyhine değil, lehinedir. Zararlarına değil, faydalarınadır. Şöyleki:
   Genellikle kadın sayısı erkekten çok oluyor. Ayrıca savaşlarda, kazalarda ölen erkekler, erkek sayısını daha da azaltıyor. Bu nedenle İslamiyet diyebiliyor ki, şimdi siz birden fazla kadınla evlenme kapısını tamamen kapatırsanız ve herkes ancak bir kadınla evlenecektir, derseniz, ya arta kalan kadınların hali ne olacak? Onlar nereden koça bulacaklar? Bunların ihtiyaçlarını kim giderecek, dertleriyle kim dertlenecek? Bunlar ortalıkta perişan mı olacaklar, namuslarını payımal mı edecekler? Bunlara kim evet diyebilir?
   Ve işte, kadınların böyle bir duruma düşüp perişan olmamaları için, aynı zamanda beşerî ihtiyaçlarını meşru bir şekilde karşılayabilmeleri için, İslam dini çok kadınla evlenme kapısını -adalet şartını koyarak- açık bırakmıştır.
   Yani iki yol var: Ya arta kalan kadınlar sokakta, şurada veya burada perişan olacaklar, himayesiz kalacaklar; fuhuş alabildiğine yayılacak, namusları gidecek. Ya da erkeklere, birden fazla kadınla evlenme kapısı açık kalacak. İslam dini ne yapmış? Bu iki yoldan ikincisini faydalı görmüş ve bir erkeğin adil olma kaydiyle, birden fazla kadınla evlenmesine müsaade etmiştir.
   İslam dinini bu yönden tenkit etmek isteyen Avrupalı'lar, bu konuyu ya bu yönüyle anlayamıyorlar ya da anlamak istemiyorlar. Fakat Avrupalılar içerisinde insaflı düşünenler de yok değildir. Bakınız: Bu meseleden bahseden DoktorAnnie Besant ne diyor?
   ,,Bir tek kadınla evlilik, batıda sözde kalmıştır. Gerçekte ise sorumsuz bir şekilde çok kadınla evlenme usulü alıp yürümüştür. (Ama batılı buna çok evlilik demiyor da metres hayatı diyor ve kelime oyunu yapıyor...) Erkek, metresinden bıkınca ne yapıyor? Onu başından savuyor. O da yavaş yavaş kaldırım yosması, sokak kadını oluyor.
   İşte, bu zavallı metresin durumu, çok kadınlı bir aile çatısı altında mevki sahibi, hürmet gören bir annenin durumu ile kıyaslanamaz. Avrupa'nın büyük şehirlerinde geceleri sokakları dolduran binlerce zavallı kadını gördüğümüz zaman anlıyoruz ki; çok evlenmeğe izin verdiği için İslam dinini kötülemeleri onların ağızlarına yakışmıyor.
   Aldatılmış, sığınacak bir yerden ve sevgiden mahrum, babası belli olmayan çocuğu ile sokağa atılmış, yoldan geçenin zevkine kurban olmuş, herkesin nefret ve hakaretine uğramış bir halde yaşamaktansa, bir tek adamın hanımlarından biri olarak, kucağında çocuğu ile ve hürmet görerek bir aile yuvasında yaşamak, bir kadın için çok daha iyi, çok daha mesut ve çok daha muhteremdir.
   Garbın bir başka ilim adamı da şöyle diyor:
   „... Bir tek kadınla evlenmenin Hz. İsa tarafından savunulduğu hususu doğru değildir. Mesele içtimaî, ahlakî ve dinî bakımdan ele alındığı taktirde, birden fazla kadınla evlenmenin, medeniyetin en yüksek değer ölçülerine aykırı olmadığı isbat edilebilir. Bu dava, batıda kimsesiz ve bahtsız kadınların meselesinin halli için bir devadır, bir ilaçtır. Tersini iddia etmek fuhuşun, metres hayatının ve evde kalmış kızların davalarının devam etmesi ve çoğalması demektir.“
J. E. Clare Mc Farlane
   İslam'ın bu babdaki hükmünün taşıdığı hikmetleri şöyle sıralayabiliriz:
   1-
Erkeğin beşerî ihtiyaçlarını gidermek,
   2-
Hiçbir kadını kocasız bırakmamak,
   3-
Erkek ve kadının namusunu korumak,
   4-
Adil olamamaktan korkan kimseye bu kapıyı kapamak.


 

MİRAS MESELESİ

   İslam dinine göre kadın, mirastan üçte bir alır. Erkek ise üçte iki alır. Bu taksim ilk bakışta anormal gözükür, adaletsiz gözükür. Denebilir ki: Bu nasıl olur? Kadın, erkekten daha fazla yardıma muhtaçtır. Mirastan daha fazla hisse alması lazım gelirken, tersine daha az alıyor. Bunu, adalet ve insaf ölçüleriyle bağdaştırmak mümkün müdür?
   Evet, ilk bakışta öyledir. Meseleyi tek taraflı olarak ele alırsanız, tek yönden mütalaa ederseniz tereddüdünüzde haklısınız. Fakat konuyu iki taraflı olarak düşünür ve meseleyi iki yönüyle incelerseniz o zaman dengenin sağlanmış olduğunu göreceksiniz ve her halde siz de ,,Evet“ diyeceksiniz. Şöyle ki:
   İslam dini ne yapıyor? Mirastan kadına bir, ekeğe iki veriyor. Veriyor ama, bütün masrafı da erkeğe yüklüyor; kadını masraftan muaf tutuyor. Bunu bir misalle açıklayalım:
   İslam dini babanın malından bana iki hisse ayırıyor, benim hanıma da babasının malından bir hisse veriyor. Ne yaptık? İkimiz de babalarımızın malından aldığımız hisseleri yan yana getirdik.
Bana ait olan iki, hanıma ait olan bir hissedir. Şimdi bakınız ne oluyor? Bana iki hisse ayıran İslam, bana diyor ki;
   ”Sen, bu iki hisse maldan:
   a) Hanımın mehrini vereceksin,
   b) Hanımın üstünü-başını giydireceksin,
   c) Hanımın yiyeceğini temin edeceksin,
   d) Kendine ait bütün masrafları yapacaksın,
   e) Aranızdan doğacak çocukların bütün masraflarını karşılayacaksın,
   f) Oturacağınız evi hazırlayacaksın.
  
Elhasıl, her türlü masrafı sen yapacaksın ve
sana aittir.” Mirastan bir hisse ayırdığı hanıma da şöyle diyor:
   “Hanım! Sen kadınsın, dünyanın bin türlü hali var; ne olur ne olmaz. Evin herhangi bir masrafına katılmaya mecbur değilsin. Bu bir hissene sahip ol! Bu senindir, istersen cebinde muhafaza edersin, istersen süs eşyası olarak boynuna, koluna takarsın, istersen birine verip, kârı ortak olmak üzere, çalıştırırsın. Bu hususta sen serbestsin; kimse sana müdahale edemez!.."
   Şimdi soralım: Erkek mi kârlı, kadın mı kârlı? Elbette kadın kârlı değil mi?
   Demek oluyor ki, mübarek dinimiz, haksızlık yapmamış, kadının hakkına gadretmemiş, tersine ona daha çok önem vermiş;  mirastan aldığı malı demirbaş olarak, yedek akçe olarak korunmasını ve saklanmasını tavsiye etmiştir.
   Bu arada bir mesele kalıyor: Ya kadın kocaya gidemezse, onun hali ne olur? Babasından aldığı bir hisse ile geçimini nasıl sağlayacak?..
   Mübarek dinimiz, kadının bu halini de ihmal etmemiş, hal çaresini göstermiştir: Geçimin akrabasından birinin veya birkaçının üzerine yüklemiştir ve akrabasını bu hususta mecbur ve mesul tutmuştur. Şayet akrabası yoksa veya varlıklı değiller ise o zaman da kadının ibate ve iaşesini devletin hazinesine yüklemiştir.
 

TESETTÜR MESELESİ

   Tesettür demek, insanın edep ve mahrem yerlerinin örtülmesi demektir.
   Dinimiz, örtünmeyi kadına da farz kılmış, erkeğe de farz kılmıştır. Erkek de örtünecektir; edep ve avret yerlerini örtecektir.
   Erkeğin avret ve edep yerleri, göbeğinin altından dizkapağının altına kadar olan kısımdır. Gerek önden gerekse arkadan bu iki uzvun arasını örtmesi farzdır. Açması, başkalarına göstermesi haramdır, günahtır.
   Kadının örtünmesine gelince: Kadının yabancı erkeklere karşı bedeninin hertarafı namahremdir, avrettir. Başı, saçları, kulakları, kol ve bacakları da avrettir, mahremdir. Açması, baktırması, bakılması haramdır, günahtır. Bir fitne bahis konusu değilse, kadının yüzünün ve ellerinin açılmasında bir sakınca yoktur, caizdir.
   Karı, kocasının; kocası da karısının vücudunun her tarafına bakabilir. Bir kadının kardeşi, babası ve oğlu gibi ebediyen kendileriyle evlenmeleri caiz olmayan erkekler, o kadının başına, kollarına, diz kapağından aşağısına bakabilirlerse de karnına ve sırtına bakamazlar.
   Doktorun muayene ve tedavisi gibi zaruri hallerde kadın olsun, erkek olsun edep yerlerinin açılmasında günah yoktur, caizdir.
   İslam dini, kadını dört duvar içerisine hapsetmiş değildir. Açılmasına, saçılmasına müsaade etmediği gibi, evlerde hapsedilmesini de emretmemiştir. Bir kadın komşu evlerine, eş ve dostun evlerine, hısım ve akrabanın evlerine gidebilir; çarşıya, pazara da gidebilir, tarlaya bahçeye de gidebilir. Ancak, giderken kocasından izin almış olacak.
   Bu, bir. İkincisi, giyinişinde ve hareketlerinde erkeklerin dikkatini çekmiyecek, onların fitneye düşmelerine, günaha girmelerine sebep olmayacaktır.
   Örtüsünü başına örtecek, edep ve terbiyesine riayet edecektir. Kadınların erkeklere karşı çalım satmaları, ayak çatmaları, onları tahrik edip fitneye düşürmeleri günahtır.
   Dinimizin kadını tam serbest bırakmaması, kadını hor gördüğü için, hakir gördüğü için, insandan saymadığı için değildir.
  Aksine ona değer verdiği, ona şeref verdiği içindir; onu hürmet ve saygıya layık gördüğü içindir. Kadınlar, aslında pırlanta kadar parlak, gül kadar renkli ve hassastırlar.
   Onlara yabancı bir erkeğin el sürmesi veya kötü gözünün dokunması ne yapar? Onların parlaklığına gölge düşürür, renk ve hassaslıklarını soldurur ve söndürür ve dolayısiyle şereflerinin gitmesine, değer ve kıymetlerinin kaybolmasına sebebiyet verir.
   İşte bu hikmete binaendir ki, mübarek dinimiz ne yapmış? Kadına ölçülü hareket etmesini, örtünme usulüne riayet etmesini emretmiştir.
  Yukarıda da gördüğümüz gibi, onun dört duvar arasında hapsedilmesini emretmemiş olduğu gibi, zamanın modasına uyarak istediği kadar açılmasına da asla müsaade etmemiştir.
   Kadın-erkek münasebetlerini de buna göre ayarlamış, erkeklerin de bu babda hareketlerini bir nevi kısıtlamıştır. Onlara da namahrem kadınlara bakmamalarını, gözlerini çevirmelerini emretmiştir.
   Şimdi, Kur'an-ı Kerim'in örtünme hakkındaki ayetlerini dinleyelim:
   ,,Ey Resul-i Ekrem! Mü'minlere de ki: Gözlerini (kendisine bakmaları haram olan şeylere ve yerlere bakmaktan) sakınsınlar ve avret yerlerini korusunlar. Bu, onlar için çok temiz (ve çok hayırlıdır). Şüphe yok ki, Allah, (kullarının) yaptıklarından haberdardır (ona göre ceza ve mükâfatını verecektir).”
   ,,Ve mü'min kadınlara da söyle:
   (Onlarda) gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar ve avret yerlerini açmasınlar (zinet yerlerindeki küpe, gerdanlık, bilezik gibi şeyleri de namahrem erkeklere karşı açık bulundurmaktan sakınsınlar), kendiliğinden açılan kısımlar müstesna. Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar.”
   ,,Kocaları, babaları, kayınpederleri, oğulları, kocalarının oğulları, kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğullarının kadınları, cariyeleri, erkekliği kalmamış hizmetçileri ve kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklar,
işte (bütün bu sayılanlardan) başkasına (kadınlar) süslerini göstermesinler, gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey iman edenler! Saadete ermeniz için hepiniz tevbe ederek Allah'ın hükmüne dönün.”
Nur, 30-31
   Bir de Peygamber Efendimiz'in bu husustaki uyarmalarını dinleyiniz:
    “Cehennemlik iki sınıf (insan) var ki, henüz onları ben görmedim:
    Bunlardan biri bir takım kişilerdir ki, sığır kuyruğuna benzeyen kamçılarıyle insanları döverler.
   Diğeri de bir takım kadınlardır ki, giyinmiştirler, (fakat) çıplaktırlar; meylettiricidirler, kendileri de meyledicidirler; başları devenin hörgücüne benzer, işte bunlar var ya cennete giremezler, cennetin kokusunu da alamazlar...”
Müslim, 
 Kitab'ül-Libas
   ”Kadınlara benzeyen erkeklere, erkeklere benzeyen kadınlara Allah lânet eder.”
Buharı,Ebu Davud,
Libas'ün-Nisa
   ,,Üç kişi cennete giremez; Ana ve babasına karşı gelen, karısını erkeklerden kıskanmayan ve erkeklere benzeyen kadınlar.”
İbn-i Hanbel, c. 2, sf. 134
   ,,Bİr erkek, namahrem bir kadınla tenha kalmasın, sonra üçüncüsü şeytan olur,”
Terğıb, Nikâh
   ”Herhangi bir kadın, yabancı erkeklere karşı güzel koksun diye, koku sürünür de evden çıkarsa işte o kadın zina edicidir. (Ona bakan) her göz de zina edicidir.”
Nesei, Tirmizi, Ebu 
Davud, Kitab'et-Tereccül
   ,,Elin zinası da namahreme dokunmaktır.“
Ahmed b. Hanbel, 
c. 3, sf. 349
   “Peygamberimizin eli hiçbir yabancı kadının eline değmemiştir
Buhari, Ahkâm-49
  
Ayrıca tesettür, karı-koca arasındaki sevginin yaşamasını, aile mutluluğunun devam etmesini sağlar.
   Çünkü bir koca, kendi hanımından daha süslü, daha güzel bir kadını gördü mü, onun cazibesine kapılacak, kendi karısına karşı olan sevgisi azalacak.
  Zamanla sevginin yerini hor görme alacak, kendi karısından ayrılmasının, daha güzel, daha cazibeli gördüğü kadınla birleşmenin yollarını arayacaktır.
   Bu hal, neticede ailenin dağılmasına, belki de cinayetlerin işlenmesine sebep olacaktır. Günlük olaylarda bunun misalleri ne kadar çoktur...
  İşte ailenin, böyle kötü ve yıkıcı bir akibete uğramaması için, dinimiz, kadın ve erkeğin biraz hürriyetlerini kisarak, yabancı erkeklere karşı açılıp saçılmasını, süslenip onları tahrik etmesini yasak ettiği gibi, erkeklere de başkalarının hanımına bakmamasını, namusuna göz dikmemesini emir ve tavsiye etmiş, bu emir ve yasaklara uymamanın derin yaralar açacağını ve korkunç azaba sürükleyeceğini bildirmiştir.
   Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz:
  Bir toplumda haysiyet ve namusun, şeref ve insanlığın güzelce devam etmesi, yaşayış ve düzenin gerçek bir hürriyet içerisinde sürüp gitmesi şuna bağlıdır: O toplumun, ahlaka yakışmayan hareket ve temayüllerden, dedikodulardan, töhmetlerden korunulmasına bağlıdır. Bu da o toplum fertlerinin dini emir ve yasaklara uymalarına bağlıdır. Çünkü dinî emir ve yasaklar, insanın insanca yaşamasını hedef
alma gayesini güder.

 

HÜLLE MESELESİ

   Çok yanlış anlaşılan konulardan biri de ,,Hulle“ meselesidir.
  
Bazı kişilerce ,,Hulle“ şöyle anlaşılmaktadır: Hulle demek; bir kimsenin üç talakla boşadığı karısını -kendisine tekrar helal olsun diye- bir başka erkekle ve pazarlık suretiyle evlendirmesi, onunla cinsî münasebette bulundurması ve ondan sonra tekrar alması demektir.
  
Halbuki İslam dini bu şekilde bir ,,Hulle” kabul etmez. En azından tahrimen mekruh sayar, İslam dininin bu konudaki hükmü şudur:
   Bir kimse karısını üç talakla boşarsa, o kadınla bir daha evlenemez. Ancak bu kadın, iddet müddetini bitirdikten sonra, ikinci bir kocaya normal olarak gider, ikinci koca ile karı-koca olur, ikinci koca ölürse veya bu kadını -herhangi birsebeple- boşarsa, bu kadın iddetten sonra birinci kocaya tekrar varabilir.
  
Nitekim Kur'an-ı Kerim şöyle der:
   ,,Eğer onu (karısını) bir daha boşarsa artık o kadın bundan sonra ona helal olmaz. Ta ki ondan başka bir kocaya varsın. Bu da o kadını boşarsa (veya ikinci koca ölürse) Allah'ın hududuna (Cenab-ı Hakk'ın tayin etmiş olduğu karı-koca haklarına) riayet edeceklerini zannettikleri taktirde onunla evvelki kocasının yeniden evlenmesinden dolayı kendileri için bir günah yoktur. İşte Allah'ın hududu (kanunu) budur. Bunları, bilenler için (Allah) beyan ediyor.”
Bakara, 230
  
Ayette de görüleceği üzere, böyle bir evlenme normaldir. Bunda kınanacak bir taraf yoktur.
   Ha kocası ölmüş veya kocasından boşanmış bir kadınla evlenmiş olsun, ha kendisinden boşandıktan sonra bir başka kocaya gidip ondan da boşanan veya kocası ölerek dul kalan bir kadını almış olsun! Arada ne fark var?!.
   Ancak çirkin olan, haysiyet ve şerefe sığmayan şekil şu:
   Bir erkek, üç talakla boşadığı karısını tekrar almak maksadıyla hulle yaptırıyor.
  Yani bir başkasına kocaya veriyor, onunla cinsî münasebette bulunmasına razı oluyor, boşanmasını şart koşuyor, boşadıktan sonra o kadını tekrar alıyor.
   Bu hususu biraz daha açıklıyalım:
   Adam, ikinci koca ile pazarlığa giriyor; ona diyor ki:
   ,,Ben bu karıyı üç talak boşadım, bir daha alamıyorum. Bu karıyı sana vereyim. Sen bunu nikâh et ve bununla cimada bulun, ondan sonra da boşa, ben tekrar alayım!”
  
O da bu teklifi kabul ediyor; boşanan kadınla nikahlanıyor, onunla yatıyor, cimada bulunuyor, hemen boşatıyor, birinci koca bu kadını tekrar alıyor.
   İşte bazı kimseler ,,Hulle”yi bu şekilde anlıyor, ki bu yanlıştır. Dinimiz meselenin bu şeklini hoş görmez, hatta tel'in eder, lanetler. "Böyle yapana da yaptırana da Allah lanet etsin der!“ ve böyle yapılan bir hareketi emanet alınan tekeye benzetir.
   Peygamber Efendimiz bir gün yanındakilere: ,,Ben size emânet alınan tekeyi haber vereyim mi?“ diye sorar.
   Onlar:
   -Evet, Ya Resulallah! Haber ver, derler.
  
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.):
   ,,O, hullecidir. Hulle yapana da yaptırana da Allah lanet etsin!“
demiştir.
İbn-i Mace, Nikâh
  
Adamın birisi İbn-i Abbas'a geliyor ve şöyle diyor:
   ,,Amcam karısını üç talak boşadı. Ona hulle yaptırabilir mi?"
  
Buna İbn-i Abbas'ın verdiği cevap şu oluyor:
   „Allah'ı aldatmaya kalkan kimsenin Allah belasını verir!“
  
Hz. Ömer de bu hususta şöyle der:
   ,,Hulle yaptıran ve yapan elime geçerse onları taşlarım (yani taşla öldürürüm).“
  
O halde, yukarıda da arzettiğim gibi, meseleyi bugün bazılarının anladığı manada anlamak veya böyle bir harekette bulunmak hem bir hatadır, hem de mübarek dinimize çirkin bir iftiradır. Dinimiz böyle namus ve şerefe sığmayan bir hareketi normal kabul etmez.
   Bu çeşit meseleleri burada anlatmaktan maksat şudur: Müslümanların bir taraftan bu meseleleri, aslına uygun bir şekilde ve hikmetleri ile birlikte bilmelerini sağlamak, hor görmelerine, yersiz addetmelerine meydan vermemek; bir taraftan da peşin hükümlerle veya art düşüncelerle bunları dillerine dolayarak İslam dinine hücum eden yabancılara cevap verme imkânlarını temin etmektir.


 

KADINLARIN ÖZEL HALLERİ

   İnsan olmada, Allah'ın kulu, Peygarnber'in ümmeti olmada erkekle kadın arasında bir fark yoktur. Hayat hakkına, hürriyet hakkına, mülkiyet hakkına sahip olmada yine aralarında bir fark yoktur. Keza, ibadetle mükellef olmada, ahlak kaidelerine göre hareket etmekte, yasaklardan sakınmakta aralarında bir fark yoktur.
   Ancak, ruh ve beden yapıları dikkate alınarak, kadınlar, bazı ibadetlerden muaf tutulmuş, bazı görevlerden affedilmiştir. Hanımlar imanın altı şartıyla İslam'ın beş şartından mesul iseler de onlara Cuma namazları farz, bayram namazları vacip değildir.
   Cemaate devam etme, ezan ve kamet okuma onlara sünnet değildir. Normal zamanlarda savaşa çıkmaları da farz değildir.
   Ayrıca kadınlar, hayız ve nifas gibi hallerde namazdan muaf tutulmuşlardır. Yine bu ahvalde oruçlarını kazaya bırakmaları lazım geleceği gibi, Kur'an okumaları, Kur'an-ı Kerim'e dokunmaları da yasaklanmıştır.
   İşte biz, bundan sonra kadınların cünüplük, hayızlık, lohusa ve istihaze gibi hallerinden gereği kadar bahsedeceğiz:
  Bir de şurasını unutmamak lazımdır: Dinde ayıp yoktur. Haktan haya edilmez; İslam'ın her meselesi açık açık konuşulur ve öğretilir. Karı-koca arasındaki münasebetler de böyledir. Nasıl cima edecekler, nasıl yıkanacaklar... bütün bunları gayet açık ve net olarak bilmeleri lazımdır.
   Bilmeleri lazımdır ki, hataya düşmesinler, bir yanlışlığa meydan vermesinler, işte bu noktadan hareketle:

   Cünüplük ne demektir?
  
Cünüplük demek, erginlik çağına gelmiş olan bir insanın vücudunda meydana gelen manevî kirlenme hali demektir. Bu hal, erkeklerde olabileceği gibi, kadınlarda da olabilir.

   Cünüp olmanın sebepleri:
  
İnsanın önünden, sidikten başka, şu sıvılar da çıkar:
   1- Meni:
Meni demek, erkekde insan tohumunu (spermayi), kadında yumurtacığı içinde taşıyan sümüksü -genellikle- beyaz veya beyazımsı bir sıvıdır.
   2- Mezi:
Mezi ise, erkek veya kadının şehvetle birbirlerini öpmesi veya şehvetle boynuna sarılması veya şehvetle sıkması veya şehvetle bakması veya şehvetle düşünmesi sonucu -vücutta hiçbir sarsıntı ve zevk meydana getirmeden- idrar yolundan gelen kaygan, ince, renksiz bir sıvıdır. Mezinin çıkmasından gusül gerekmez.
   3- Vedi:
Bazı zamanlarda ve ortada belli bir sebep yokken, genellikle, idrarın arkasından gelen kalınca sümüksü bir sıvıdır. Vediden de gusül gerekmez. Bu üçü, erkek kadın herkeste görülebilir.
   4- Kan:
Kan ise, adet gören, lohusa olan veya müstehaze olan kadınların fercinden akan kandır.
   Şimdi cünüplüğün sebeplerini sıralayalım:
   a)
Erkekle kadının birleşmeleri, yani cinsî münasebette (cimada) bulunmaları: Bu halde erkeğin tenasül uzvunun en azından bir kısmının kadının tenasül uzvuna duhulü her ikisinin de cünüp olmasına sebep olur, yıkanmaları lazımdır. İster meni gelsin ister gelmesin, her iki taraf da gusledecek. Zaten meni gelirse o vakit haydi haydi gusül etmeleri, boy abdesti almaları lazım.
   b)
Meninin çıkması:
   Meni, genellikle şehvetle ve cinsî arzu ile yerinden ayrılır, vücutta özel sarsıntı ve kesik kesik hareket meydana getirerek çıkar. Sebebi ne olursa olsun, meninin bu şekilde hareketli ve çıkması ne yapar? Erkeği de, kadını da cünüp yapar. Boy abdest almaları, yani banyo yapmaları gerekir.
   c)
Rüyada cünüp olma:
   Gerek erkek gerekse kadın rüya görür. Rüyasında herhangi bir kimse ile münasebette bulunur, meni yerinden şehvetle hareket ederek boşanır. Uyandığı zaman, tenasül uzvunda (edep yerinde) yaşlık bulur veya yaşlık kurumuş, iz bırakmış olur. Buna ,,rüyalanma“, „ihtilam olma“ veya „hamamcı olma“ denir. Bu halde de gusletmesi (boy abdest alması) lazımdır.
   Yaşlık bulduğu halde rüyayı hatırlayamazsa ne yapar? Kendi kanaatine başvurur, düşünür: O yaşlığın meni olduğuna kanaat getirirse veya şüpheye düşüp bir karar veremezse gusleder. Yok, o yaşlığın meni değil de mezi veya vedi olduğuna kanaat getirirse yıkanması lazım değildir. İmam Ebu Yusuf'un içtihadına göre ise, rüyayı hatırlamadığı takdirde, kanaati ne olursa olsun, birşey lazım gelmez. Fakat ihtiyatlı olan birinci görüştür.
   Erkek rüya görür. Rüyayı hatırladığı halde bedeninde veya elbisesinde ne bir yaşlık ne de bir iz bulamazsa gusletmesi lazım değildir. Sahih kavle göre bu meselede kadın erkek gibidir.
   İmam Muhammed'in görüşüne göre kadın rüya görüp yaşlık bulamazsa dahi ihtiyaten gusleder. Keza, şehvet duygusu olmadan, ağır yük taşıdığından veya yüksek bir yerden düştüğünden veya kendisine sopa vurulduğundan dolayı meni gelse dahi cünüp sayılmaz, gusletmesi lazım gelmez.

   Hayız:
  
Hayız kanı, kadınlara mahsus bir haldir. Yetişkin bir kadının rahmindeki memeciklerin çatlamasından meydana gelen kana hayız kanı denir. Bir başka tarif: Hayız; bir kadının döl yatağı denilen rahminden belli zamanlar içinde akan kandır. Kadının bu haline ,,Hayız hali“, „Âdet hali“, ,,Aybaşı hali“ veya ,,Namazsız hali“ gibi adlar verilir.
   Kadınlarda aybaşı hali, en erken dokuz yaşında başlayabilir ve bu halin başlaması o kadının baliğ olduğunun (erginlik çağına erdiğinin) bir delilidir. Elli veya elli beş yaşlarına kadar görülebilir. Bu yaşa „İyas yaşı“ denir ki, bundan sonra artık hayız kanı görülmez olur. Elli beş yaşından sonra da pek nadir olmakla beraber hayız hali görülebilir. Bunu söyleyen islam bilginleri vardır.
   Bir kadının hayız hali kaç gün sürer?
   Hayız müddetinin en azı üç gündür. En çoğu da on gündür. Yani saati saatine üç günden az (yani 72 saatten az) olmaz. Yine saati saatine on günden (yani 240) saatten fazla olmaz. Peygamberimiz şöyle buyurur:
   ,,Hayızın azı üç gün, çoğu da on gündür."
Ed'dare-Kutni
  
Şafii mezhebinde ise azı bir gündür çoğu da on beş gün sürebilir.
  Fakat Hanefi mezhebinde, yukariki hadis'e dayanarak, hayız süresinin üç günden az, on günden çok olmıyacağı kabul edilmiştir.   Kadının bu hali; üç gün sürer veya dört gün veya beş gün veya altı gün veya yedi gün veya sekiz gün veya dokuz gün veya on gün sürebilir. Fakat on günü geçmez. Üç gün tamam olmadan kesilen veya on günden fazla gelen kan, hayız kanı değildir; hastalıktan gelen özür kanıdır. Zarar vermez. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle anlatır:
   ,,Hayız; üç gün, dört gün, beş gün, altı gün, yedi gün, sekiz gün, dokuz gün ve on gündür. On günü geçtimi artık o, istihaze (özür) kanıdır.“
İbn-i 
Ady Fil-Kâmil
  
Kadının idrar yolundan gelen kanın rengi çeşidli olabilir; toprak renginde, sarı, yeşil, kırmızı, siyah veya bulanık su renginde olabilir.
   Hayız kanının devamlı akması şart değildir. Müddeti içerisinde bazen akar, bazen de kesilir, akmaz. Hayız bir kere başladı mı, aradaki kesilmelerde hayız hali sayılır. Yeter ki başında ve sonunda kan gelmiş olsun. Keza, bu müddet için kanın rengi ne olursa olsun, yine hayız sayılır.

   Adet:
  
Hayız müddetinin azının üç, çoğunun on gün olduğunu söylemiştik. Bununla beraber her kadının kendine göre bir kesilme adeti vardır. Üç gün ile on gün arasında yer değiştirir. Mesela; her seferinde dört günde kan kesilir, işte o kesildiği gün onun adetidir, o günün tamamında yıkanır, namazını kılar ve diğer ibadetlerini yapar. Bazen olur ki; mesela, bir kadının adeti farz edelim ki, dört gündür, dört günde kesiliyor. Fakat, her nedense adeti olan dört günde kan kesilmedi, yine görünmesine devam ediyor. Böyle bir halde hayız hali de devam eder. Beşinci gün, altıncı gün, yedinci gün, sekizinci gün, dokuzuncu gün veya onuncu günden hangisinde kan kesilirse işte o gün yıkanması lazım gelir. Çünkü hayız hali o gün sona ermiştir. Ancak onuncu gün tamam olduğu halde kan kesilmez, onbirinci güne geçerse o zaman ne olur, ne olduğu anlaşılır? O zaman kesilme adeti olan dört günden sonraki günlerde gelen kanın hayız kanı olmadığı anlaşılır. Hastalıktan gelen bir kan olduğu anlaşılır ve dolayısıyla dört gün ile on gün arasındaki kılmadığı namazları kaza eder. Yani beşinci, altıncı, yedinci, sekizinci, dokuzuncu ve onuncu günlerin namazlarını kaza eder. Hem de onuncu günün tamamında kan kesilse de kesilmese de gusledecektir, namaz kılmaya başlayacaktır. Bir kadının kesilme adeti nasıl belli olur? ilk defa gördüğü hayız kanı kaç günde kesilirse, işte o gün o kadının kesilme adetidir. Mesela; ilk defa hayız görmeye başlayan bir kız, farz edelim ki, beşinci günde hayızdan kesildi, işte o beşinci gün onun kesilme adetidir. Fakat adetin değişmesinde bir defa değişme kâfi gelmemektedir. İkinci sefer de değişmiş olması lazım. Mesela; adeti beş gün olan bir kadının beşinci günü tamam olduğu halde bu sefer kan kesilmedi, altıncı gün kesildi. Bu kadının adeti altı gün mü olmuştur? Hayır, ikinci seferinde yine altıncı gün kesilirse işte o zaman adeti değişmiştir; beş gün olmaktan çıkmış, altı gün olmuştur.

   İki kan arasındaki tuhur (yani kan görmeme hali):
  
İki kan görme halleri arasındaki kan görmeme hali de yine hayız halidir. Mesela; bir gün kadın kan gördü ve sonra kan kesildi, sekizinci güne kadar hiç görmedi. Dokuzuncu gün tekrar kan gördü. Bu günlerin bütünü hayız günüdür, gusledecektir. Şayet, birinci gün görülüp kesilen kanı dokuzuncu güne kadar görmedi, onuncu günde tekrar görse, bugünlerin hiçbiri hayız günü değildir. Bu hususta ölçü şu:
   Kan görülen günler on günün içinde olacak. Yani kan bir gün görüldü mü, artık bugünden itibaren on güne varmadan en azından bir gün daha görülmelidir ki, o günler hayız sayılsın.
   İki hayız arasında en azından on beş gün geçecektir. Yani kadın, bir hayızdan kesilip yıkandıktan sonra ikinci hayızın başlaması için aradan en az on beş gün geçmiş olacaktır. On beş gün geçmeden tekrar görülen kan hayız kanı değildir, hastalık kanıdır. İki hayız arasındaki müddetin çoğunun bir sınırı yoktur; bir ay olabilir, iki ay olabilir, bir sene olabilir, on sene olabilir hatta ömrünün sonuna kadar olabilir.

   Kan kesildikten sonra cima yapmak:
  
Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur:
  
,,Ey Resulüm! Onlar sana hayızdan (kadınların adetlerinden) soruyorlar. De ki: O, eziyettir (rahatsız edicidir). Adet zamanlarında kadınlardan çekilin; temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın!“ Bakara, 222
  
İleride de görüleceği gibi, adet gören bir kadına kocasının yaklaşması, yani cimada bulunması haramdır, büyük günahtır. Kadın da günaha girer. Kocasına müsaade etmiyecektir Bu, böyle!
   Fakat kan kesildikten sonra, gusletmeden (boy abdesti almadan) kocasının kendisine yaklaşıp cimada bulunması caiz midir? Bu sorunun cevabını üç şekilde vermek lazım:
   1-
Onuncu günün tamamında kan kesilmiş ise veya,
   2-
On günden az da, fakat kesilme adeti olan günün tamamında kan kesilmiş ise,
   3-
Daha kesilme adeti olan gün gelmeden önce kesilmiş ise.
   Birinci şekilde, yani onuncu günün tamamında kan kesilmiş ise, kadın gusletse de etmese de kocası kendisine yaklaşıp cimada bulunabilir. Halta on gün tamam oldu, fakat hâlâ kan görülüyor. Bu halde de kocası kendisine yaklaşabilir. Çünkü on gün tamam oldu mu, artık kadının aybaşı hali bitmiştir. Bundan sonra görülen kan, hayız kanı değil, özür (istihaze) kanıdır, ikinci şekilde, yani kesilme adeti olan günde; mesela, kesilme adeti beşinci gün diyelim kadın adetinin beşinci gününü tamamlamış. İşte bu beşinci günde kan görülmez olmuş ise, hemen kocasının kendisine yaklaşıp cima etmesi helâl olmaz. Kadın ya gusletmiş olacak veya bir özre binaen teyemmüm edip, nafile de olsa, iki rekat namaz kılmış olacaktır. Ya da kesildikten sonra gusletmesine, elbisesini giyinmesine ve namazın ilk Tekbirini almasına yetecek kadar bir zaman geçmiş bulunacaktır. Ve bu kadar bir zaman da namaz vaktinin sonuna doğru olacaktır. Namaz vaktinin başlarında veya ortalarında olursa olmaz. Çünkü o geçmesi lazım gelen zaman namaz vaktinin sonunda olacak ki, o vaktin namazının kazası kadının üzerine lazım gelmiş olsun ve dolayısıyla, gerçekten değilse de, hükmen temizlenmiş sayılsın da kocasının kendisine yaklaşması caiz olsun.
   Üçüncü şekle gelince: Yani kesilme adeti olan gün daha gelmemiş. Mesela diyelim ki kesilme adeti günü beş gün. Kadın bu beşinci günden önce kesilme, kan görmez olsa bu halde gusletse de etmese de kocasının kendisine yaklaşması caiz değildir. Çünkü kanın tekrar görülmesi ihtimali vardır. Fakat, ihtiyaten gusleder, namazını kılmaya başlar.
   Şurasını da hanım kardeşlerimiz bilmelidirler ki; birinci şekilde ve bazı şartlarla ikinci şekilde boy abdesti almadan kocalarının kendilerine yaklaşıp cima etmeleri caiz ise de, günah değil ise de evla olanı, daha doğru olanı boy abdesti aldıktan sonra yaklaşmalarıdır.

   Nifas kanı:
  
Nifas kanı demek, doğum yapan bir kadının idrar yolundan gelen kan demektir. Böyle olan kadına ,,Lohusa“ denir ve bu hale de ,,Lohusa hali“ denir.
   Doğan çocuk, ister vaktini doldurduktan sonra doğmuş olsun, ister doldurmadan önce doğmuş olsun farketmez. Yani çocuk normal zamanında doğsa da, düşük olsa da anası lohusa sayılır. Yalnız düşük olduğu zaman hiç olmazsa eli-ayağı, başı-parmağı gibi uzuvları (organları) belli olmuş olacaktır. Hiçbir uzvu daha belli olmadan meydana gelen düşük (doğum) halinde kadın lohusa sayılmaz, gusletmesi lazım değildir.
   İkiz doğum yapan kadının lohusalığı da birinci çocuk doğduktan sonra başlar.
   Lohusa halinin azı için bir müddet yoktur. Bir gün geçmeden de kadın temizlenebilir. Hatta hemen doğumun arkasından kan kesilebilir. Ve hatta doğum yapar, hiç kan görülmez olabilir.
   Bu hususta şart olan kanın kesilmesidir. Kaç gün sonra veya kaç saat sonra olursa olsun farketmez. Kesildiği andan itibaren gusleder, ibadetlerini yapmaya başlar.
   Lohusa halinin en çok müddeti ise Hanefi mezhebine göre kırk gündür. Şafii ve Malikî mezheplerinde ise altmış gündür. Biz burada meseleyi Hanefi mezhebine göre yürüteceğiz:
   Doğum yapan kadının lohusa halinin kesilmesi, bitmesi sıfır saatte olabilir, birinci günde olabilir, ikinci günde olabilir, beşinci günde olabilir, onuncu günde olabilir, otuzuncu günde olabilir veya kırk güne kadar herhangi bir günde olabilir. Şart olan kanın kesilmesidir. Kırk güne kadar hangi günde kesilirse kesilsin. Kadın gusledip ibadetini yapmaya başlayacaktır. Fakat lohusa hali kırk günü geçmez. Kırk gün oldu mu kan kesilse de, kesilmese de kadın gusledecektir. Kırk günden sonra görülen kan lohusa kanı değildir, özür kanıdır, başka bir sebepten gelen kandır.
   Demek oluyor ki, lohusa müddeti bir saatten tutun da kırk güne kadar olabiliyor.

   Adet:
  
Aybaşı olan kadının adet günü olduğu gibi, lohusa kadının da adet günü olabilir. Mesela; ilk doğum yapan bir kadın, doğumdan sonra farz edelim ki, otuz günde kesildi, artık kan gelmiyor. Ne yapar? Gusleder, ibadetlerine başlar. Bu kadın, bundan sonra kırk güne kadar hiç kan görmezse, artık bu kadının kesilme adeti otuz gün olrnuş olur. İkinci sefer doğum yapmasında başka türlü bir şekil almazsa, bu kadın otuz günü bekler, otuz gün tamam oldu mu gusleder.
   Şayet, kesilme adeti otuz gün olan bir kadının otuz günü bittiği halde kan hâlâ görülmeye devam ediyorsa bu kadın ne yapar? Kanın kesilmesini bekler. Kırk güne kadar hangi gün kesilirse o gün gusleder. Lohusa müddeti o güne kadar devam etmiş sayılır. Kırk gün bittiği halde kan kesilmez, yine devam ederse otuz günden sonraki on günlük namazlarını kaza edecektir. Çünkü, kesilme adeti olan otuz günden sonra devam eden kan, lohusa kanı olmuş olsa idi, kırkıncı günü geçmeyecekti, kesilecekti. Madem ki kesilmedi, o halde otuzuncu günden sonra devam eden kan lohusa kanı değildir, başka sebepten gelen özür kanıdır. Binaenaleyh, o on gün kadın lohusa sayılmaz; o günlerin namazlarını kaza etmesi lazımdır.
   Lohusa halinde de devamlı kan görülmesi şart değildir. Ara sıra kesilebilir. Başlangıç günü ile sonuç günü görülmesi kâfi gelir. Mesela; yirmi günde kesilen lohusa bir kadın, birinci gün kan görse sonra kan kesilse, görülmez olsa, yirminci günde tekrar görülse ve kesilse bu kadının adeti yine yirmi gündür ve kanın kesildiği aradaki günler de lohusa günleridir.

   İstihaze (Özür) kanı:
  
İstihaze kanı demek, bir hastalıktan dolayı hayız ve lohusa olmayan kadının idrar yolundan gelen kan demektir. Bu kan kokusuz bir kandır.
   İstihaze kanının çeşitleri yedidir:
  
1-
Henüz buluğ çağına (dokuz yaşına) gelmemiş kız çocuğunda görülen kan;
    2- Hayız müddetinin azından noksan olan, yani üç günden az devam eden kan;
    3- Hayız müddetinin çoğundan fazla devam eden, yani on günden fazla devam eden kan;
    4- Lohusa müddetinin çoğundan fazla olan, yani kırk günden fazla devam eden kan;
    5- Hayız halinde, kadının adeti olan belli günden fazla devam edip on günü aşan kan;
    6- Nifasta, kadının adeti olan belli günden fazla devam edip kırk günü aşan kan;
    7- Gebe olan bir kadının gördüğü kan.
    İşte bu yedi halde de görülen kan hayız veya lohusa kanı değildir, istihaze adı verilen özür kanıdır, hastalıktan dolayı gelen bir kandır. Kendisinden böyle bir kan gelen kadın da özür sahibidir. Böyle bir kanın çıkması sadece abdesti bozar. Namaz kılmasına, oruç tutmasına ve diğer ibadetlerini yapmasına mani olmaz, bunları yapması caizdir. Kocasının kendisine yaklaşması da caizdir, helaldir.
   Özür kanı kendisinden devamlı gelen bir kız, akıl-baliğ olursa hayız günlerini nasıl ayırt eder? Böyle olan bir kadın, her ayın on gününü hayız günü sayar, bundan sonra gusleder ve ayın geri kalan günlerinde namazını kılar, orucunu tutar.

   Hayız ve lohusa olan bir kadına haram olan şeyler:
   Hayız ve lohusa olan kadına şu yedi şey haramdır:
   1- Namaz:
  
Hayız olan kadın olsun, lohusa olan kadın olsun, bunlar namaz kılamazlar. Bunların namaz kılmaları haramdır. Herhangi bir namazı kılamayacakları gibi, tilavet secdesi ve şükür secdesi de yapamazlar. Namaz demek, insanın Allah'ın huzuruna çıkması demektir. Namaza giren bir insan Allah'ın huzuruna kabul edilen bir insandır. Elbette Allah'ın huzuruna girmenin adabı vardır. Tertemiz olmak da bunlardan biridir. Hayız veya nifas halindeki kadın ise, kirlidir, temiz değildir. Bu halleriyle Rabb'lerinin huzuruna çıkamazlar; çıkmaları da yakışık almaz. İşte bu hikmete binaendirki, namazın her türlüsü bu haldeki kadınlardan affedilmiştir, bağışlanmıştır. Aybaşı günlerinde olsun, bilahare kaza etmez. Bunların kazası lazım değildir. Çünkü bu günlerinde kadınlara namaz farz değildir.
   2- Oruç:
  
Hayız ve lohusa halinde olan kadının oruç tutması sahih olmaz. Hatta haram olur. Ne Ramazan orucunu tutabilir, ne de başka herhangi bir oruç.
   Ancak, hayız ve lohusa halleri kadının üzerine orucun farz olmasına mani olmaz. Böyle olan kadına Ramazan orucu farzdır. Fakat tutması tehir edilir, o günlerde orucunu yer. Ramazan'dan sonra yediği günler sayısınca kaza eder.
   Hayız ve lohusa olan kadına neden tutmadığı günlerin oruçlarını kaza etmesi farz oluyor da o günlerde kılmadığı namazları kaza etmesi farz olmuyor? Bunda hikmet nedir?
   Hikmet şu olsa gerek: Kılmadığı namazların sayısı çoktur. Eğer hayız ve lohusa halinde kılmadığı namazları kaza edecek olsa yorucu ve zahmetli olacaktır, zor olacaktır. Mübarek dinimizde ise zorluk yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk Kitab'ında buyurur ki:
   ,,Allah dinde size zorluk emretmedi.“
Hacc, 78
  
Oruca gelince, o senede bir defa geliyor. Belki de Ramazan gelir geçer, kadın ne hayız olur ne de çocuk doğurur. Buna binaen hayız ve lohusa halinde yediği oruçları kaza etmesinde o kadar zorluk yoktur. Kim bilir, bundan başka daha nice hikmetler vardır?!.
   Oruçlu olan bir kadında hayız başlarsa veya lohusa olursa, yani doğum yaparsa kadın orucunu bozar.
  O günün orucu artık oruç sayılmaz, kazası lazım gelir. Hayız gören veya lohusa olan kadınlar, gündüz saatlerinde bu hallerinden temizlenirlerse ne yaparlar? Bu kadınlar, bu günün akşamına kadar orucu bozan şeylerden sakınırlar.
   Ancak o gün oruç tutmuş sayılmazlar. O günü de kaza edeceklerdir.
   Namaza gelince: Vakit girdikten sonra hayız veya lohusa olursa, artık o vaktin namazını kılamazlar, kılınması da lazım değildir. Fakat o vaktin sonunda temizlenirlerse, o taktirde gusledip elbiselerini giyindikten sonra namazın, hiç olmazsa, İlk Tekbir'ini alacak kadar bir zaman varsa o vaktin namazını kaza etmeleri kendilerine farzdır.

   3- Tavaf:
  
Hayız veya lohusa olan kadının Kabe'yi tavaf etmesi haram olur. Çünkü Kabe'yi tavaf etrne de namaz kılma gibidir.
   Hacca gidip ihrama giren bir kadın, hayız olursa ne yapar? Haccın her vazifesini yapar, ancak Kabe'yi tavaf edemez. Kabe'yi tavaf etme işini temizlendikten sonraya bırakır. Peygamber Efendimiz, aybaşı olan Hz. Aişe'ye hitaben şöyle buyurmuştur:
   ,,Bu hal; Allah'ın Adem'in kızları üzerine yazdığı (takdir ettiği) bir şeydir. Hacıların yapacağı her şeyi sen de yap. Ancak gusledinceye kadar Kâbeyi tavaf etme!“
Müslim, Hacc
   4- Camiye girmek:
  
Hayız gören kadın veya lohusa olan bir kadın için cami ve mescide girmesi helal olmaz, caiz olmaz. Hatta bir taraftan girip diğer taraftan çıkması bile doğru değildir. Resul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
   ,,Bu evlerin kapılarını mescidden başka tarafa çevirin. Zira ben, hayız gören ve cünüp olanlar için mescide girmelerini helal görmem.“
Ebu Davud, Taharet
   5- Kur'an okumak:
  
Hayız gören veya lohusa olan bir kadının, Kur'an-ı Kerim'den herhangi bir sureyi veya tam bir ayeti okuması caiz değildir, günahtır. Fakat yarım ayete kadar okuyabilirler. Peygamberimiz şöyle buyurur:
   ,,Cünüp olanlarla hayız olanlar Kur'an'dan bir şey okuyamazlar.“
İbn-i Mace, 
Tirmizi, Taharet
  
Ancak, dua ve zikir şeklindeki ayetleri dua ve zikir maksadiyle okuyabilirler. Fatiha Suresi'ni de yine dua maksadiyle okuyabilirler.    Kur'an ayetlerini hece şeklinde yani kesik kesik okuyabilirler. Kelime-i Tevhid'i, Kelime-i Şehadet'i okuyabilirler. Euzu Besmele okuyabilirler, Salat-ü selâm getirebilirler. Okunan Kur'an ayetlerini dinlemeleri de caizdir.
   6- Kur'an ayetlerine dokunmak:
  
Kur'an-ı Kerim'i ve Kur'an ayetleri yazılı bulunan kâğıt ve levhaları ellerine alamazlar ve el süremezler. Mendil gibi bir şeyle Mushaf'ı ve Kur'an ayetleri yazılı olan şeyleri tutabilirler.
   7- Cinsî münasebet:
  
Hayız olan veya lohusa bulunan bir kadınla münasebette bulunmak, yani cima yapmak caiz değildir.
Yahudiler, kadın hayız oldu mu, onunla yemek yemez, onunla su içmez ve onunla cinsî münasebette bulunmazlardı. Hatta bu kadını yatak odasından bile uzaklaştırırlardı. Adet gören kadın hakkında bu derece ifrata varır ve aşırı giderlerdi.
    Hıristiyanlar ise, kadının hayız hali diye bir şey kabul etmezler. Hayız halinde de cima yapmayı mubah görürler, aldırmazlar. Bunlar da bu mesele hakkında bu derece geri kalmışlardır.
    İslam dinine gelince: Her meselede olduğu gibi, kadınların bu meselesi hakkında da ne çok ileri gitmiş, ne de çok geri kalmıştır. Akla uygun olan, ilme uygun olan orta bir yol tutmuştur, islam'a göre aybaşı olan, lohusa olan kadın ne yatak odasından çıkarılır, ne de yemek yemede ayrı bir muameleye tabi tutulur. Kadın evde oturup kalkar, ev işleri görür, kocasının yatak odasında, hatta yatağında beraber yatabilir. Bunlar dinimize göre caizdir. Ancak haram olan, yasak olan şey, cinsî münasebette (cimada) bulunmaktır. Bu, günahtır. Kur'an-ı Kerim hayızlı bir kadına kocasının yaklaşmasını yasak etmiştir:
   ,,Ey Resul-i Ekrem! Onlar sana hayızdan soruyorlar. De ki, o bir eziyettir (rahatsızlıktır). O halde, hayız halinde kadınlardan çekilin, temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın...“
Bakara, 222
  
İşte bu ayet-i kerime hayızlı kadınlara yaklaşmayı, münasebette bulunmayı yasak ettiği gibi, göbek altından diz kapağına kadar olan kısmından faydalanmasını da yasak etmiştir. Doğru bulmamıştır. Kişi hayız gören veya lohusa olan karısının göbeğinden yukarı, dizkapağından aşağı olan kısımlarına dokunabilir. Mesela, bu halde iken kocası hanımını öpebilir, boynuna sarılabilir, şehvetle bakabilir, dizkapağı ile göbek arasını örten kilotu üzerinden faydalanabilir. Bunlar caizdir, helaldir.
   Elhasıl, kadının gerek aybaşı halinde gerekse lohusa halinde kocasının cima etmesi, hem koca için hem de karı için günahtır, haramdır. Gerek Kur'an-ı Kerim'in ayeti, gerekse Peygamber Efendimiz'in hadis'leri bunu yasak etmiştir. Hele ,,Allah korusun! bunda ne var ki!“ diyerek, helal olduğunu kabul ederek karısına yaklaşırsa dinden çıkma tehlikesine düşer.
   Şayet, haram olduğunu bildiği ve kabul ettiği halde gaflet ederek veya nefsine uyarak böyle bir temasta bulunursa ne lazım gelir? Tevbe etmesi hem de tevbe-i nasuh ile (çok ciddi ve samimi şekilde) tevbe etmeleri ve mümkünse birer altun sadaka vermeleri ve bir daha böyle bir şey yapmayacaklarına kesin karar vermeleri lazımdır.

   Hikmet nedir?
  
Mübarek dininmiz hikmet dinidir; sıhhat dinidir, temizlik dinidir. Her emir ve yasağı böyle olduğu gibi, aybaşı olan veya lohusa olan kadına kocasının yaklaşmasını yasak olmasında da elbette hikmet vardır. Şimdi bilebildiğimizi, maddeler halinde sıralayalım:
   1-Hayız gören bir kadından gelen kan murdar ve kirli bir kandır, zehirli ve iğrenç bir kandır. Döl yatağının ifrazatıdır, pisliğidir. Sağlam yapıya ve sağ duyuya sahip olan insanın nefret duyduğu ve tiksindiği bir kandır. Rengi bozuk, kokusu fena, kendisi acı ve yıkıcı bir afettir.
   İşte böyle bir afet halinde kadına yaklaşmayı, hikmet olan dinimiz, elbette yasak edecektir ve etmiştir. İnsan tabiatı da bunu asla hoş görmez, görmesine imkân yoktur. Tıp ilmi de buna müsaade edemez ve etmemiştir.
   2-
Âdet hallerinde kadın bir nev'i hastadır, yaralıdır, yorgundur, rahatsızdır. Böyle olan bir kadınla cimada bulunmak bir şeye yaramıyacağı gibi, tadı tuzu da olmaz. Üstelik, birtakım zararların meydana gelmesine sebep olabilir. Mesela, yaralı halde bulunan rahim yollarıyla temas, mikropların harekete geçmelerine, tahribat yapmalarına ve dolayısıyla kadın hastalıklarının doğmasına sebep olabilir.
   3- Aybaşı hali kadının güzelliğinde de, kokusunda da, tavır ve harekelinde de hoşa gitmeyen değişiklikler meydana getirir. Rengi acayipleşir, kokusu kötüleşir, kadın cazibesini kaybeder. Bu halde olan karısına kocasının yaklaşması, kocasının karısına karşı sevgisini azaltır, soğukluk meydana getirir, hatta nefret uyandırır ve nihayet aile bağlarının kopmasına, yuvanın dağılmasına sebep olabilir. Kim bilir, daha nice zararlara yol açabilir?..
   İşte bu sakıncalarına binaen, dinimiz ne yapmıştır? Aybaşı geçiren, hayız gören veya lohusa olan kadınlara kocalarının yaklaşmalarını (cima yapmalarını) yasak etmiş ve bu hususu gayet veciz bir ifade ile, hatta tek bir kelime ile anlatmış ve şöyle demiştir:
   „…Hayız bir eziyettir!“
Bakara, 222

   Gusül:
   Kadın nasıl gusledecektir?
  
Hayız veya lohusalıktan temizlenen, rüyada ihtilam olan veya kocasıyla cimada bulunan bir kadına gusletmesi, yani boy abdest alması farzdır. Tepeden tırnağa kadar yıkanacaktır. Hiçbir yerinde iğnenin ucu kadar bile su değmedik yer kalmayacaktır.
   Kadın önce elbiselerini çıkarır, kocasıyla cima ettiği için veya rüyada ihtilam olduğu için gusledecekse, önce idrarını yapar, edep yerlerini yıkar, yani taharetini alır. Fakat taharetini alırken parmağını fercinin içine sokup içini temizlemeye çalışmaz. Buna lüzum yoktur. Dışını yıkaması kâfi gelir. Bu arada önünü veya arkasını Kıble'ye çevirmez. Ya sağını veya solunu Kıble'ye çevirir.
   Ellerini üç kere yıkar, ağzına üç kerre dolu dolu su verir, burnuna üç kere iyice su çeker. Burun kemiğine kadar suyun çıkması lazımdır. Yüzünü üç kere yıkar, kollarını üçer kere yıkar, başına mesheder. Örüklerini çözmüş ise saçlarının aralarına su geçirmesi de şart. Yok, eğer örüklerini çözmemiş ise, örüklerinin aralarına su geçirmesi şart değildir; köklerini ıslatması kâfi gelir. Bundan sonra sağ omuzuna, sonra sol omuzuna, daha sonra da başına su dökerek iyice ovar.
   İkinci sefer yine sıra ile omuzlarına, başına su döker ve tekrar ovalanır. Üçüncü seferinde yine aynı sıra ile su döker, tekrar ovalanır ve böylece gusletmiş olur.

 

ÇEŞİTLİ MESELELER

    Soru: Hayız ve lohusa günlerinde bir kadın, namaz kılmadığına göre, bu vakitlerde başka ibadet yapabilir mi?
   Cevap:
Mümkün olursa ve vakti müsait ise, her namaz vaktinde
abdest alıp seccadesinde Kıble'ye karşı oturur, teşbih çeker. Böyle yapması güzeldir; hem Rabb'isini unutmamış olur, hem de ibadet sevabını almış olur ve ayrıca abdest almak suretiyle de temizlik yapmış olur.
   Soru:
Âdet gören veya lohusa olan bir kadın, Ramazan'da oruç tutmamakla beraber yemeği içmeği terk etse bunda sevap var mıdır?
   Cevap:
Hayır, sevap yoktur. Hatta böyle yapmanın mekruh olduğunu söyleyenler de vardır.
   Soru:
Kur'an öğreticisi olan bir kadın hayız olursa ne yapar?
  Cevap:
Bu kadın Kur'an-ı Kerim'i eline alamaz. Ancak Kur'an ayetlerini kelime kelime öğrencilerine okutur, öğrencilerinin okuduklarını dinleyebilir. Esasen adet gören veya lohusa olan bir kadın başkalarının okudukları Kur'an ayetini dinleyebilir.
   Soru:
Cünüp bir kadın, yıkanmadan çocuğuna meme verebilir mi?
  Cevap:
Memesini yıkadıktan sonra verebilir. Ancak o anda çocuğa meme verme mecburiyeti yoksa, yani çocuk ağlamıyorsa, yıkandıktan sonra vermesi daha güzeldir.
   Soru:
Kadının kestiği hayvanın eti yenir mi?
  Cevap:
Kadının kestiği hayvanın eti yenir. Yani kadın hayvan kesebilir. Orada erkek olsa da olmasa da. Yeter ki kesmesini bilsin. Hatta aybaşı olduğu zamanlarda bile hayvan kesebilir.
   Soru:
Kirve diye bir şey var mıdır?
   Cevap:
Hayır; İslam dininde kirve diye bir şey yoktur. Bir kimse kirvesinin kızıyla da evlenebilir.
   Soru:
Bir müslüman kadın, müslüman olmayan bir erkekle evlenebilir mi?
  Cevap:
Hayır, evlenemez; Günahtır, haramdır. Fakat bir müslüman erkek, kitap ehli olan bir yahudi ve bir hıristiyan olan kadınla evlenebilir.
   Soru:
İslam dininde fala bakma ve baktırma var mıdır?
  Cevap:
Hayır, yoktur! Fala bakma ve baktırmayı dinimiz şiddetle reddeder. Hatta falcıya inanan kimsenin imanının tehlikeye düşeceği Peygamberimiz'in birhadis'inden anlaşılmaktadır.
   Soru:
Göz değmesin diye çocuklara gözboncuğu takmak İslam dininde var mıdır?
  Cevap:
Hayır, yoktur! Dinimizde ne gözboncuğu vardır, ne de yedi delikli boncuk vardır. Bunlar uydurma şeylerdir. Keza ziyaretgâhlara, türbelere taş yapıştırmak, çaput bağlamak veya buralarda mum yakmak dinimizin kabul etmediği şeylerdir, günah olan şeylerdir.
   Soru:
Kadınlar; bahçelerde, tarlalarda veya kırlarda bulundukları sıralarda namazlarını oturarak mı kılacaklar?
  Cevap:
Hayır; Kadınların böyle yerlerde olsalar dahi namazlarını oturarak kılmaları doğru olamaz. Çünkü, farz namazlarda kıyam (ayakta durma) farzdır, dolayısıyla oturarak kılması caiz olmaz. Namazı fasiddir, yeniden kılması lazımdır. Oralarda erkekler vardır; nâ-mahrem erkekler kendilerini görür diye kadınların namazlarını oturarak kılmalarını gerektirmez. Çünkü; kadın, namazda örtünmesi lazım gelen yerlerini örtmüştür. Yabancı erkeklerin, namaz kılan bir kadının hareketlerini görmesi o kadının namazına zarar vermez.
   Sünnet ve nafile namazlara gelince; her yerde olduğu gibi, böyle yerlerde de oturarak namazlarını kılmaları caiz ise de sevap yönünden noksan olur.
   Soru:
Kadınların cenazeyi takip ederek mezara kadar gitmeleri caiz midir?
  Cevap:
Kadınların cenaze ile mezara kadar gitmeleri dinen doğru bir şey değildir. Cenazeyi mezara kadar götürmek, defnetmek işi erkeklere aittir. Cenazenin bu işlerinde kadınlara vazife verilmemiştir. Binaenaleyh, kadınlar cenaze namazına katılmayacaklar, cenazenin omuzlarda götürülmesinde veya toprağa verilmesinde bir hizmetleri olmayacaktır. Buna binaen, kadınların mezara gelmelerine hiç lüzum yoktur. Olsa olsa seyretmek için gelmiş olacaklar. Cenaze ve cenazenin gideceği yer ise seyir yeri, gezinti yeri değildir. Hele açık, saçık, erkeklere karışık bir şekilde katılmaları veya bağırıp çağırarak ağlamaları asla uygun değildir. Sevap yerine günah getirir.
   Soru:
Erkekler bulunmadığı zamanlarda kadınlar cenazeyi kaldırabilirlermiş. Bu doğru mudur?
  Cevap:
Evet, o zaman kadınlar cenazeyi kaldırabilirler. Cenaze namazını kılarlarken isterlerse teker teker kılarlar, isterlerse biri imam olarak birlikte kılarlar ve götürüp mezara defnederler.
   Soru:
Bir kadın, ölmüş olan kocasını yıkayabilir mi? Veya bir erkek, ölen karısının cenazesini yıkayabilir mi?
  Cevap:
Evet, bir kadın, sağ iken kocasını banyoda yıkadığı gibi, öldükten sonra da cenazesini yıkayabilir, bu caizdir. Fakat, bir koca vefat eden karısını yıkayamaz. Ancak yüzüne bakabilir.
   Soru:
Kadınlar, mezarları ziyaret edebilirler mi?
  Cevap:
Daha çok yaşlı kadınların, İslam'ın usul ve adabına uyarak, mezarları ziyaret etmelerinde bir sakınca yoktur, gidebilirler.
   Soru:
Gerek cenaze çıkan ev olsun, gerekse yakın komşu evler olsun, cenaze çıktığı gün, kaplarındaki bütün suları dışarı dökeceklermiş, dökmeleri lazım imiş. Sebep de Azrail Aleyhisselam kılıcını o sularda yıkıyormuş. Doğru mu?
   Cevap:
Hayır, dinimizde böyle şey yoktur. Hatta bunlar gülünç şeylerdir.
   Soru:
Cenaze çıkan ev halkının cenazenin birinci gününde, üçüncü gününde, yedinci gününde, kırkıncı gününde veya elli ikinci gecesinde yemek yedirmeleri dinimizde var mıdır?
   Cevap:
Hayır! Mübarek dinimizde cenaze çıkan bir ev halkının o saydığımız günlerin her hangi birisinde yemek vermesi diye bir şey yoktur. Hatta bu maksatla yemek vermek bid'attır, bir nev'i günahtır. Dinimiz böyle bir emir veya böyle bir tavsiyede bulunmamıştır. Ancak, yemek hazırlayıp, fakir fukaraya yedirerek hasıl olan sevabın ölüye bağışlanması dinimizde vardır. Ama bunun her hangi belli bir günü yoktur. Her hangi bir günde olabilir. Kırkıncı veya ellinci günü olması şart değildir. Şurasını da unutmamak lazımdır ki, cenazenin çıktığı ev halkına yemek hazırlayıp götürmek kitaplarımızda vardır. Bu güzel ve yerinde bir harekettir. Çünkü ev halkı o gün kederli ve cenaze ile meşgul olduklarından kendilerine yemek hazırlama imkânı bulamazlar.
   Soru:
Üç ayları yedi sene tutan bir kimsenin bir kurban kesmesi lazımmış. Ne dersiniz?
   Cevap:
Hayır! Bunun da aslı astarı yoktur.
   Soru:
Tırnaklarında oje bulunan bir kadın guslederse, yani boy abdesti alırsa temizlenmiş olur mu? Ellerinde kına bulunan da böyle midir?
   Cevap:
Cünüplükten veya hayızdan veya lohusalıktan yıkanmak isteyen bir kadının tırnaklarında oje bulunursa boy abdesti tamam olmaz, temizlenmiş sayılmaz. Çünkü ojenin altına su geçmez, tırnakları ıslanmamış sayılır. Halbuki, cünüp bir insanın guslederken vücudunun her hangi bir yerinde iğnenin ucu kadar bir yer kuru kalsa cünüplükten çıkmış sayılmaz. Kına, oje gibi değildir, o suyun deriye geçmesine engel olmaz.
   Soru:
Bir kadının başkasının çocuğunu emzirmesi caiz midir?
  Cevap:
Bir kere kocasından izin almadan bir kadının, bir başkasının çocuğunu emzirmesi caiz değildir. Esasen, bir zaruret yoksa, şunun veya bunun çocuğunu asla emzirmemelidir. Çünkü süt annelik, süt kardeşlik meydana gelir. Sonra bunlar arasında evlenme haram olur. Bazen de kimin kimi emzirdiği unutuluyor; süt kardeşler arasında evlenmeler oluyor ki, bunun günahı emzirenedir.
   Soru:
Uğursuz hayvan var mıdır? Mesela yolda giderken birisinin önüne bir tilkinin çıkması veya bir yılanın rastlaması veya bir horozun vakitsiz ötmesi veyahut bir tavuğun horoz gibi ötmesi veyahut baykuşun ötmesi veyahut köpeğin uluması ve saire gibi şeyler halk arasında uğursuzluk sayılır, kaza ve belaya işaret sayılır ne dersiniz?
  Cevap:
Hayır! Herhangi bir hayvan veya herhangi bir hayvanın herhangi bir hareketi veya ötüşü uğursuzdur diye dinimizde bir şey yoktur. Hayvanların her hangi bir hareketi de ileride meydana gelecek herhangi bir kazaya veya belaya işaret değildir.
   Soru:
Günler ve geceler arasında uğursuzu var mıdır? Mesela, bazı yerlerde haftanın bazı günlerinde yola çıkmak, ev süpürmek çamaşır yıkamak veya dikmek uğursuz olurmuş. Bu doğru mudur?
   Cevap:
Hayır; mübarek dinimize göre uğursuz gün veya uğursuz gece yoktur. Her gün uğurludur. Hatta Salı günü de uğurludur, istanbul'un fethi Salı gününe rastlar.
   Soru:
Çocuğu olmayan bir kadın, ziyaretgâha (türbeye) gidip bir kurban keserse çocuğu olurmuş, diyorlar. Ne dersiniz?
   Cevap:
Hayır; dinimizde böyle bir şey yoktur ve böyle şeylere inanmak asla doğru değildir. Esasen türbeye gidip kurban kesmek de yoktur. Adak adamakla veya kurban kesmekle çocuk olmaz. Bu ne ilimle, ne de dinle bağdaştırılabilir.
   Soru:
Kitap açtırmak veya yıldıznameye baktırmak nasıldır?
  Cevap:
Bunlar falcılığın bir başka çeşididir. Yıldızname adı verilen kitap uydurmadır. Ne ilmî, ne de dinî bir temele dayanır. Sadece cincilerin para kazanmalarına ve halkı kandırmalarına yarar.
   Soru:
Sihir (büyü) yapmak veya yaptırmak nasıldır?
  Cevap:
Sihir yapmak veya yaptırmak haramdır, günahtır, hem en büyük günahlardan biridir. Sihirbaz; sihrini çeşitli şekilde yapar. Nuska yazmak, tılsım yapmak, düğümlere üflemek gibi şekilleri vardır. Sihir (büyü) insanların vücuduna, ruhuna, kalbine tesir eder. İnsanı hasta yapabilir, hatta ölümüne sebep olabilir. Karı ile kocanın arasını açabilir. Bir kızı bir oğlana veya bir oğlanı bir kıza aşık yapabilir. Ancak ne şekilde olursa olsun ve ne maksatla yapılırsa yapılsın sihir yapmak günahtır, haramdır. Yapan da yaptıran da günaha girer. Dinimiz sihrin her türlüsünü yasak etmiştir.
   Soru:
Yitiği bulmak veya hırsızı yakalamak için nuska yaptırmak veya fala baktırmak var mıdır ve bu doğru mudur?
   Cevap:
Hayır, böyle bir şey yoktur ve olamaz. Hatta bunlara inanmak şirktir, günahtır; insanın imanını tehlikeye düşürür.
 
Ancak, hastaların üzerine Kur'an ayetlerinin okunması vardır. Peygamberimiz (s.a.v.) de, bilhassa Ihlas ve Kul-Eûzu surelerini okur, ellerine üfler, yüzüne ve vücudunun her tarafına sürerdi.
   Bu mevzuyu biraz daha açalım: Sihir (büyü) şaibesi olmamak üzere ruh veya bedenin salah ve tedavisi için Kur'an ayetlerini ve Peygamberimiz'den nakledilegelen duaları kendisi için kendisinin okuması ve kendi üzerine üfürmesi caizdir. Bunda söz yok, bu doğrudur. Fakat kendisini başkasına okutmak ve onun nefesinden medet beklemek veya nuska yazıp asmak bir ihtilaf konusudur.
Kendisini başkasına okutup üfletmenin fayda vereceği zayıf bir ihtimaldir. Böyle olmasının sebebi, ayette veya duada değildir, okuyanın nefesinin veya asılan muskanın sebep olup olmamasındadır. Nefesi fayda verir mi vermez mi? İşte mesele burada. Bu çok zayıf bir ihtimaldir. Karşılığında bir zarar düşünülmüyorsa ve bu hareket bir meslek kabul edilip para kazanmak için yapılmıyorsa okunup üflenmesinde, şifa ayet ve dualarının yazılmasında bir beis yoktur; olabilir.
   Fakat şurasını unutmamak lazımdır ki, Cenab-ı Hakk gerek Kur'an'da ve gerekse Peygamberimiz'in dili ile en güzel duaları öğretmiştir. Bilhassa ,,Kul-Eûzu" surelerinde bütün şerlerden kendisine sığınılmasını da emretmiştir. Buna binaen bir müslümana düşen; hasta olmamaya çalışmak ve sağlık kurallarına harfiyyen riayet etmektir. Şayet hastalığa yakalanırsa doktora gider, verilen ilaçları kullanır, yapılan tavsiyeleri yerine getirir. Bu arada ve bilhassa bunlar fayda vermediği zamanlarda dua ayetlerini ve Peygamberimiz'in yapmış olduğu şifa dualarını ezberleyip gece yatarken veya her ihtiyaç duyulduğunda temiz niyetle, hulûsi kalple ve itikad ederek kendi kendine okusun, kendine üflesin. Bu kapı, herkes için açıktır. Dinimiz bu hususta kimseye bir imtiyaz tanımamıştır. Fakat böyle değil de, ,,Ben dua etmesini bilmem!" diye kapı kapı dolaşarak dua tellalları aramak ve onun nefesinden medet ummaya kalkışmak dinimizin tavsiyesi bile değildir. Cahiliyet adetlerindendir.
   Soru: Doğum yapan bir kadının rahmine (doğum yoluna) veya doğum yapan herhangi bir hayvanın döl yatağına elini sokan bir kimsenin boy abdesti alması lazım mıdır?
   Cevap:
Hayır; bir şey lazım gelmez. Çünkü, cünüp sayılmaz.
   Soru:
Kadınların çocuk aldırması caiz midir?
   Cevap:
Hayır; doğru bir hareket sayılmaz. Rahme intikal etmiş nutfe (insan tohumu), artık oranın malı olmuştur. Ona el sürmenin doğru olmıyacağı ileri sürülmüştür. Hele uzuvları (organları) belirmiş bir çocuğun düşürülmesi büsbütün günahtır, cinayettir. Hayatî bir zaruret olmadığı halde çocuk, benim rahatımı bozar veya ben onu nasıl besliyeceğim, aç kalır endişesiyle bir annenin karnındaki çocuğun hayatına kasdetmesi, annelik şefkatiyle nasıl bağdaştırılır?!. Günün birinde bunun hesabı kendisinden sorulmaz mı?!. Öyle mi sanıyor?!. Rızkı veren Allah'tır! Allah, bütün canlıların rızkını üzerine almıştır. Cenab-ı Hakk, Hud Suresi'nin 6. ayetinde şöyle buyurur:
   „Yeryüzünde debelenen, hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah üzerine olmasın!.."
  
Tâhâ Suresi'nin 132. ayetinde de şöyle buyurur:
   ,,Ehline (çoluk ve çocuğuna) namazı emret. Sen de namaza sabırla devam et! Senin de rızkını veren biziz. Sonuç, takvalı olanlar (Allah'a karşı gelmekten sakınanlar) içindir!"
  
İsra Suresi'nin 31. ayeti de şu mealdedir:
  „Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz. Onların da sizin de rızkınızı veren biziz. Onları öldürmek büyük günahtır."
  
Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurur:
   „Evleniniz, nesliniz çoğalsın. Zira ben (kıyamet gününde) sizin çokluğunuzla övüneceğim.“
Beyhaki, Nikâh
  
Azil meselesine gelince:
  
Azil demek, meniyi yani nutfeyi dışarı dökmek, daha açığı hanımı ile cimada bulunurken, meninin geleceği sırada kocanın kendisini geri çekmesi ve meniyi dışarıya akıtması demektir, Bu caizdir. Tabii kadının da buna razı olması gerekir. Onun da rızası olduğu takdirde bu hareket caiz görülüyor.
   Bunun caiz olacağı hakkında Peygamberimiz'in müsaadesi vardır.
Buhari, Müslim
   Elhasıl gerek fakir, gerek zengin olsun, gerek kavi, gerek zayıf olsun, bakamam, onlara ekmek bulamam korkusuyle çocukları öldürmek veya rahimde (döl yatağında) onları parçalamak İslamlık ve insanlıkla bağdaştırılamaz. Keza, iki tarafın nutfelerinin (tohumlarının) rahimde birleşerek, bir yumurta haline gelerek döllenmiş ve bu suretle dünyaya gelmek için ana karnında geçirmesi lazım gelen safhaların ilk safhasında ve hayatın ilk basamağında bulunan bir insan yavrusuna el sürmek, daha filiz halinde iken onu mahvetmek, yok etmek ekseri fıkıh kitaplarımızda bir nevi cinayet sayılmaktadır.
   Ancak; bir kadının, rahmindeki veya tenasül uzvundaki bir bozukluktan dolayı, çocuğa gebe kalışında veya doğum yaparken hayatı tehlikeye düşüyorsa, ölüm tehlikesi varsa o zaman çocuk yapmaması için tedbir alması caizdir, hatta lazımdır.
   Çünkü, burada hayatî birzaruret bahis konusudur.
   Şurasını da unutmamak lazımdır ki, müslüman olan anne ve baba için, çocukların ölmeleri de yaşamaları da rahmet ve nimettir.
Çocuklar yaşarlarsa, onların yaşaması rahmet ve nimettir. Çünkü milletlerin bekası, ailenin yaşaması buna bağlıdır. Çocuklar küçükken ölürlerse, onların ölümü yine rahmet ve nimettir.
   Geçen sayfalarda da geçtiği üzere, küçük yaşlarında ölen çocuklar, kıyamet gününde anne ve babaları için şefaatçi olacaklardır.
   Soru: Bir erkeğin, karısının memesini emmesi, sütünü yutması caiz midir?
   Cevap:
Hayır, karısının memesinden süt emmesi, hele sütünü yutması doğru değildir, haramdır. Etini yemesine benzer. Fakat, süt annelik meydana gelmez. Yani bir çocuğun emmesi gibi değildir. Birbirlerine haram olmazlar.
   Soru: Kadın beraberinde kocası veya mahremlerinden biri bulunmazsa hacca gidebilir mi?
   Cevap:
Hayır, gidemez! Bir kadının hacca gidebilmesi için, yanında ya kocası ya da kendisiyle hiçbir zaman evlenmeleri caiz olmayan, akraba ve hısımlarından biri bulunacaktır.
   Beraberinde kocası veya mahrem akrabalarından biri gitmezse, zengin de olsa, o kadına hacc farz değildir. Giderse günahkâr olur, tahrimen mekruh olur, kaş yapayım derken göz çıkarmış olur. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
   ,,Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadının, üç günlük veya daha fazla yolculuğa gitmesi helâl olmaz. Ancak beraberinde babası, kardeşi, kocası, oğlu veya mahremlerinden biri bulunursa işte o zaman (böyle bir) yolculuk yapması kendisine helâl olur.“
Buhari Müslim, El-Hacc
   Soru: Kocası veya mahremi bulunmayan bir kadının hacca gidebilmesi için, muvakkaten, yani gidip gelinceye kadar birisiyle nikâhlanması (evlenmesi) doğru mudur?
   Cevap:
Hayır, doğru değildir! Çünkü muvakkat nikâh sahih değildir. Öyle haftalık, aylık veya senelik nikâh olmaz; gidip gelinceye kadar yapılan evlenme ve kıyılan nikâh caiz değildir. Ancak; gidip gelinceye kadar değil de, gerçekten, devamlı karı-koca olmak üzere, kocaya gitmesi kadın üzerine vacip midir? Bu konu ihtilaflı bir mesele ise de daha sahih olan görüşe göre, kadının, hacca gidebilmesi için böyle normal bir kocaya gitmesi lazım değildir, vacip değildir.
   Soru: Bir kadının, kendisiyle birlikte hacca giden mahreminin yol masrafını vermesi gerekir mî?
   Cevap:
Evet, mahremi, sırf kadın hacca gidebilsin diye gidiyorsa tabii bu mahremin gidiş ve geliş bütün masrafını kadın yapacaktır.
   Soru; Horoz veya tavuk kurban olur mu? Ne dersiniz?
   Cevap:
Hayır, horoz veya tavuk kurban olarak kesilmez, bunların kurban olmalarını dinimiz kabul etmemiş, hatta bu kümes hayvanlarının kurban maksadıyla kesilmelerini mekruh (günah) saymıştır. Dinimize göre kurban olacak hayvanlar deve, sığır, camız, koyun ve keçidir. Bunların dişileri de kurban olur, erkekleri de kurban olur.
   Soru: iki bayram arası nişan, nikâh veya düğün yapmak caiz midir?
  Cevap:
Evet; nişan merasimi olsun, nikâh veya düğün merasimi olsun iki bayram arasında yapılabilir, hiç bir sakınca yoktur.
   Soru: Yıldızların hareketlerinden, hayra olsun veya şerre olsun, bir mana çıkarılabilir mi?
  Cevap:
Hayır; yıldızların hareketi ne hayra ne de şerre delalet etmez. Bunların hareketlerinden herhangi bir mana çıkarılamaz. Yıldızların hareketleri Allah'ın koyduğu kanuna göre sürüp gider.
   Soru: Güneş veya ay tutulması şerre veya felakete veyahut da herhangi bir şahsın ölümüne işaret eder mi?
   Cevap:
Hayır; Güneşin veya ayın tutulmasından herhangi bir mana çıkarmak mümkün değildir.
   Peygamberimiz'in İbrahim adındaki oğlu vefat ettiği gün güneş tutulmuştu. Bunu görenlerden bazıları, „İbrahim'in ölümüne güneş de matem tutuyor!" demişlerdi. Bunu duyan Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
   ,,Hayır; Güneş ile ay, Allah'ın ayetlerinden iki vaziyettir. Bunlar, ne bir kimsenin ölümü için ne de bir kimsenin doğumu için tutulmazlar.“
Ahmed b. Hanbel, 
c. 1, sf. 298
   Soru: Ay tutulduğunda açılması için bazı yerlerde tenekeye vururlar veya silah atarlar. Doğru mudur?
   Cevap:
Hayır; doğru değildir, manasızdır; hatta bunlar gülünç şeylerdir. Yapılmaması gerekir.
   Soru:
Bal tefsiri ve onun yazılıp bastırılmasında, taşınmasında veya hediye edilmesinde vaad edilen (200) Peygamber sevabı ve diğer sevaplar doğru mudur?
   Cevap:
Hayır, böyle bir şey, sağlam kitaplara (sağlam kaynaklara) dayanmamaktadır. Vaad edilen sevaplar da doğru değildir. Dinimizin prensipleriyle bağdaşmaz. Bu gibi şeylere inanmak doğru değildir. Yazmak, dağıtmak veya taşımakta bir fayda yoktur. Hatta sakıncalıdır.
   Soru:
İsabet-i ayn, yani göz değmesi doğru mudur?
   Cevap:
Doğrudur. Allah'a sığınmak gerek. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurur: ,,Göz değmesinden koruması için, Allah'a sığının! Çünkü göz değmesi doğrudur.“
Münavi
   Soru:
Bir Ocak yılbaşı bayramıyla müslümanların bir ilgisi var mıdır?
  Cevap:
Hayır; yoktur. Hıristiyanlarca o gün kutsal sayılmakta ve bayram günü kabul edilmektedir. Bu sebeple; bir müslümanın yılbaşı gününe bayram değeri vermesi, şenlikler düzenlemesi, hindiler kesmesi, çam dallarıyla evini, dükkanını süslemesi, talihine bakması, çocuklarına oyuncak alması hıristiyanların adetlerine uymaktan ve onlara benzemekten başka bir şey değildir. Bu ise bir müslümana yakışmaz.
  
Soru: Müslümanların birbirlerini ziyarete gittiklerinde hediyeler de götürmeleri nasıl olur?
  Cevap:
Çok güzel olur. Tarafların birbirlerine olan saygı ve sevgilerini artırır. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: ,,Hediyeleşiniz ki sevişesiniz!..“
Muvatta; Fil-Mühacere
  
Kanaatimizce şu zamanda en münasip hediye, kitap hediyesidir. Dinî, ilmî kitaplar hediye etmektir. Bilhassa bayram ziyaretlerinde eşe-dosta, konu-komşuya kitap hediye edersek, maddî şeker yerine ilim şekeri, manevî şeker hediye etmiş oluruz. Aynı zamanda dinin ve ilmin yayılmasına hizmet etmiş oluruz.


PEYGAMBERİMİZ’İN VEDA HUTBESİ


  
Kitabımızı Peygamberimiz'in mübarek bir hutbesiyle bitiriyorum. Bu hutbe Veda Hutbesi'dir, veda konuşmasıdır. Peygamber Efendimiz, veda haccını yaparken bu konuşmayı yapmıştır. Hutbe mealen şöyledir:
   ,,Hamd ve minnet sana Ya Rabb! Her şeref ve şan senin namına Ya Rabb! Allah'tan başka ilâh yoktur. O'ndan başkasına ibadet edilmez, O'nun ortağı olamaz. Bütün mülk O'nundur. O'na şükürler olsun. Yaşatan, öldüren O'dur. Her şeye kadir O'dur. Sözünü gerçekleştirdi; kuluna yardım etti, aleyhinde birleşenleri bozguna uğrattı.
   Ey insanlar! Sözümü dinleyiniz, gelecek sene burada, bu vakitte sizi tekrar göreceğimi sanmıyorum.
   Ey insanlar! Rabb'inize kavuşuncaya kadar, bu günümüzün ve bu ayımızın hürmeti gibi, kanlarınız, mallarınız birbirinize haramdır. Siz de şüphesiz Allah'a kavuşacaksınız ve O, dünyada yaptığınız işlerden sizi hesaba çekecektir, işte tebliğ ettim. Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine ödesin. Her türlü faiz haramdır. Fakat baş paralarınız size helaldir. Zulmetmeyiniz ve zulüm görmeyiniz.
   Cahiliyetten kalma her türlü kan davaları haramdır.
   Sonra Ey insanlar! Şeytan, bu diyarınızda kendisine ibadet olunmaktan ümidini kesmiştir. Fakat O, başka şeyler bekliyor; O, yaptığınız kötü şeylerle yetiniyor. Bunun için dinimiz hakkında ondan sakınınız; kâfirler gibi fırka fırka olup birbirinizin boynunu vurmayınız.
   Ey insanlar! Sizin, kadınlarınız üzerinde; kadınların da sizlerin üzerinde hakları vardır. Kadınlar hakkında öğütlerime itaat ediniz. Onlar sizin için yardımcıdırlar. Onlar kendi nefislerini koruyabilecek hiçbir şeye sahip değillerdir. Kölelere gelince: Onları yediğinizden yedirmeğe, giydiğinizden de giydirmeye dikkat ediniz.
   Sözlerime dikkat ediniz; Ey insanlar! Ben tebliğ ettim! Aranıza öyle bir şey bırakıyorum ki, eğer ona sarılırsanız, hiçbir işte hataya düşmezsiniz. Bu, Allah'ın Kitab'ı ile Peygamber'inin sünnetidir.
   Ey insanlar! Sözümü dinleyiniz, anlayınız. Biliyorsunuz ki, her müslüman diğer müslümanın kardeşidir. Hepiniz eşitsiniz. Bir müslümana kardeşinin malından, ancak, onun kendi rızasıyle verdiği şey helaldir. Kendinize zulmetmeyiniz. Allah'ım tebliğ ettim mi?"
  
Kendisini pür-dikkat dinleyen yüzbinlerce müslüman, hep bir ağızdan ,,Evet; tebliğ ettin, vazifeni yaptın!" diye bağırdılar. Bunun üzerine Peygamberimiz: ,,Allah'ım şahid ol!.." dedi ve devesini sürüp yürüdü.
   Hanımlar!
Peygamber Efendimiz Hazretleri'nin bu tarihî konuşmasını -o zaman hoparlör olmadığı için- ashabtan yüksek sesli Ümeyye oğlu Rabia tekrar ediyordu. Yüzbinlere hitap eden Peygamberimiz, bu konuşmasıyle adeta İslam dininin özetini veriyordu.    Şöyle ki:
  1 -Allah'ın birliğini, her şeyin O'nun emir ve iradesine bağlı bulunduğunu, yalnız O'na ibadet edilmesi lazım geldiğini anlatıyor;
   2 -Peygamberimiz, (23) senelik çalışmasının bilançosunu çiziyor, mücahedesinin semeresini görmüş oluyor;
   3 -Peygamberimiz konuşmasına, ,,Ey müslümanlar!" hitabiyle değil de, ,,Ey insanlar!" nidasiyle başlamış olmasıyla peygamberliğinin yalnız Arap yarımadasına ve yalnız bir millete ait olmayıp, bütün dünyaya, bütün milletlere şâmil olduğunu
göstermiştir;
   4 -Herkese mülkiyet hakkı tanımış ve mal emniyeti vermiştir;
   5 -Faiz müessesini kökünden yıkmıştır;
   6 -İslam hukukunun gelmesinden sonra, artık hukuk sistemlerinin yıkılmış olduğunu ifade etmiştir;
   7 -Emanete riayet edilmesini emretmiştir;
   8 -Günahların her türlüsünden sakınılmasını tavsiye etmiştir;
   9 -Tefrikaya düşmenin aslında kâfir işi olduğunu anlatmıştır;
   10 -Kadın ve köle haklarına son derece riayet edilmesine tavsiye etmiştir;
   11 -İnsanların kanun karşısında eşit olduklarına işaret etmiştir;
   12 -İnsanları kurtuluş ve yükselişe götüren yolun, ancak, Kur'an ve sünnet yolu olduğunu bildirmiştir;
   13 -İslam dininin tamam olduğuna, kendi vazifesinin bittiğine ve dünyadan ayrılacağının çok yakın olduğuna işaret etmiştir.
   Cenab-ı Hakk cümlenizi, kendisine hakkıyla kul olan ve son Peygamberleri Hz. Muhammed'e layıkıyle ümmet olan kullarından eylesin! (Amin!)

VELHAMDÜ LİLLAHİ RABB'İL-ÂLEMİN!..
 

Cemaleddin Hocaoğlu (Kaplan) {R.A.}