|

BAŞLARKEN
Varlık âlemi:
Âlem demek, Allah'tan başka her şeyin bütünü demektir. ,,Kâinat" kelimesi
de aynı manadadır. ,,Âlem" veya ,,kâinat" denince; canlı-cansız,
aşağıdakiler-yukarıdakiler, her şey içine girer ve mahlukatın hepsini içine
alır. Ve her şeyiyle âlem, sonradan olmadır, sonradan yaratılmıştır. Bir
zaman vardı ki, âlemden eser yoktu, hiç bir şey yoktu; ne canlı ne de
cansız, ne yer ne de gök, hiç bir şey...Yalnız Allahü Azimüşşan vardı.
Allah; kendisi bilinsin, kendisine kulluk edilsin diye, varlık âlemini
yarattı. Canlıları ve bu arada melek, cin ve insan gibi sorumluları meydana
getirdi. Yüce Mevlâm'ız, bu gerçeği Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatır:
,,Ben cinleri ve insanları da başka bir iş için değil, (beni
bilmeleri ve) bana kul olmaları için yarattım."
Âlem ne
zaman ve nasıl yaratılmıştır?
Bu soruya kesin ve net cevap vermek bizim için mümkün
değildir. Bu âlemin, her şeyiyle sonradan olduğuna, sonradan yaratıldığına
dair ayet ve hadislerin sayısı çoktur. Fakat ne zaman ve ne şekilde
yaratıldığına, yaratılırken ne gibi safhalar ve devirler geçirdiğine dair
rakam vermek, kesin konuşmak mümkün olmaz. Bu hususlara dair ayetler de yok
değildir, vardır. Ancak bu ayetlerin manaları o kadar derin ve engindir ki,
kesin bir surette açıklamak bugün için kolay değildir. Belki, bu kabil
ayetleri zaman tefsir edecektir.
Melek
Varlık âleminde melek, cin, insan ve hayvan adları altında debelenen,
hareket eden birtakım canlı varlıklar vardır. Melekler nuranî varlıklardır,
nurdan yaratılmışlardır. Onlarda erkeklik ve dişilik düşünülemez. Yemezler
ve içmezler. Sayıları o kadar çoktur ki, orasını ancak Allah bilir.
Kendilerinden günah meydana gelmez; itaatkâr ve şerefli varlıklardır.
Kendilerine verilen her vazifeyi hakkıyla yerine getirirler.
Cinler narî varlıklardır, nardan yaratılmışlardır. Asıl mayaları, hamur
ve çamurları ateştir. Yaratılış tarihleri insanlardan öncedir. Kur'an-ı
Kerim bu gerçeği şöyle anlatır:
,,Cin taifesini de evvelce dumansız ateşten
yaratmıştık." 
Cinler; insanlar gibi yerler, içerler, yaşar ve ölürler. Bir kısmı
müslümandır, bir kısmı da kâfirdir. Şeytanlar ise tamamen kâfirdirler.
Onların içinde müslüman olanları yoktur. Onlar İblisin öleceği güne kadar
yaşarlar. Kuvvetli bir görüşe göre, şeytanlar da bir nev'i cinlerden
sayılmaktadırlar.
Sonra hayvanlar, daha sonra da insanlar yaratılmıştır. Hayvanların nasıl
ve neden yaratıldıklarına dair elimizde kesin delil yoktur, bilemiyoruz.
Fakat, insanların neden ve nasıl yaratıldıklarını biliyoruz. Şöyle ki:
Allahü Teala, gökleri ve yeri yarattıktan sonra meleklerden bir bölük
yaratmıştır. Bu arada cin taifesini de yaratmıştır. Adem {a.s.) insanların
babası olduğu gibi, ,,Can" da cin taifesinin babasıdır. Adem (a.s.)
topraktan, Can ise ateşten yaratılmıştır. Rivayete göre Cenab-ı Hak,
melekleri göklerde, cinleri de yeryüzünde iskân etmiştir, yerleştirmiştir.
Cinler rahat durmadılar; birbirlerini çekemez oldular. Aralarında kavgalar,
gürültüler koptu. Katil ve cinayetler oldu. Bunları terbiye etmek,
cezalandırmak gerekiyordu.
Bunun üzerine Cenab-ı Hakk, gökten melekler gönderdi. Meleklerin başında
da İblis bulunuyordu. Azgınlaşan cinleri cezalandırdılar, onları sağa-sola
sürdüler. Allah İblise yeryüzünün saltanatnı da verdi. Gökyüzünün
saltanatını da vermişti. Cennetin idaresi de İblis'te idi. İblis aynı
zamanda melekterin başkanı ve ilimce de onlardan ileri idi. İbadetini bazen
yeryüzünde, bazen de gökyüzünde bazen de cennette yapardı. Ayak bastığı yer
yoktur ki, orada Allah'a secde etmemiş olsun!.
İşte bütün bunlar kendisinde kibir ve gurur meydana getirdi, kendisini
beğendi, böbürlendi ve kabardı. Ve şöyle dedi: ,,Ben ne kadar üstün ve ne
kadar şerefli bir varlığım ki, bütün bu yüksek makam ve mevkiler bana
verilmiştir. Ben bütün meleklerden de üstünüm!.."
İlahî adalet yerini buldu, elinden her şey alındı, kibir ve gururunun
cezasını buldu. Çünkü Cenab-ı Hakk, kendisini beğenenleri kolay kolay
affetmez. Bir kuluna verdiği nimeti, o kul kendisine, kendi üstünlüğüne mal
ederse, Allah, o nimeti onun elinden alır ve üzerinde bulunduğu halini
değiştirir. Allah'ın adeti böyledir. Kur'an'-ı Kerim'de Cenab-ı Hakk bu
adetini ilan etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
,,Bir millet, üzerinde bulundukları hali değiştirmedikçe
(niyetlerini bozup kendileri bozulmadıkça) Allah, onların halini
değiştirmez (verdiğini ellerinden almaz)." Bir hadis-i şerif
de mealen şöyledir:
,,Allah için alçak gönüllü olanları Allah, derece derece
yüceltir, yükseklerin yükseğine çıkarır. Kibirlenenleri de derece derece
indirir, tâ esfel-i safiline kadar alçaltır." 
Allah'ın adaleti İblis'i affetmedi. Artık rütbesini
sökme, başkanlık koltuğundan düşürme, kibir ve gururunun cezasını verme
zamanı gelmişti. İşte bu zamanda Cenab-ı Hakk, İblis'e ve beraberindeki
meleklere hitaben şöyle buyurdu:
"Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım!"
(O sizin yerinize geçecek, benim halifem olacak, benim adıma icraatta
bulunacak, dünya işlerini yürütecek). İblis ve mahiyeti buna şu karşılığı
verdiler: ,,Ya Rabb'i nasıl olur? Fesat çıkaranlar, kan dökenler halifeliğe
lâyık mıdır? Böylelerini halife mi tayin edeceksin?!.
Biz ise Seni tesbih ediyor, Seni takdis ediyoruz!" Bunun üzerine Allahü
Teala şu cevabı verdi: ,,Sizin bilmediğiniz
hikmet ve maslahatı ben bilirim!"
Sonra her şeye kadir olan ve
herşeyi hakkıyla bilen Yüce Allah, ilk insan Hz. Adem'i ruhiyle, bedeniyle
yarattı. Bedenini
topraktan, toprağın geçirdiği safhalardan yarattı ve mahiyetini
bilemediğimiz ruh denen unsuru da Adem'in bedenine üfleyerek ayağa kaldırdı
ve harekete geçirdi. Bu suretle ilk insan
yaratılmış, halife tayin edilmiş oldu. Artık herkesin, onun
halifeliğini, büyüklüğünü tanıması,
kabul etmesi, hürmet ve
tazimde bulunması zamanı gelmişti. Yüce Allah, İblis de içlerinde bulunmak
üzere, meleklere şöyle bir emir verdi:
Adem'e secde edin!",
yani onun
halifeliğini, onun büyüklüğünü tanıyın. O, sizin de büyüğünüzdür,
efendinizdir. O, sizden daha âlimdir, sizin bilemediğinizi o bilir.
Meleklerin hepsi, yüce Allah'ın bu yüce emrine uyarak
secdeye vardılar. Adem (a.s.)'ın
halifeliğini kabul ve tasdik ettiler, O'na lazım gelen saygıyı gösterdiler.
Fakat İblis bir türlü yanaşmadı, gurur ve kibirini
yenemedi. Herkes secdeye giderken o, dimdik
ayakta kaldı. Şeytanlığını gösterdi ve
şeytanlaştı. Varlık âleminde yüce Allah'ın yüce
emrine karşı ilk isyan bayrağını çekti ve kâfirlerden oldu. Hem de
kendisine, ,,Niye böyle yaptın?"
diye sorulduğunda cevaben:
,,Ya Rabb! Nasıl olur bu?!. Ben Adem'den
hayırlıyım, ondan üstünüm. Zira Sen beni ateşten,
onu çamurdan yarattın!" diyerek yanıldı ve cehlini ortaya koydu.
Bunun üzerine Cenab-ı Hakk, hem kel hem de fodul olan
İblis'i lanetledi ve cennetten kovdu.
Hz. Adem (a.s.) artık Hilâfet tahtına oturmuş,
Hilâfet tacını giymişti. Her gittiği yerde tanınıyor,
her şey tarafından selamlanıyordu. Fakat bir şeyi
eksikti. Eksik olan da bir hayat arkadaşı idi.
Kendi cinsinden kendisine bir eş lazımdı.
Onunla ünsiyet edecek, onunla yalnızlığını giderecekti.
Buna cidden ihtiyaç vardı.
İşte bu ihtiyaca binaen Havva validemiz yaratıldı.
Hem de Adem babamızın sol kaburga kemiğinden. Adem (a.s.),
uyku ile uyanıklık arasında bir ruh haleti içinde idi ki, bu yaratılışı
hissetmedi bile. Uyanınca, yanıbaşında Havva validemizi
görür. Ona, ,,Sen kimsin?" diye sorar.
Havva cevap verir: ,,Ben senin
hanımınım! Allah beni sana arkadaş,
sana eş olmak üzere yarattı. Ben senin yalnızlığını gidereceğim, sen de benim
yalnızlığımı gidereceksin, bir arada yaşayacağız!"
dedi.
Bundan sonra Cenab-ı Hakk, Hz. Adem (a.s.)'a şöyle buyurdu:
,,Sen de hanımın da cennette oturunuz!
Cennetin her meyvesinden istediğiniz kadar
yiyiniz. Fakat şu ağaca yaklaşmayınız! Sonra zalimlerden olursunuz,
kendinize yazık edersiniz."
İblis, Adem ile Havva'nın cennetteki
mevkilerini, nimetlerini görünce, hisleri kabardı, onları çekemedi,
başlarına çorap örmeyi düşündü ve onları cennetten attırmanın çarelerini
aradı. Hile yollarına başvurdu. Cennetin kapısına
yaklaşarak Adem ile Havva'ya seslendi ve dedi ki,
,,Rabb'iniz sizi o ağaçtan yemenizden niçin men etti biliyor
musunuz? Çünkü siz o ağacın meyvesinden yerseniz, melekleşeceksiniz veya
cennette temelli kalıp çıkmayacaksınız. Zira bu ağaç
hayat ağacıdır. Bundan yiyen cennette ebedî
kalır. Allah ise sizin cennette ebedî kalmanızı istemiyor..."
Adem (a.s.), şeytanın bu sözüne kulak
asmadı ve inanmadı. Sonra şeytan, kendisinin doğru
söylediğine yemin-kasem etti ve kendileri için öğüt ve nasihat eylediğini
söyledi. Bunun üzerine Havva validemiz ile Adem
babamız -yalan yere yemin olmaz-diyerek o yasak ağacın meyvesiden yediler.
Şeytan, bu suretle onların ayağını kaydırdı, cennet
ve nimetlerinden uzaklaşmalarına sebep oldu.
Hatta üzerlerindeki cennet elbiseleri bile soyuldu ve Allah'ın emriyle her
ikisi de yeryüzüne indirildi. Rivayete göre, Adem
Hindistan'a, Havva da Cidde'ye indirildi. Sonra
bunlar hatalarından dolayı, tevbe ve istiğfarda bulundular, ağlayıp gözyaşı
döktüler. Zaman sonra Cenab-ı Hakk, onların tevbe ve dualarını
kabul
ederek -rivayete göre- onları Arafat dağında birleştirdi.
İşte bu şekilde ilk kadın olan Havva validemiz, dünya
hayatına gelmiş oldu.
Kadınlığın tarihi onunla başladı. Adem ile
Havva'nın birleşmesinden bir çok erkek ve kız
çocuklar meydana geldi ve yayıldı.
Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur:
,,Ey insanlar!
Rabb'inizden korkun ve korunun. Çünkü Rabb'iniz
sizi tek bir candan (Adem'den) yarattı, eşini de ondan halk etti ve
ikisinden erkek-kadın çok insan meydana getirdi ve dünyaya yaydı."

Kadın
Havva
validemizle başlayan kadınlık tarihinde o gün bugün milyonlarca kadın
meydana gelmiştir. Bundan sonra kıyamete kadar
da milyonlarca kadın dünyaya gelecektir. Kadınlar içerisinde değerli,
yararlı, hürmete layık, eli öpülecek, melekleşmiş
hanımlar varolduğu gibi, değersiz, yararsız, zararlı, şeytanlaşan kadınlar
da yok değildir.
Değer ölçüsü dindir; Allah'ın kanunudur.
Dinin değerli dediği, güzel dediği değerlidir, güzeldir;
değersiz dediği, çirkin addeddiği de değersiz ve çirkindir. Sağlam
aklın, sağduyunun kabul
ettiği de bundan başkası değildir. Fakat devirden
devire, milletten millete kadının değer ve kıymeti değişik şekiller
almıştır. Şöyle ki:
Allah'ın gönderdiği dinden zaman zaman sapan millet ve toplumlar arasında
zaman olmuş ki, kadın, yerini kaybetmiş, hor görülmüş, insanlık haklarından
mahrum bırakılmıştır. Zaman olmuş ki, kadına haddinden
fazla değer verilmiş, hakkından fazla hak tanınmış ve şımartılmıştır.
Ve yine zaman olmuş ki, kadın, erkeğe eşit sayılmış,
tahammülünden fazla görev verilmiştir. Bu suretle
onun yaratılışına karşı çıkılmış ve nihayet huzursuz edilmiştir.
Mesela:
Hindistan'da:
Hindu dininde, Hindu şeriatında kadın
hakkında şu fikir ileri sürülmüştür: ,,Veba,
ölüm, cehennem, zehir ve yılan kadından üstündür. Yani
kadın, bunlardan daha kötüdür."
Tabii bu çok yanlıştır. Allah'ın (c.c.)
gönderdiği dine, dinî ölçülere asla uymaz ve sığmaz.
Tevrat'ta:
Uydurma olan Tevrat da Hindu dininden geri kalmamıştır. Tevrat'ta şöyle
yazılı:
,,Hikmet ve aklı bulmak için, şerrin nasıl bir cehalet olduğunu,
ahmaklığın nasıl bir delilik olduğunu bilmek için döndüm dolaştım, bu arada
kadını ölümden daha acı buldum. O kadın ki, kendisi bir tuzak, kalbi kement,
elleri ise kelepçedir. Bin erkek içerisinde işe yarar bir erkek buldum,
fakat bin kadın içerisinde işe yarar bir kadın bulamadım."
İtalya'da:
Bir vakitler Roma şehrinde büyük bir toplantı yapılır. Bu toplantıda
kadın ele alınır. Kadının müzakere ve münakaşası yapılır. Sonunda şu karara
varılır:
,,Kadında ruh yoktur, kadın ruhsuzdur. Ruhsuz olduğu için de ahirette
dirilmeyecektir. Kadın murdardır. Et yememesi, gülmemesi, hatta konuşmaması
lazımdır. O, vakitlerini hizmetçilikle geçirecektir."
Konuşmaması için, kadının ağzına kilit bile vurmuşlardır. Sebep de:
,,Kadın şer aletidir. İnsanları azdırmak için, şeytan onu kullanır. Kadın
şeytanın aletidir..." şeklinde düşünceleridir.
Fransa'da:
Fransa'da miladî 586 yılında yapılan bir toplantıda kadından
bahsedilir. ,,Kadın insan mıdır, değil midir?" diye münakaşa yapılır ve
nihayet kadının insan olduğuna ve fakat erkeğe hizmet etmek üzere yaratılmış
bulunduğuna karar verilir.
İngiltere'de:
İngiltere'de ise, Sekizinci Henri'nin verdiği bir kararla
kadınların kutsal kitapları okumaları yasak edilmiştir. Keza 1850
senelerinde İngiltere'de çıkarılan bir kanunla kadının vatandaşlık haklarına
sahip olmadığı, şahsî herhangi bir hukuku bulunmadığı, hatta sırasında
elbisesine bile sahip çıkamıyacağı ilan edilmişti. 
Arap Yarımadasına gelince:
Cahiliyyet devrinde Arabistan'da kadının hali daha da perişandı. Kadın
değerini kaybetmiş, şerefini yitirmişti. Kadın zevk âleti kabul ediliyor,
eşya gibi pazarlarda satılıyordu. Çok kadınla evlenmenin bir sınırı yoktu.
Kişi karısını istediği zaman boşar, istediği zaman öldürürdü. Hiç bir kimse
çıkıp da ona, ,,Sen niçin böyle yapıyorsun? Bu, günahtır, haksızlıktır!.."
diyemiyordu.
Kız çocuklarının hali daha da feci, çok daha korkunçtu. Bu çocuklar hor
görülür, diri diri toprağa gömülürdü. Hz. Ömer (r.a.) gibi akıl ve dirayet
sahibi bir insan bile -müslüman olmadan önce-gerçeği göremiyor, bu gibi kötü
adetlerin tesiri altında kalıyordu. Kendi eliyle kızının mezarını kazıyor,
masum yavrusunu diri diri toprağa veriyordu. Mezarını kazdığı birsırada
kızının, Babacığım! Yoruldun, terledin, otur da alnının terini bir şileyim"
şeklindeki sözleri bile Ömer'e tesir edemiyor, onun babalık şefkatini
harekete getiremiyordu. Onu yürekler acısı bu hareketinden, melek gibi kız
çocuğunu toprağa gömmekten alıkoyamıyordu.
Hz. Ömer, müslüman olduktan sonra bu manzarayı şöyle anlatırdı:
İki şey vardı ki, bunlardan biri hatırıma geldikçe hayretler eder ve
gülerim. Diğerini de hatırladıkça üzülür ve ağlarım. Birincisi şu: Annemiz
bize helva pişirirdi. Biz bu helvadan put yapar ve ona
tapardık, ona ibadet ederdik. Acıktığımız zaman onu
yerdik. Bu hal ne şaşılacak şeydi?!. Biraz
önce ilâh kabul
ettiğimiz, saygı duyup ibadet ettiğimiz bir şeyi, biraz sonra midemize
indiri verirdik. Bunu neye dayanarak yapardık, bilemem!
İkincisi: Kız çocuklarını, bu suçsuz yavrularımızı diri diri toprağa
gömmemizdi. Bunu nasıl yapardık, bilemem?
Hatırıma geldikçe yüreğim parçalanır!.."
İslam'da:
Şimdi hanım kardeşlerime şunu
söyleyebilirim: İşte âlem böyle iken, böyle bir âlemde durumunuz perişan
iken İslam dini geliyor, bu dinin büyük Kitab'ı Kur'an geliyor, Kur'an-ı
Kerim'i tebliğe memur edilen Hz. Muhammed (s.a.v.) geliyor.
Kadının da insan olduğunu, Allah'ın kulu olduğunu, dinî
sorumluluk taşıdığını, erkekler gibi dindar olabileceğini, ibadet yapması
lazım geldiğini, ahirette dirilip hesaba çekileceğini ilan ediyor,
dolayısıyla hak ve hürriyete sahip olduğunu bildiriyor.
Hanımlar! Mübarek dinimizin beyanına göre,
sizler eşya değilsiniz, hayvan değilsiniz, şeytanın eseri değilsiniz,
erkeklerin köleleri, hademeleri değilsiniz.
Sizler insan türündensiniz ve insansınız. İnsan
neslinin üremesinde, yayılmasında, yaşamasında ve devamında rolü olan iki
unsurdan birisiniz. Erkekler baba iseler sizlerde
annelersiniz. Bu gerçekleri Kur'an-ı Kerim şöyle anlatır:
,,Ey insanlar! Rabb'inize karşı gelmekten sakınınız. O Rabb ki, sizi
bir tek şahıstan yarattı. Eşini de o şahsın bir parçasından meydana getirdi,
ikisinin birleşmesinden de sayıları çok erkek ve kadınları (dünyaya)
yaydı." 
Yukarıda da gördüğümüz gibi bazı milletler sizlere din hürriyeti, vicdan
hürriyeti, mülk edinme hürriyeti tanımazlarken, dinî eserleri okumayı bile
sizlere yasak ederlerken, İslam dini ne yapmış? Erkeklere tanıdığı vicdan
hürriyetini, din hürriyetini sizlere de tanımıştır. Onlara hayat hakkı,
mülkiyet hakkı tanıdığı gibi sizlere de bunları tanımıştır. Erkeklerin,
salih ve güzel amel ve ibadetlerinin mükâfat ve sevaplarını görebilecekleri
ve cennete girebilecekleri gibi, sizlerin de aynı şeylere sahip
olabileceğinizi, cennete girebileceğinizi de bildirmiş ve beyan etmiştir.
Kur'an-ı Kerim şöyle anlatır:
İmanlı erkek ve kadından kimler güzel amel işlerse, işte onlar
cennete girecekler ve işte onlar en ufak haksızlığa uğratmayacaklardır." 
Yine mübarek dinimize göre; erkekler iman nuruna, İslam şerefine
erebilecekleri, güzel sıfat ve temiz ahlaka sahip olabilecekleri gibi, aynı
nura sizler de sahip olur, aynı şerefe ulaşabilirsiniz, temiz ve güzel
vasıflarla süslenebilirsiniz, ahlakî fazileti taşıyabilirsiniz. Bakınız
Kur'an-ı Kerim her iki tarafı da aynı sıfatlarla sıfatlandırıyor, övüyor,
aynı hükme bağlıyor ve şöyle diyor:
Müslüman olan erkek ve kadınlar, imanlı olan erkek ve kadınlar, itaat
eden erkek ve kadınlar, doğru sözlü olan erkek ve kadınlar, sabırlı olan
erkek ve kadınlar, gönülden bağlanan erkek ve kadınlar, sadaka veren erkek
ve kadınlar, oruç tutan erkek ve kadınlar, namuslarını koruyan erkek ve
kadınlar, Allah'ı çok anan erkek ve kadınlar var ya, işte Allah bunların
hepsine mağfiret (günahlarını bağışlama) ve büyük ecir (cennet ve cemalini
göstermeyi) hazırlamıştır." 
Yine İslam'a göre; erkekler gibi sizler de mesulsünüz, sorumluluk
taşımaktasınız. Erkeklerin vebal ve sevapları kendilerine ait olduğu gibi,
sizlerin de vebal ve sevabınız kendinize aittir. Bir erkeğin kötülüğünden
sizler sorumlu olmayacağınız gibi, onların iyilikleri de sizlere fayda
vermeyecektir. Kur'an-ı Kerim Nuh Peygamber ile Lût Peygamberin kâfir olan
karılarına, kocalarının peygamber olmaları fayda vermediğini, Firavun'un
küfrünün de imanlı olan karısına zarar vermediğini örnek göstererek şöyle
anlatır:
Allah, inkâr edenlere, Nuh'un karısı ile Lut'un karısını misal
gösterir: Onlar kullarımızdan iki iyi kulun nikâhında iken onlara karşı
inkârlarını (imansızlıklarını) gizlemişlerdi. Dolayısiyle bu iki kadına
gelen (azabı) kocalarının (peygamberliği) giderememişti. Ve bu iki kadına
,,Girenlerle birlikte siz de ateşe girin dendi." 
Bu ayet-i celile gösteriyor ki; Bir kimsenin kendisinde İman olmasza, o
kimse, şerefli bir soydan gelse de, peygamberin yakını veya karısı olsa da
bunlar kendisine hiçbir fayda vermez; Onu Allah'tan gelen azaptan
kurtaramaz, akibet, cehennemin ebedî azabını boylar.
,,Allah, imanlılara da Firavun'un imanlı
karısını örnek gösterir: O (kadın), Rabb'im! Katından cennette bana bir ev
yap; beni Firavun ve onun işlediklerinden kurtar; beni zâlim milletten
kurtar demişti." 
İşte bakınız! Ne büyük şahsiyet! Ne büyük fazîlet ve ne büyük hanım!..
Bir hükümdarın sarayında bulunuyor. Dünya varlıklarının hepsi tamamen,
dünyanın ziynet ve nimetlerinden hiçbirisi eksik değil. Kendisi de kraliçe;
şânı var, şöhreti var, hizmetçileri etrafında dönüp dolaşıyor.
Bütün bunların içinde tatlı ve zevkli bir hayat yaşaması, eğlenceli
günler geçirmesi lazım gelirken ne yapıyor? Bunların hiçbirisine kıymet
vermiyor, bel bağlamıyor, güvenmiyor. Hepsinin geçici şeyler olduğunu
düşünüyor. Kocasının ve etrafının küfür ve imansızlıklarından dert yanıyor;
Allah'a yalvarıyor: İmansız kocasından ve onun zalim milletinden kurtulması
için dua ediyor.
Çünkü biliyor ve inanıyor ki, iman ve güzel amel olmadıkça saltanatın da,
kraliçe olmanın da bir faydası yoktur. Bunlar gölge şeylerdir, geçici
şeylerdir. İnsanı dünya bedbahtlığından, ahiretin ebedî ve sonsuz azabından
kurtaracak ve koruyacak değildir. Üstelik; kocasının, o azılı kâfirin baskı
ve işkencelerine uğruyordu. Fakat bütün bunlara rağmen imanından zerre
kaybetmiyor, imanı uğrunda canını tehlikeye atıyordu. Allah kendisinden razı
olsun!
Aziz dinimiz, söz ve ahid almakta, verilen söz ve ahde itibar ve itimat
etmekte erkekle kadın arasında bir fark gözetmemiştir. Dini ve onun
vecibelerini kabul edip yapacaklarına, günahlardan sakınacaklarına dair,
Peygamberimiz, erkeklerden söz ve ahit almış olduğu gibi, kadınlardan da söz
ve ahit almıştır. Kur'an-ı Kerim bu gerçeği de şöyle anlatır:
,,Ey Peygamber! Mü'min olan kadınlar, sana gelip de Allah'a birşey
ortak koşmayacakları, hırsızlık yapmayacakları, zinada bulunmayacakları,
çocuklarını öldürmiyecekleri, elleriyle ayakları arasında bir bühtanla
(iftira ile) gelmiyecekleri ve asla mâruf (ve meşru) herhangi bir
hususta âsi olmayacakları üzerine ahit (ve söz) verdiklerinde artık
sen de onlar ile muahede yap (onların verdikleri sözlerine itimat ederek
anlaşmada bulun) ve onlar için Allah'tan mağfiret dile! Şüphe yok ki,
Allah Gafurdur, Rahîmdîr." 
Yine yukarıda gördük ki; zaman olmuş, kadın, hor görülür, alçak sayılır,
günlük işlere karıştırılmaz, mühim işlere yanaştırılmazdı. Kur'an gelince,
kadını da eşit saymış; veli ve vâsi olmada, vekâlet almada, havale vermede,
ticaret yapmada selâhiyet tanımış, emr-i mâruf, nehy-i münkerde (öğüt ve
nasihat vermede, ikaz ve irşatta) söz hakkı vermiştir. Bu hususu da Kur'an-ı
Kerim şöyle anlatır:
,,İman sahibi olan erkeklerle kadınlara gelince: Bunların bazıları
bazılarının velîleridir. Mâruf olan (güzel olan) şeylerle emrederler,
münkerden (kötü ve çirkin olan şeylerden) de menederler. Namazı
dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve Allah ile O'nun Resulü'ne itaat
ederler, işte bunlara elbette Allah merhamet edecek. Şüphe yok ki, Allah
aziz ve hakimdir."
Bilhassa Arap yarımadasında kadına hayat hakkı tanınmamıştı. Kız
çocukları öldürülür, diri diri toprağa verilirdi. Güzel dinimiz, kadına da,
kız çocuklarına da hayat hakkı tanımış, yaşamlarını güven altına almıştır.
Kur'an-ı Kerim bu babda şöyle diyordu:
,,Ve fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz. Onların da
sizlerin de rızkını veren biziz. Şüphe yok ki, onları öldürmek büyük bir
cinayettir." 
Yine bir zamanlar kadına mirastan hak tanınmazken, mübarek dinimiz,
kadına bu hakkı tanımış, mirasdaki hissesini tayin etmiş ve şöyle demiştir
Ebeveynin ve akrabanın geride bıraktıkları (mirasda) erkeklere
bir pay vardır. Anne ve babalarının ve akrabalarının geride bıraktıkları
(mirasdan) kadınlara da bir pay vardır." 
Cahiliyet devri Araplar'ı ne yaparlardı? Kadınları da mal kabul edip,
haklarında ona göre muamele yaparlardı. Mesela: Baba öldü mü, oğul gelir,
elbisesini babasının karısı üzerine atar; babasının malına varis olduğu
gibi, hanımına da varis olurdu, isterse kendine nikâh eder, isterse para
karşılığı bir başkasına satardı. İslarn Dini gelince bu haksızlığı da
ortadan kaldırdı. Buna dair Kur'an-ı Kerim şöyle der:
,,Ey iman edenler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helal
olmaz!.." 
Babalarınızın nikâh ettiği kadını kendinize nikâh etmeyin!.." 
Bir de cahiliyet devri Araplar'ı, cariyelerini, gençlerini fuhşa, zinaya
mecbur eder, bu yolla para kazanırlardı. Dinimiz bunu da yasaklamış ve şöyle
demiştir:
Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için, namuslu yaşamak
isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın!.." 
İşte bütün bunlar gösteriyor ki, Allah'a kul, Peygamber'e ümmet olmak
üzere yaratılan kadın, zaman olmuş ki, hak ve değerini kaybetmiş, haksızlığa
uğramıştır, zaman olmuş ki, kendisine hakkından fazla hak tanınmış,
haddinden fazla değer verilmiş ve şımartılmistir. Bir cümle ile: Hak dinden
uzaklaşan insanoğlu, kadın hakkında ya çok ileri gitmiş veya çok geri
kalmıştır.
Bereket versin ki, hak din ve hak dinin son Kitab'ı Kur'an-ı Kerim,
kadının imdadına yetişmiş, onun layık olduğu mevkiini tarif etmiş, hak ve
selahiyetını tayın etmiş, rütbesini göstermiştir Bundan böyle mûslüman olan
bir kadın, İslam topluluğu içinde, artık ne hor görülüp haksızlığa
uğrayacak, ne de haddini asşıp şımaracaktır Allah'a kul, Peygamber'e ümmet
olarak şerefli mevkiini alacak, çocuk yetiştirmede ve onları terbiyede
vazifesini devam ettirecektir. Ve nihayet bu suretle o, hem dünyasını mamur
etmiş olacak, hem de ahîrelte Allah'ın cennet ve cemalini kazanmış
bulunacaktır.
MEŞHUR KADINLAR
Şimdiye kadar, milletlerin ve devirlerin kadınlar
hakkındaki değer ölçülerini gördük. Dinden, dinî hayattan uzak kalan millet
ve cemiyetlerde kadın mevkiini yitirmiş, değerini kaybetmiş, hali çok
perişandı Hazret-i Adem'le başlayan ve bütün peygamberler tarafından
anlatılan hak din. onların imdadına yetişmiş, en son olarak da Kur'an-ı
Kerim gelerek kadına layık olduğu çok serefli mevkii vermiş ve, Cennet
annelerin ayaklan altındadır!" diyerek onun bu şerefini dünyaya ilan
etmiştir. Bu hususu da söylemiştik.
Bundan sonra, ilim ve irfanlarryle, ahlak ve faziletleriyle meşhur olan,
örnek olan hanımların binlercesinden sadece bir kaçını göreceğiz:
1 -Sâre Hanım:
Sâre, Hz. İbrahim'in hanımıdır. İshâk Peygamberin de annesidir. Doksan
yaşında iken oğluna gebe kalmıştır. Kur'an-ı Kerim'de kendisinden
bahsedilir. Şöyle ki:
Lût Peygamberin kavmi, pek azı müstesna, imana gelmemişti. Üstelik çok
çirkin hareket ederlerdi, kadınları bırakıp erkeklerle düşüp kalkarlardı.
Dolayısıyla azabı hak etmişlerdi. Cenab-ı Hakk onları helak etmek,
memleketlerini alt-üst edip onları yerin dibine geçirmek için Cebrail'in
başkanlığında bir kaç melek gönderdi. Bunlar ilk önce Hz. İbrahim'e
uğradılar.
Zaten misafirperver olan Hz. İbrahim, genç delikanlı şeklinde gelen bu
misafirlere çok alâka gösterdi, iltifatta bulundu. Hemen eve koşup gayet
semiz bir dana keserek kebap halinde bunlara takdım etti ve önlerine koydu,
..Buyurun! Yemez misiniz?!" dedi, Fakat hiçbiri buna el uzatmadı. Bunun
üzerine İbrahim'in içine korku düştü, bunlardan işkillendi. Belki de onların
melek olduklarını sezerek, azap için gelmiş olma ihtimalini düşünerek
korktu. Hz İbrahim'in bu halini gören melekler.
- Ya İbrahim, korkma! Sana müjde getirdik, bir oğlun doğacak, hem de âlim
ve halîm olacak, dediler.
Perde arkasında bulunan ve bu müjdeyi duyan Sâre Hanım, kendini
tutamıyarak gulüverdı, elini yüzüne çarptı ve ,,Bu, ne acayip şey? Nasıl
olur? Ben doksan yaşında ihtiyar kısır birkadınım! Böyle olan bir kadın
nasıl olur da çocuk doğurur?!. İşte kocam! O da
ihtiyar olmuş!.." dedi Melekler:
- Evet, öyle ama! Bu, Allah'ın emri! Sen Allah'ın emrinden hayret mi
ediyorsun? Allah'ın rahmet ve bereketleri üzerinize olsun, dediler.
Evet, hanımlar! Her şey Allah'ın elindedir. Dilerse çok ihtiyar
bir kadından da çocuk meydana getirir. Bunda hayret edilecek veya uzak
görülecek bir taraf yoktur. Öyle olmuş; doksan yaşındaki anne ile daha yaşlı
olan babadan İshak adındaki çocuk doğmuş ve peygamber olmuştur. Hikmet ve
ibret dolu olması dolayıslyle bu meseleye Kur'an-ı Kerim'in bilhassa ,,Hûd"
ve ,,Vezzariyat" surelerinde yer verilmiştir.
2
- Hacer Hanım:
Hacer de Hz. İbrahim'in hanımıdır. Sâre, Kendisinin çocuğu olmadığı için,
kocası Hz. İbrahim'in Hacer'le evlenmesine musaade etmişti. Hacer, İsmail
adındaki çocuğu doğurunca, Sâre, Hacer'ı ve oğlunu bir nevi kıskanmaya
başladı. Bunun üzerine, Allah'ın da emriyle, Hzr İbrahim, Hacer'le oğlu
İsmail'i alarak Mekke vadisine götürür. O zaman orada şehir falan yok tabii.
Bağ-bahçe yok, ot-ekin yok, su da yok
Hz İbrahim, hanımı Hacer'le oğlu İsmail'i işte böyle bir çöle bırakır ve
geri döner.
Arkasından Hacer ona: Bizi burada bırakıp nereye gidiyorsun?.." diye
tekrar tekrar bağırırsede Hz. İbrahim cevap vermez, yoluna devam eder. Hacer
tekrar İbrahim'e bağırarak
,,Yoksa bu, Allah'ın bir emri mi? Allah mı böyle emretti?.."
der. Bunun üzerine Hz. İbrahim, arkasına dönerek: Evet, Allah'ın emridir!"
diye cevap verir. Bunu duyan Hacer:
,,Öyle ise mesele yok, endişe yok. Bizim burada kalmamıza emir buyuran
Allah'ımız elbetteki bizi burada unutmayacaktır. Rızkımıza da kefildir. Biz
buna inanmışızdır!." der ve çocuğunun yanına
döner.
Hacer çocuğunun yanında kaladursun, biz Hz. İbrahim'i takip edelim:
Hz. İbrahim, hem gidiyor hem de arkada bıraktıkları için dua ediyordu.
Duasında Rabb'isine şöyle yalvarıyordu:
,,Rabbim! Bu beldeyi güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara kul
olmaktan uzak tut. Rabb'im! Bu putlar insanlardan çoklarını saptırdı. Bana
uyan benden, bana karşı gelen kimseyi de sana terk ederim. Sen bağışlarsın,
merhamet edersin, Rabb'im! Ben, çocuklarımdan kimini, namaz kılabilmeleri
için senin kutsal evinin yanında, çorak bir vadide yerleştirdim, insanların
gönüllerini onlara meylettir, şükretmeleri için, onları çeşitli ürünlerle
rızıklandır..." 
Hacer ne yaptı?
Rivayete göre Hacer, beraberlerindeki su bitince çaresiz
kaldı. Ne yapacağını şaşırdı. Su aramaya koyuldu. Ama nerede su bulacak?
Safa tepesi üzerine çıktı, etrafa göz attı, fakat su emaresi göremedi. Merve
tepesine koştu, yine su göremedi. Derenin iki kenarı üzerindeki bu iki tepe
arasında su bulma veya suyun bulunduğu yeri görme maksadiyle yedi tur yaptı.
Bir taraftan da kurt-kuş kapar diye daha süt emme çağında olan minicik
yavrusunun hayatından korkuyordu. Bunun için sağa sola giderken hep koşarak
gidiyordu. Bütün ümitleri boşa çıktı. Büyük bir üzüntü ile biricik
yavrusunun yanına geldi.
Bir de ne görsün: Çocuğunun ayakları önünde su çıkmaya başlamış! Su
gözüküyor!.. Bunu gören anne büyük bir sevinçle,
göl olsun diye çarçabuk, suyun önünü kesiverdi, gitmesine mani oldu.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurur ki: Allah, Hacer'e rahmet etsin, acele
etti, suyun önünü hemen kesi verdi. Böyle yapmasa idi, su akıp gidecek,
akarsu olacaktı!.." 
Hacıların, Safa ile Merve tepeleri arasında gidip gelmeleri ve bu arada
koşmaları, bu tarihî hadisenin ibret verici hatırası olsa gerek.
İşte, bir mucize olarak çıkan bu su, ,,Zemzem
suyudur. Sonraları kuyu halinde devam eden ve yüzbinlerce hacının su
ihtiyacını karşılayan ve yine de bitip tükenmeyen Zemzem"
kuyusunun
tarihi böyle başlamıştır.
Etraftan gelip geçen kervanlar, artık, bu su sayesinde, burada konup
göçüyorlar. Bir kısım insanlar (Cürhümlüler) de burada yerleşip kalıyor ve
anne ile çocuğuna komşu oluyorlar. Zamanla burası daha da şenleniyor, İsmail
de büyüyor, kendisine komşu olan kabileden kız alarak onlara damat oluyor.
İşte, Hz İbrahim'in soyu ile Cürhümlü soyunun birleşmesinden Arap
milleti, bu milletten Kureyş kabilesi, bu kabileden de sevgili Peygamberimiz
Hz. Muhammed (s.a.v.) meydana gelmiş oluyor.
Şurası muhakkaktır ki: Yaratanına sağlam bir iman ve sarsılmaz bir
tevekkülle bağlanan ve her halde O'nun emrine uyan bir insanı, Yaratanı hiç
unutur mu? Unutmaz! Nitekim Hacer'i unutmamıştır. Hiç ummadığı yerden su
çıkartmış, rızıklarını vermiş, onları gelip geçenlere sevdirmiş ve saydırmış
ve nihayet onları hiçbir zaman darda bırakmamıştır. Üstelik, onların soy ve
sopunu çoğaltmış, iki cihan serveri Hz. Muhammed'in de İsmail
Aleyhisselam'ın neslinden gelme şerefini bu aileye nasip etmiştir
3- Asiye Hanım:
Asiye Hanım Firavunun karısıdır. Asiye Hanım,
gerek Kur'an-ı Kerim, gerekse Peygamberimizin sözlerinde yer almaktadır.
Kocası Firavun, tanrılık iddiasında bulunmuş. Asiye ise, Allah'ın birliğine,
Hz. Musa'nın peygamberliğine inanmış, imanı yüzünden kocası zalim
Fıravun'dan türlü işkenceler çekmiş ve nihayet bu yolda ölmüştür.
Asiye Hatunun hikâyesi şöyle başlamıştı:
Görülen bir rüya üzerine
Firavun'a şöyle denmişti: İsrailoğulları'ndan bir çocuk doğacak, senin
devlet ve saltanatını yıkacaktır!.."
Bu haberi alan Firavun, israil soyundan doğan erkek çocukları öldürtmeye
başlar. Her tarafa cellatlar gönderir Cellatların ev ev dolaşarak ele
geçirdikleri çocukları öldürdükleri bir sırada, Hz. Musa'yı annesi
doğurmuştu. Bir müddet gizlice onu emzirdikten sonra, su geçmez bir sandığa
koyarak Nıl nehrine atar. Nil nehri sandığı götürüp Firavun'un sarayının
kenarına dayar. Asiye hatun, bunu görür ve getirir. Sandığı açtırdığında ne
görsün: Nur yüzlü bir bebek! Görünce onu sever ve bağrına basar. Ve, Aman!
Bunu öldürmeyiniz! Büyürde belki işimize yarar. Yahut bunu kendimize evlat
ediniriz!.." der.
Çocuğu emzirmek için birçok süt annesi getirtilir ise de çocuk hiçbirinin
memesini tutmaz. Çocuğun annesi çocuğunu suya bıraktıktan sonra, -anne
ciğeri durur mu?- arkasından hemşiresini gözcü olarak göndermişti. Oğlunun
saraya alındığını ve bir süt annesi arandığını öğrenince kendini süt annesi
olarak tavsiye ettirdi. Asiye Hatun, derhal Musa'nın annesini getirtir,
Musa'ya süt annesi yapar
İşte, bu şekilde Hz Musa, Firavun'un sarayında annesi tarafından
emzirilir ve büyütülür. Ama ne Firavun ne de sarayda oturanlardan hiç biri,
bunun farkında değildir.
Rivayete göre; Hz. Musa, sarayda büyüdüğü bir sırada, bir gün eline
aldığı bir çubuğu Firavun'un başına indirmiş ve başını yarmıştı. Buna fena
halde kızan Firavun, çocuğu öldürmek işlemişti. Asiye Hanım derhal müdahale
etmiş, önüne geçmiş ve kocasına: ,,Ey hükümdar! Kusura bakma! Bu, bir
çocuktur, aklı ermiyor!.. demişti.
Bunun üzerine çocuk imtihana çekilir, önüne bir cevher parçasiyle bir de
ateş parçası konur. Çocuk, -Cebrail'in manevî sevkiyle-ateş parçasını almış
ve ağzına götürmüştü. Yapılan bu denemede Musa'nın çocuk olduğu, aklının
henüz ermediği görülmüş ise de ağzına götürdüğü ateş dilini biraz yakmıştı,
işte Hz. Musa'nın dilindeki pepelik, dilinin biraz yanması sonucu olsa
gerek.
Kur'an-ı Kerim bu ibret verici hikâyeyi şöyle anlatır:
,,Ya Musa, vakta ki, annene bildirilmesi gerekeni bildirmiştik. Şöyle
ki; çocuğu bir sandık içine koyda denize (Nil nehrine) at ve sakın
endişe etme! Deniz onu sahile atsın da benim de onun da düşmanı olan biri
alıversin (sudan çıkartıp yanında beslesin). Hem sana, Ya Musa!
Tarafından bir muhabbet bıraktım ki (herkes seni seviyordu). Hem
benim nezâretimde büyüdün."
Ey Musa! Bir vakit ki, senin hemşiren Firavun'un sarayına gidip
şöyle demişti: Bu çocuğa bakabilecek bir süt annesi bulayım mı? (Onlar
da evet, demişlerdi,) Ya Musa! Seni, artık annene kavuşturduk kî, gözü
aydın olsun da üzülmesin."
Hanım kardeşlerim! Allahü Azimüşşan her şeye kadirdir, isterse
saltanatını yıkaçağı, kendisini helak edeceği bir kimseye bir çocuğu
büyüttürür ve yıkımını o çocuğun eline verir. Gerçekten öyle olmuştur. Hz.
Musa büyür, Peygamber olur, Firavun'u ve kavmini imana çağırır. Deliller,
mucizeler gösterir...
Fakat Firavun ve adamları inanmazlar, imansızlıklarında ısrar ederler.
Üstelik, Hz. Musa'yı ve ona iman edenleri kılıçtan geçirmek isterler ve
bunun için harekete geçip yola çıkarlar. Hz. Musa ve beraberindekilerin
önüne çıkan deniz yarılır ve yol verir. Hz. Musa ve maiyyeti karşı taraftaki
karaya çıktıkları, Firavun ve beraberindekiler de tam denizin dibine
girdikleri bir sırada deniz kapanır ve hepsi boğulur gider.
Fakat, Asiye Hanım, Firavun gibi küfürde diretmedi; Hz. Musa'nın
mucizelerini görünce ona inandı ve iman etti. Firavun gibi azılı bir kâfirin
nikâhı altında olmakla beraber onun kâfirliğine katılmadı. Onun tanrılık
iddiasını reddetti. Kocasının krallığına, sarayın debdebesine aldanıp
imandan vazgeçmedi, hak yoldan ayrılmadı ve Fıravun'un bütün korkunç
işkencelerine rağmen imanından zerre kadar taviz vermedi. Nihayet bu
işkenceler altında Allah'a dua ede ede can verdi ve şehid oldu.
Kıyamet gününde mahşer kurulup hesap başladığı zaman, kulluk vazifesini
yapmamış olan bir kadın, namazını kılmamış bir kadın, namahreme görünmekten
sakınmamış, erkeklere karşı açılmış, saçılmış bir kadın, özür beyan ederek
kendisini azaptan kurtarmak için kocasını ileri sürecek, suçu kocasına
yüklemek isleyecek ve şöyle diyecektir:
Ya Rabb'i! Ne yapalım, ben bir kadınım, bir erkeğin nikâhı altında idim.
Kulluk vazifelerimi yapmama o mani oldu, namazı o bana terkettirdi, başımı,
saçımı o açtırdı, dans evleri gibi günah yerlerine o götürdü..." diyecek,
ama yine de kendisini sorumluluktan kurtaramıyacak, ileri sürdüğü özür kabul
edilmiyecektir. Çünkü Asiye Hanım ona örnek gösterilecek ve denecek ki:
,,Senin kocan mı daha zalim, daha gaddardı, yoksa Asiye'nin kocası
Firavun mu? Senin içinde bulunduğun şartlar mı daha ağırdı yoksa Asiye'nin
içinde bulunduğu şartlar mı?.
Elbette Firavun daha zalim, daha gaddardı: Asiye'nin içinde bulunduğu
şartlar daha ağırdı, değil mi? Çünkü Firavun'un astığı astık, kestiği kestik
idi. Kimse ondan hesap soramazdı...
İşte bütün bunlara rağmen, Asiye, Fıravun'a karşı çıktı, onu dinlemedi,
onun servet ve saltanatına aldanmadı, onun küfür ve günahına katılmadı,
Allah'a olan imanını korudu, kulluk vazifesini yaptı, kocasına değil.
Allah'a ve Peygamber'e itaat etti. Fakat bu yolda nice zulüm ve hakaretlere,
nice eziyet ve işkencelere uğradı ve nihayet bu uğurda canını verdi, dinini
vermedi.
Sen ne yaptın, söyle bakalım; Kocana karşı ses çıkarmadın, Allah'a değil,
kocana itaat ettin, Allah'a değil, şeytana uyan kocanın rızasını aradın.
Binaenaleyh, sen de kocan da suç ve günahta ortaksınız, azabını
çekeceksiniz. İleri sürdüğün özür makul ve muteber değildir!..
İşte Cenab-ı Hakk'ın Kur'an-ı Kerim'de medhettiği, örnek bir kadın olarak
gösterdiği hanımlardan birisi de budur; Asiye Hatun'dur Kur'an-ı Kerim şöyle
der:
Allah, iman etmiş olanlara Firavun'un karısı (Asiye'yi) örnek
olarak gösterdi. (Hükümdar olan kâfirin nikâhı altında bulunmasına
rağmen, kalbinde imanın nuru parlamış, kocasının tanrılık iddiasını kabul
etmemişti). O vakit ki: (O saygıdeğer hanım, Cenab-ı Hakk'a yalvarıp
şöyle) demişti: Ya Rabb'i! Benim için katında (imanlı kullarına nasip
edeceğin) cennette bir ev yap ve beni Firavun ve onun (kötü)
amelinden kurtar ve beni zalim milletten halas et." 
Evet, Cenab-ı Hakk onun duasını kabul etmiş, dileğini yerine getirmiştir.
Onu taktir ederek, onu överek ve onu örnek göstererek, Kur'an gibi bir
kitapta zikretmiş, ondan söz etmiştir. Allah, elbette böyle dua edenlerin
dualarını kabul eder. onlara layık oldukları makam ve mevkileri verir.
Onları dillere destan eder Bütün mesele Allah'ı tanımak, O'nun emrine
yapışmak, O'nun himayesine sığınmak ve O'na, canı gönülden dua ve niyazda
bulunmaktır. Böyle olursa artık her şey tamamdır.
4 - Zeliha Hanım:
Kur'an-ı Kerim'de hayat hikâyeleri yer alan kadınlardan biri de
Zeliha Hatun'dur. Zeliha, Mısır Devlet adamlarından Maliye Bakanı'nın hanımı
idi. Zeliha'nın hayat hikâyesi Hz. Yusuf'la ilgilidir.
Hz. Yusuf, Mısır pazarında köle diye satılırken Zeliha'nın kocası onu
satın alır ve evine getirir. Hanımına şöyle der: ,,Hanım! Biliyorsun, bizim
çocuğumuz yoktur. Bu çocuğa iyi bak. Bunun bize faydalı olacağını umarım
veya kendimize bunu evlat ediniriz..."
Yusuf, Zeliha'nın evinde beslendi ve büyüdü. Yusuf artık tam bir
delikanlı olmuştu. Boyu posu yerinde, el ayak birbirine uygun, yüzü son
derece güzel, kaş-göz yerinde, gayet yakışıklı bir genç!..
Zeliha, Yusuf'un bu güzelliğine dayanamadı, ona aşık oldu. Onu o kadar
seviyordu ki, muradına ermek için çareler arıyor, planlar hazırlıyor, hile
yollarına baş vuruyordu. Bu gencin kendisine yaklaşması için bir gün evin
bütün kapılarını kilitler, süslenerek Yusuf'un karşısına geçip oturur ve
söze başlar. Aralarında şu konuşma geçer:
Zeliha: - Yusuf! Yüzün ne kadar güzel!
Yusuf: - Rabb'im öyle yapmış! Şükür O'na.
Zeliha: - Saçların ne kadar güzel!
Yusuf: - Hanım! Güzel olsa ne olacak? Mezara girdiğim zaman
saçlarım çürüyüp dökülecek.
Zeliha: - Gözlerin ne de güzel?
Yusuf: - Gözlerimle Rabb'ime bakarım.
Zeliha: - Yusuf! Gözlerini kaldır da yüzüme bir
bak!
Yusuf: - Ahirette gözlerimin kör olmasından korkarım.
Zeliha: -Yusuf! Ben sana yaklaştıkça sen uzaklaşıyorsun!
Yusuf: - Ben Rabb'ime yaklaşmak isityorum.
Zeliha: -Yusuf! Gel de yorganımın altına gir!
Yusuf: - Yorgan beni Rabb'imden gizleyemez.
Zeliha: - Yusuf! Gel de elini göğsüme koy!
Yusuf: - Başkasının toprağını işlersem vücudumun yanmasına
sabredemem.
Zeliha: - Bahçe su istiyor. Onu sula!
Yusuf: - Bahçenin sahibi var. Sulama onun hakkıdır.
Zeliha: -Ateş alevlendi. Onu söndür!
Yusuf: - Korkarım, ateş beni yakar.
Zeliha: - Yusuf! Seni cellatlara teslim ederim!
Yusuf: - Kardeşlerim de öyle yaptı.
Yusuf'un bu hikmet dolu ve ibretâmiz cevapları kadına tesir etmez, onu
arzusundan vazgeçirmez, fikrinde ısrar eder ve nihayet fikrini açıklar;
Yusuf'a hitaben:
- Haydi, gelsene! Daha ne duruyorsun? Her şeyim sana teslim; koş gel de
kendini eğlendir, zevk al...
Kadının maksadını anlayan Yusuf:
- Senin bu teklifinden Allah'a sığınırım. Öyle ahlaka sığmayan, terbiye
ve nezakete uymayan fiil ve hareketlerden koruması için
Rabb'ıma yalvarırım. Ve ben, nasıl olur da böyle bir harekette
bulunabilirim? Beni satın alan kocan, benim efendimdir. Bana iyilik
etmiştir, bana güzel bir mevki vermiştir. Artık, ben onun namusuna nasıl
ihanet edebilirim? Bunu yapmak bir zulümdür. Zalimler ise
iflah olamazlar...
Bu arada Zeliha, kalktı ve orada bulunan, putun üzerini bir örtü ile
örttü. Sebebini soran Yusuf'a şöyle dedi:
- Biz burada uygunsuz bir harekette bulunacağız, putumdan utanıyorum. Hiç
olmazsa o, bizim bu halimizi görmesin...
Buna karşı Yusuf şöyle konuştu:
,,Hanım! Sen görmez, işitmez ve anlamaz olan putundan utanıyorsun, haya
ediyorsun da ben; her şeyi gören, her şeyi bilen ve kendisine gizli kapaklı
hiçbir şey bulunmayan Rabb'ımdan utanmam mı? O'ndan haya etmem mi?"
Fakat, bütün bunlar, Yusuf'un bu nasihatvâri sözleri Zeliha'ya asla
kâretmiyordu. Aşkı galip gelmiş, nefsanî duyguları kabarmıştı. Ne pahasına
olursa olsun muradına ermek istiyordu. Artık, daha vakit geçirmeden Yusuf'a
doğru yaklaşıyordu...
İşin ciddileştiğini gören, kaçmadan başka çare olmadığını anlayan Yusuf,
kapıya doğru kaçıverdi. Arkasından kadın koştu. Durdurmak için arkadan
Yusuf'un gömleğine sarıldı ise de gömlek arkadan yırtılıverdi. Ve nihayet
kapı önünde evin sahibi Aziz'i gördüler. Zeliha kocasını görünce; kendi
kötülüğünü ört-bas etmek için kabahati Yusuf'a isnat etmek istedi ve şöyle
dedi:
İşte bak; gözünle gör: Senin ailene kötülük dileyene, hiyanet edip
namusuna tecavüze yeltenene... Bunun cezası nedir? Cezası, zindana atmak
veya şiddetle dövmektir. Artık buna böyle bir ceza vermek lazımdır!..
Bu arada bir noktaya işaret edelim: Kadın ne yapıyor? Yusuf'a verilecek
cezayı bir taraftan soruyor, bir taraftan da cezasının şeklini kendisi
söylüyor ve yol gösteriyor. Çünkü Zeliha Hatun, Yusuf'u çok seviyordu. Onun
ayağına diken bile batmasına razı değidi. Gel gelelim: Kocasından da
korkuyordu. Kabahati Yusuf'a yükledi. Fakat kocasının Yusuf'u öldürmesinden
de korkuyordu. İşte bunun için hapse atılmasına veya dövülmesine razı oldu.
Bu sebeple kocasına o şekilde konuştu.
Zeliha, kocasını görünce, kabahati Yusufa yükleyip altından çıkmak
istemesine karşılık, Yusuf da, hemen kendini haklı olarak, müdafaa etti ve
şöyle dedi:
,,Hayır, hayır! Ben asla tecavüz etmek istemedim. O benden böyle bir
harekette bulunmamı istedi. Ben ise bundan kaçındım ve kaçtım. Böyle bir
günahı işlemek istemedim..."
Böylece iki taraf birbirini suçlaya dursun, kadının yakınlarından biri,
,,Durun, durun! Ben şimdi kimin kabahatli olduğunu anlarım!" dedi ve şöyle
ilave etti: ,,Eğer, Yusufun gömleği ön taraftan yırtılmış ise, kadın doğru
söylüyor, Yusuf yalancıdır. Şayet gömlek arkadan yırtılmış ise, kadın yalan
söylüyor, Yusuf doğrudur!.."
Zeliha'nın kocası, Yusufun gömleğini yokladı, gömleğin arkadan yırtılmış
olduğunu gördü. Bunun üzerine Yusufun doğruluğuna, karısının yalan
söylediğine kanaat getirdi ve hanımına dönerek, ,,Bu masum gence bir kötülük
kastedilmiştir. Bu, sizin işinizdir. Sizin hile ve şerrinizden bu beridir.
Kadın değil misiniz! Hileniz pek büyüktür!.." dedi ve Yusufa dönerek:
,,Sen de bundan, bu hadiseyi ona buna söylemekten, bunu nâs arasında
yaymaktan kaçın; bunu sakın kimseye söyleme! Senin doğruluğun anlaşılmıştır!.."
dedi ve tekrar karısına dönerek:
,,Ey kadın! Sen de tevbe ve istiğfar
et! Yusuf'a yalan yere iftira
ettin. Kabahatin büyüktür. Hak Teala'dan
af dile! Muhakkak ki günaha
girenlerden oldun..." diyerek ona nasihatta bulundu.
Bir şey, iki dudak arasından çıktı mı veya en azından
iki adamdan bir üçüncüye geçti mi artık onun yayılmamasına imkân yoktur.
Fısıltı halinde kulaktan kulağa duyulur ve yayılır.
Yusuf-Zeliha hadisesi de öyle oldu. Her ne
kadar bu hadise gizli tutulmak istendi ise de,
aynı zamanda Yusuf da kimseye bunu
söylemedi ise de bu haber kulaktan kulağa yayıldı.
Mahallenin kadınları Zeliha'yı kınamaya ve bunun dedikodusunu yapmaya
başladılar. Nasıl olur, dediler: ,,Zeliha,
bir devlet adamının karısı olsun da kölesine tenezzül etsin, ona âşık olsun!
Bu hiç olur mu?!. Görülmemiş şey!
Bir türlü ona bu hareketi yakıştıramadık. Yoksa
bu kadın şaşırmış mı?!." gibi laflar edip
duruyorlardı.
Zeliha, kadınların kendi hakkındaki dedikodularını
işitti. Kendisini mazur göstermek istedi ve bunun için bir
plan hazırladı. Planı şöyle hazırlamıştı: Mahallenin kadınlarına davetçi
gönderir, evini donatır, oturacakları koltukları yerleştirir. Çeşitli
yemeklerle, renga-renk meyvelerle sofrayı süsler, misafir kadınları sofranın
başına oturtur ve her birinin eline bir bıçak verir.
Sayıları otuz beş kadar olan misafir kadınlar, yemek yemeye, meyvelerini
bıçaklarıyla doğramaya başladıkları bir sırada Yusuf'u çağırır ve kadınların
karşısına diker. Misafir kadınlar Yusuf'u görünce onun güzelliğine hayran
olarak yürekleri ,,cız" eder, kendilerinden geçerler, gözleri Yusuf'un
yüzünde kalır, ne yaptıklarını unuturlar, ellerindeki bıçaklarla meyve
yerine ellerini, parmaklarını keserler.
Fakat ne ellerinin acısını duyarlar ne de oraların kana boyandığını fark
ederler ve şöyle derler: ,,Bu, bir insan değil, bu, bir melektir, hem de
meleklerin güzeli!"
Zeliha, işte tam bu sırada kadınlara yüklenir; kendisini kınayan ve
dedikodusunu yapan bu kadınlara sitem ederek der ki: ,,Hakkımda
dedikodusunu yaptığınız ve, kendisine âşık olduğumdan dolayı, beni
ayıpladığınız işte bu delikanlıdır, bu gençtir. Bunun bu güzelliğini
vaktiyle görmüş olsaydınız, elbette bana hak verecektiniz. Siz, daha bir
defa görmeğe tahammül edemediniz, kendinizden geçtiniz, bıçaklarla
ellerinizi doğradınız da haberiniz olmadı, acısını bile duymadınız. Yemin
ederim ki, ben ondan muradımı istedim ama o kaçtı, günaha girmek istemedi,
isteğimi yerine getirmezse elbette zindana atılacaktır..."
Bu manzara karşısında misafir kadınlar, Zeliha'yı mazur gördüler, ona hak
verdiler. Yusuf'a da, Zeliha'nın teklifini kabul etmesini, tavsiye
ettiler...
Yusuf, hiç böyle bir şeyi kabul eder mi? O, bir peygamber adayıdır;
ileride peygamber olacaktır, insanlara insanlığı öğretecek,
onlara yol gösterecektir. Haysiyet ve şerefin, ırz ve namusun korunmasını
tavsiye edecektir. İleride vazifesi böyle olan bir zat, nasıl da bir kadının
namusuna dokunur, evinde beslendiği, himayesinde büyüdüğü kimsenin ailesine
ihanet eder, onun şerefiyle oynar...
Evet, insan şerefiyle yaşar, namusuyla yaşar. Namus elden giderse, şerefi
ayaklar altına alınırsa, artık onun için yerin altı üstünden hayırlıdır. Can
feda edilir, mal feda edilir. Fakat namus asla feda edilmez. Namusu koruma
yolunda ölenler, hem dillere destan olurlar hem de şehit olurlar. İşte bu
sebepledir ki, Hz. Yusuf son derece titiz davranmış; gerek kendi namusuna
gerekse ailenin namusuna toz kondurmak istememiş ve bunun için elinden gelen
her şeyi yapmıştır. Misafir kadınların da tavsiyelerini dinlememiş, Allah'a
sığınarak şöyle dua etmişti: ,,Rabb'im! Benim için, beni davet ettikleri
şeyden zindana girmem daha sevimlidir. Zindana gitmeğe razıyım, fakat
bunların teklifini kabule razı değilim. Rabb'im! Sana sığınırım. Eğer benden
bu kadınların hilelerini bertaraf edip beni korumazsan, onlara meyleder,
arzularını yerine getirmiş olurum da cahillerden olmuş olurum. Irz ve namusa
tecavüz etmenin fenalığını ve sebep olacağı korkunç azabı bilmeyen
beyinsizlerden olurum!.."
Ciddi ve samimi bir sekide yapılan böyle duaları Allah kabul etmez mi?
Elbett eder; kendisine sığınanları elbette korur ve korumuştur. Yusuf'un da
duasını kabul etmiş ve korumuştur.
Yusuf zindana atılmış, senelerce zindanda kalmış, nice sıkıntılar
çekmiştir. Fakat, Rabb'isinin yardımıyla namusa tecavüz etmemiş, kendi
namusuna da toz kondurmamıştır. Zaman gelmiş, zindandan çıkarılmış,
kendisine devlet idaresinde mühim mevki verilmiş, maliye bakanı olmuştur.
Zeliha'nın kocası bu sıralarda öldüğünden Zeliha da Hz. Yusuf'a hanım olma
şerefine ermiştir.
Bu kıssanın sonunda bir noktaya işaret edelim: Normal zamanlarda, hele
fırsat düşmediği zamanlarda herkes namusunu koruyabilir. Fakat bu, o kadar
mühim değil. Esas mühim olan fırsat düşer, imkân hasıl olur, karşı taraf
razı olur, hatta ısrar eder. Artık ortada hiçbir engel kalmaz. İşte böyle
bir sırada kendine hakim olabiliyor mu? Namusunu koruyup Yusuf gibi
olabiliyor mu? Bütün marifet burada! Sağlam iman burada kendini gösterecek,
gerçekten Allah'tan korktuğunu burada isbat edecektir ve nihayet imtihanı
burada kazanacaktır.
Kendisine böyle bir fırsat düşüp de Allah'tan korkanlar, böyle bir
imtihanda başarı kazanıp namusunu koruyanlar var ya, Cenab-ı Hakk, dünyada
bunların üzerine, kapılar kilitlenmiş olsa dahi, onları açarak çıkış
yollarını gösterir; ahirette ise kendilerine bir değil, iki cennet lütfeder.
Kur'an-ı Kerim bu gerçekleri şöyle anlatır: ,,Kim, Allah'tan korkup
(günahtan) korunursa, Allah ona bir çıkış yolu yaratır ve onu, hatıra
gelmeyen yerden, rızıklandırır ve Allah'a güvenene Allah yeter!.." 
,,Rabb'isinin makamından (huzurundan) korkup (da bilhassa
fırsat düşmüşken günah işlemeyen) kimseye iki cennet vardır!" 
5-Belkis Hanım:
Kur'an-ı Kerim'de kendilerinden bahsedilen kadınlardan biri de Belkis
Hanım'dır. Belkis Hanım Hz. Süleyman zamanında yaşamıştır. Belkis Hanım, bu
devirde Yemen devletinin padişahlığını yapmakta idi. Kendisi ateşperest idi,
yani ateşe tapanlardandı.
Kur'an'da kendisinden söz edilişi, Süleyman Aleyhisselam'la ilgilidir.
Aralarındaki macera şöyle başlamıştır:
Davut Peygamber vefat edince, yerine oğlu Süleyman Peygamber geçer.
Peygamberlikle hükümdarlığı bir arada birleştiren Hazreti Süleyman, Beyt-i
Mukaddes'i yaptırır. Sonra Kudüs'e bir hükümet sarayı inşa ettirir. Doğu ve
batıdaki bir çok hükümdarlar ona hürmet ve itaat ederler. Süleyman
Peygamber, bir ara Mekke'ye de gitmişti. Oradan Yemen'e gitmek istiyordu.
Beraberinde insanlardan, hayvanlardan, kuşlardan ve cinlerden meydana gelen
bir ordu bulunuyordu. Bu arada Hüdhüd kuşunun yeri ve vazifesi mühimdi.
Yerlerin altındaki suları görür, orduya kılavuzluk yapardı.
Birgün, yolculuk esnasında susuz bir yere gelinmiş, suya ihtiyaç
hissedilmişti. Hüdhüd aranır fakat yerinde bulunmaz. Süleyman Aleyhisselam,
Hüdhüd'ün izinsiz olarak ordudan ayrıldığını anlayınca, ,,O, cezayı hak
etti. Ona şiddetli bir ceza vereceğim veya onu keseceğim..." dedi ve ilave
etti: ,,Meğer ki meşru bir mazaretle
gelsin, kendisini haklı çıkaracak bir delil göstersin. O
zaman cezadan kurtulur..."
Derken Hüdhüd geldi. Hz. Süleyman'ın huzuruna, tam bir saygı ile girdi ve
kendini mazur göstermek için hemen söze başladı, kendisinin mühim ve faydalı
bir haber getirdiğini söyledi ve şöyle dedi: ,,Ey hükümdar! Sizin vakıf
olmadığınız ve her tarafiyle bilemediğiniz bir memleketin, her tarafını
gezdim ve gördüm, her vaziyetinden haberdar oldum. Ve sana mühim bir
hizmette bulunmak istedim. İşte, sana Sebe devletinden mühim bir haber
getirdim."
Anlatıldığına göre, Hz. Süleyman'ın yemek ve namazla
meşgul olduğu bir sırada Hüdhüd uçup havaya yükselmiş, dünyanın birçok
tarafını gözden geçirmiş, bu arada Sebe şehrini, Belkis adındaki kadın
hükümdarın saray ve saltanatını görmüş, onun büyük bir debdebe ve ihtişama
sahip olduğunu bilmişti.
Hüdhüd, gördüklerini şöyle anlattı: ,,Ben, Sebe milleti
arasında bir kadın gördüm, milletine hükümdarlık yapıyor, onların başkanı
bulunuyor. Ve bu kadın o kadar zengin ki, ona her şey verilmiş, büyük bir
tahtı da var. Bu taht, altun ve gümüşle işlenmiş, çeşitli mücevherat ile
süslenmiştir. Kendisinin de milletinin de Allah'ı bırakıp güneşe secde
ettiklerini gördüm. Şeytan, bunların bu çirkin hareketlerini güzel
göstererek, onları doğru yoldan saptırmıştır. Onları öyle yapmış ki, artık
hidayet yolunu bulamaz, göklerde ve yerlerde gizli kalanları ortaya çıkaran
Allah'a secde edemez olmuşlar."
Hüdhüd'ün bu ifadesi üzerine Hz. Süleyman ne yapıyor?
Hüdhüd'e bir mektup verip Sebe hükümdarına gönderecek ve bu suretle, hem
Hüdhüd'ün getirdiği haberin doğru olup olmadığını meydana çıkaracak hem de
hükümdarı ve onun adamlarını dine davet edecektir. İşte bunun için Hz.
Süleyman Hüdhüd'e:
- Şimdi seni tecrübe etmiş olacağız; doğru mu söylüyorsun,
yoksa yalancılardan biri misin? Şu mektubu al, daha durma, koş. Mektubu
götürüp Sebe hükümdarına bırak! Sonra onlardan gizlen, gizlice onlara bak;
mektubu okuyunca ne yapacaklar, aralarında ne konuşacaklar ve ne gibi karara
varacaklar?..
Hüdhüd, mektubu alır, yıldırım hızıyla Sebe şehrine gider. Mektubu, Belkis'in eline geçebileceği
sarayın bir yerine bırakır. Mektubu alan kadın hükümdar, hemen onu okur ve
Hz. Süleyman'ın mühürünü görünce, onun büyük ve kuvvetli bir hükümdar
olduğunu anlayarak titremeye başlar. Yanındakilere hitaben:
- Muhterem arkadaşlarım! Bana çok şerefli bir mektup geldi. Bu mektubu,
şan ve saltanatı pek büyük bir hükümdar göndermiş.
Evet bu mektup Süleyman tarafından yazılmış, Rahman ve Rahîm olan Allah
adıyla başlamıştır. Bu zat, mektubunda bize şunları yazıyor:
,,Bana karşı kibirlenmeyin, böbürlenerek teklifimi reddetmeyin; bilakis
teklifimi kabul ederek müslüman olun ve islam'ın şerefiyle şereflenerek bana
gelin!.."
Kadın hükümdar bundan sonra ne yapıyor? Meselenin müzakeresini yapıyor,
adamlarının fikirlerini soruyor ve diyor ki:
- Ey ileri gelenler! Bu mesele hakkında bana fetva veriniz, fikir
veriniz, yol gösteriniz! Mesele çok mühimdir; sizlere danışmadan bir karar vermek istemedim. Fikirlerinizi lütfen söyleyiniz; karşı mı
koyalım, yoksa teklifi kabul mü edelim?
Hükümet erkânı ve memleketin ileri gelenleri
fikirlerini açıkladılar ve:
- Biz güçlüyüz, kuvvetliyiz. Ordumuz, silahımız vardır; karşı
koyabiliriz. Savaşmak için cesaretimiz, maharetimiz vardır.
Yine de sen bilirsin, emir
senindir. Nasıl emredersen biz senin emrindeyiz... dediler.
Kadın hükümdar, savaşın ne demek olduğunu, nice insanların ölümüne, nice
ailelerin yıkılmasına, nice şehirlerin harabeye yüz tutmasına sebep
olacağını oradakilere anlatmak üzere:
- Şüphe yok ki, hükümdarlar, savaş yoluyla bir şehre girdikleri vakit, o
şehri perişan ederler. Bilhassa şehrin ileri gelen sakinlerini öldürür veya
esir ederler. Alelade hükümdarların yaptıkları budur. Bir de onun
emrindedir. Bunlarda o hükümdarın ordusunda vazife almışlardır. Bu hükümdar
ne yapamaz ki?!. Her şey yapabilir! Buna karşı
çıkmak akıl kârı değildir, bizi perişan eder. Yıkılır, yok olur gideriz. Bu
noktayı da çok iyi düşünmemiz lazımdır, dedi ve ilave etti:
- Şimdi ben, onlara büyük bir hediye ile bir heyet göndereceğim. Bakalım
ne yapacaklar, nasıl karşılayacaklar, nasıl bir tavır takınacaklar?
Hediyeleri kabul mü edecekler, yoksa geri mi çevirecekler? Ona bakacağız,
ona göre tedbirimizi alacağız...
Rivayete göre kadın hükümdar, hediye olarak bir çok
köleler, cariyeler, altun ve gümüş, kıymetli kumaşlar göndermiştir.
Bunları göndermekten maksadı şu idi: Mektubu gönderen
hükümdar, peygamber mi, değil mi? işte bunu anlamak! Peygamber ise
hediyeleri kabul etmez, peygamber değil ise kabul eder. Bunu anlamak
istiyordu. Bundan sonra kesin kararını verecekti.
Hediyeler gelince Süleyman Aleyhisselam, onlara hiç
iltifat etmemiş, dönüp bakmamış ve şöyle demişti:
- Bana bir mal ile mi imdat ediyorsunuz? Böyle adi şeylere
benim ihtiyacım yoktur. Allah'ın bana verdiği mülk ve saltanat, makam ve
peygamberlik, size verdiğinden çok çok üstündür. Belki sizler böyle şeylere
sevinirsiniz. Dünya varlığından başka bir şey düşünmediğiniz için, mallarınızın artmasından hoşlanırsınız.
Bir peygamberin ise böyle şeylere ihtiyacı yoktur. Allah ona din vermiş,
diyanet vermiş, peygamberlik gibi kudsî bir şerefle
şereflendirmiştir. Hediyeleriniz size olsun!..
Sonra, gelen heyetin başkanına dönerek:
- Haydi, sen geri dön! Gönderdikleri hediyelerini kabul
etmediğimi onlara anlat! Allah'a yemin ederim ki; büyük bir ordu ile
üzerlerine yürüyeceğim. Bu ordunun karşısında onlar tutunamıyacaklar, güç
yetiremiyeceklerdir. Onların altlarını üstlerine getiririz, taç ve
tahtlarını başlarına yıkarız. Kendilerini esir eder, vatanlarından
çıkarırız, perişan olurlar!..
Hediyeleri getirenler gerisin geriye dönerler.
Hediyelerinin kabul edilmediğini, Hz. Süleyman'ın nasıl bir haber
gönderdiğini kadın hükümdara bir bir anlatırlar. Kadın hükümdar, bunlardan
Süleyman Aleyhisselam'ın sadece bir hükümdar olmayıp aynı zamanda peygamber
olduğunu anlamış, ona teslim olmaktan başka çare olmadığı kanaatine varmış
ve birçok kimselerle birlikte Hz. Süleyman'ı ziyaret etmek üzere derhal yola
çıkmıştır.
Belkis ve etrafı, yolda geledursun; biz Süleyman
Aleyhisselam'ı dinleyelim: Hz. Süleyman, kadın hükümdarın, teslim olmak
üzere, bir heyetle birlikte gelmekte olduğu haberini almıştı. Şimdi onlara
bir mucize göstermek ister. Belkis hanım, daha Kudüs'e varmadan tahtının
Kudüs'e gelmesini emreder. Yanındakilere şöyle teklif eder: içinizden
hanginiz, Sebeli'ler, müslürnan olarak gelmeden önce, kadın hükümdarın
tahtını buraya getirecektir? Bu teklife ilk önce, cin taifesinden İfrit
cevap verir ve der ki:
,,Daha sen, makamından ayrılmadan, yani mesai bitmeden önce, o tahtı
sana, ben getireceğim. Bu vazifeyi bana havale et. Bunu ben hakikaten
yapabilirim. Gücüm buna kâfidir. Bundan emin olunuz!"
Süleyman Aleyhisselam, tahtın, daha az zamanda gelmesini arzu buyurduğu
için, oradakilerden derin ilim ve irfan sahibi bir zat dedi ki (Rivayete
göre bu zat, Hz. Süleyman'ın veziri Asif b. Berhiya):
,,Ben, o kadın hükümdarın tahtını, sen, gözünü baktığın şeyden daha
çevirmeden buraya getiririm!" derken taht geliverdi. Bunu gören Süleyman
Aleyhisselam:
,,Bu, benim Rabb'ımın fazlıdır, bana verdiği bir nimettir. Bununla beni
imtihan ediyor; şükür mü edeceğim, yoksa nankör mü olacağım. Nimete şükreden
kendi için şükretmiştir ve kendi menfaatine olmuştur. Şayet nankör olursa
zararı kendine aittir. Onun şükretmesine Rabb'ımın ihtiyacı yoktur!" dedi.
Taht, bir mucize olarak geliverince, Süleyman Aleyhisselam hizmetçilerine
şöyle dedi: ,,Şehrimize gelen Belkis Hanım'a karşı tahtını biraz değiştirin,
bazı yerlerine değişik şekiller verin. Bakalım onu tanıyabilecek mi, yoksa
tanıyamayacak mı? Ne dersiniz?"
Kadının cevabı şu oldu:
,,Bu sanki o! Aralarında birfark görmüyorum." İlave ederek: ,,Evet, ne
demek istediğinizi anlıyorum. Bunu bana bir mucize olarak gösteriyorsunuz.
Doğrudur; ben buna inanıyorum. Esasen, daha önce de, bu hususta malumat
edinmiştik; bizim, sizin bir Peygamber olduğunuza ve Allah'ın kudretiyle
nice mucizeler gösterdiğinize dair bilgimiz vardır. Hüdhüd'ün mektubu
getirmesi, hatta Hüdhüd'le konuşmanız, cinlere, kuşlara hükmetmeniz ve
onları emrinizde çalıştırmanız, evet işte bütün bunlar birer mucize! Biz
bunları gördük ve öğrendik. Artık biz de, sizin bir Peygamber olduğunuza,
Allah tarafından gönderilmiş bulunduğunuza inandık, iman getirdik ve nihayet
artık biz, islamiyet'i kabul edip müslüman olduk..."
Bundan sonra misafir kadın, saraya davet edildi, içeri girmesi için
,,Buyurun!" dendi. Hanım, sarayı görünce onu derin bir su zannetti de
baldırlarını açıverdi. Halbuki o sarayın güzergâhı beyaz, şeffaf billurdan
bir tabaka ile döşenmiş olup altından su akıyordu. Altında su bulunan o ince
cam tabaka, adeta deniz manzarasını andırıyordu. İşte böyle bir binanın
önüne gelip onu görünce, onu muazzam bir su sandı, oradan geçmek için
bacaklarını açıverdi. Bunu gören Hz. Süleyman, Hanım'a seslendi ve, ,,Senin
su sandığın gerçekten su değildir; camlardan döşenmiş, düz ve açık bir
yerdir. Binaenaleyh, Öyle açılmaya lüzum yoktur!" dedi.
Belkis Hanım, çok zeki ve çok akıllı bir kadındı. Sözünü, sohbetini
bilir, oturmasını, kalkmasını yerli yerinde yapardı. Onun küfür içinde
kalışı, güneşe tapması, kâfir bir milletin, cahil bir muhitin içinde
yetişmiş olmasındandır. Kendisine dinî yönden, gerçekleri gösteren
olmamıştır. Fakat, gerçekleri görünce küfürde, hatada ısrar etmedi; derhal
müslüman oldu ve Cenab-ı Hakk'a şöyle dua etti:
,,Ya Rabb'i! Ben senden başkasına ibadet etmekle kendime zulmetmiştim.
Şimdi anladım, aklım başıma geldi. Şimdi gerçekler gözümün önünde parlıyor.
Hz. Süleyman'a inandım; o, senin tarafından gönderilen bir peygamberdir.
Buna kanaat getirdim ve onunla birlikte müslüman oldum!.."

Hz.Meryem
Hz. Meryem İmran'ın kızı ve Hz. İsa'nın anneleridir. Meryem'in hal ve
hareketi, oğlu Hz. İsa ile olan ilgisi çok yanlış yorumlara sebebiyet
vermiş, hakkında çok aşırı ve birbirine taban tabana zıt fikirler ileri
sürülmüş, yanlış konuşmalar yapılmıştır. Bir kısım insanlar (hıristiyanlar)
Meryem'i haddinden fazla büyütmüşler, kendisine (Ana Allah), oğluna da (Oğul
Allah) diyecek kadar ileri gitmişlerdi. Bir kısım insanlar (yahudiler) de
Hz. Meryem'i küçültmüşler; ona fahişe, oğluna da veled-i zina diyecek kadar
iftira yapmışlardır. Bereket versin; Kur'an-ı Kerim geliyor, Meryem valideye
de, onun oğlu İsa'ya da lâyık oldukları ve üzerinde bulundukları makam ve
mevkileri beyan ediyor, gerçek hüviyetlerini anlatıyor, onları, hiç de
yakışık almayan sözlere konu olmaktan kurtarıyor.
Kur'an-ı Kerim'in bir çok yerinde kendisinden söz edilen Meryem Hatun'un
hayat hikâyesi şöyle başlar:
İmran'ın karısı Hanne, ihtiyarlamıstı, Bir gün bir ağacın gölgesinde
otururken, bir kuşun yavrularına bir şeyler yedirdiğini ve onlara kanat
gerdiğini görmüş, analık şefkatinin ne kadar büyük olduğunun kanaatine
varmış, kendisinde de anne olmak hevesi uyanmıştı. Ve şöyle dua etmişti:
,,Ya Rabb'i! Şayet bana bir çocuk ihsan edersen, nezrim olsun; onu
Mukaddes Beyt'e hizmetçi vereceğim, senin mabedine teslim edip dünyadan ve
dünya işlerinden alâkasını keseceğim. O yalnız sana kul olacak ve içinde,
yalnız sana ibadet yapılan, mescide hizmet edecektir. Duamı kabul buyur,
dileğimi yerine getir! Çünkü Sen duaları işiten, niyyetleri bilensin!"

Cenab-ı Hakk onun duasını kabul eder, ihtiyar yaşta ona bir çocuk verir.
Ancak, o, erkek bir çocuk beklerken kız doğar, Rabb'isi ona kız evladı
verir. Karnındaki çocuğun kız olarak dünyaya geldiğini görünce der ki:
,,Ya Rabb'i! Ben bunu kız doğurdum. Kız ise hizmetçi olarak mescide
verilmez; (Oğlan olması lazımdı? Ben nezrimi ne yapacağım, adağımı nasıl
yerine getireceğim?) Ya Rabb'i! Ben ona Meryem adını verdim. Onu da
neslini de sana havale eder, şeytanın şerrinden onları korumanı sana arz
ederim." 
Evet, Meryem'in validesi böyle demişti. Çünkü kadınların, mescid ve
camilerin hizmetinde bulunmaları, bir kaç yönden sakıncalı idi. Bir kerre
kadınlar, zaman zaman adet görürler, yıkanmadan camiye giremezler. Cami
hademesi, her vakit erkeklerle haşir neşir olacaktır, onlara karışacaktır.
Bu hal ise kadınlar için yakışık almaz. Keza kadınlar; zeka ve tedbirde
erkekler kadar değildir...
Meryem, bir gül gibi hızla gelişiyordu. Meryem'in babası vefat ettiğinde
onun görülüp gözetilmesini, terbiye edilip büyütülmesini teyzesinin kocası
Zekeriya Peygamber üzerine almıştı.
Rivayete göre, Hanne, Meryem'i doğurduktan sonra, onu bir beze sararak
Mescid-i Aksa'ya götürür, Mescid-i Aksa'da din âlimlerinin yanına bırakır
ve, ,,Bu, bir adaktır, bunu kabul ediniz!.." der.
Meryem'in babası İmran, muhterem bir insan olduğundan
Mescid-i Aksa'daki din âlimlerinden her biri onun kerimesine bakmayı bir
şeref telakki edip Meryem'i kendi evine götürüp bakmak istemişti. Fakat
aralarında anlaşamadılar. Nihayet kura çekmeye karar verdiler. ,,Kura kime
isabet ederse, bu kız çocuğuna, o bakacak" dediler.
Bunun için Ürdün ırmağının kenarına gittiler, kalemleri
suya attılar. Hangisinin kalemi suyun yüzüne çıkıp durursa, işte o, Meryem'i
evine götürüp besleyecekti. Bunların içinden yalnız Zekeriya Peygamberin
kalemi su yüzüne çıkar ve durur. Diğerlerinin kalemlerini su alıp götürür.
Artık buna kimse bir şey diyemez olur. Meryem de teyzesinin kocası Zekeriya
Aleyhisselam'ın evine götürülür.
Meryem, büyüyüp artık genç bir kız haline gelince,
Zekeriya Aleyhisselam, Mescid-i Aksa'da merdivenle çıkılır yüksek bir çardak
yapar. Sonra Meryem'i buraya bırakır. Çardağın kapısını kilitler, anahtarı
cebine kor ve ekmeğini, suyunu yalnız kendi götürüp eliyle verir, bir
başkası onun yanına çıkamazdı.
Zekeriya Aleyhisselam, Meryem'in yanına her ne zaman
girerse, orada çeşit çeşit nimetler görürdü. Yaz mevsiminde kış meyveleri,
kış mevsiminde de yaz meyveleri görürdü. Bir gün Hz. Zekeriya, ona:
-Ey Meryem! Bunlar, bu nimetler sana nerden geliyor?
(Halbuki kapı kapalıdır, benden başkası buraya giremiyor. Bu nasıl oluyor?..)
diye sordu. Meryem:
-Bunlar bana Allah tarafından geliyor
(bunları bana
Rabb'im gönderiyor). Allah, dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır diye
cevap verdi. 
Evet, hanım kardeşlerim!
Bu, bir
kerametti. Hz. Meryem keramet sahibi idi, Allah dostu olup rütbeli ve
ileriden birisi idi. Rabb'isi de ona o nimetleri cennetten gönderiyordu.
Allah, herşeye kadirdir; dilediği zaman dilediği kuluna keramet verir,
mucize gösterir, isterse hesapsız bir surette rızık verir. Ve buna bir şey
demeğe kimsenin hak ve selahiyeti yoktur. Hz. Meryem'e Cenab-ı Hakk, daha
nice ikramda bulunacak, kendisinde ve çevresinde birçok mucizevârî harikalar
gösterecektir.
Bir gün, melekler, ona şu müjdeyi getirdi:
,,Ya Meryem! Şüphesiz ki, sana Allah üstün değer verdi, seni
şereflendirdi, başkalarına nasib etmediği nimeti sana nasib etti. Şimdi sen,
ibadetine devam et, secdeye var, rükû edenlerle beraber rükû yap! Ey Meryem!
Rabb'in sana bir kelime ile müjde veriyor ki, onun adı Meryem oğlu Mesih
İsa'dır. O, dünyada da ahirette de büyük bir şeref sahibidir. (Allah
senin oğluna dünyada peygamberlik verecek, ona birçok mucizeler ihsan
edecektir. Ahirette ise peygamberler için hazırlanan makamlara yükselecek.) Allah katında mukarraplerden olacaktır. O, insanlara beşikte iken de
yetişkin iken de konuşacaktır. Ve nihayet o, doğru ve dürüst
insanlardandır..." 
Meleklerin bu
haber ve müjdelerine karşı Hz. Meryem şöyle dedi:
,,Rabb'im! Benim nasıl çocuğum olur, nasıl çocuk doğururum? Halbuki,
bana insan dokunmamıştır. (Bana meşru veya gayri meşru bir kimsenin eli
değmemiştir.)"
Melek, ona:
,,Ya Meryem! Böyle; Allah, öyle diyor ve öyle diliyor. Allah her
dilediğini yaratır. Hem o, bir şeyin olmasını diledi mi, ona sadece ,,0l"
der. O da derhal olur. Hem de senin oğluna kitap, hikmet öğretecek, Tevrat
ve İncil'i belletecektir. O'nu İsrailoğulları'na peygamber gönderecektir.
İsrailoğulları'na peygamber olarak gönderildiğinde onlara şöyle diyecektir:
,,Ben size Rabb'iniz tarafından şu mucizelerle geldim: Çamurdan kuş
şeklinde bir şey yapar, ona üfürürüm. O, Allah'ın izniyle bir kuş olur;
Anadan doğma körün gözünü açar, alaca hastalığa tutulanı iyi ederim. Ve yine
Allah'ın izniyle ölüleri diriltir, evlerinizde ne yediğinizi, ne
biriktirdiğinizi size haber veririm..." 
Meryem, teyzesinin kendisine tahsis ettiği hücreye arasıra çekilir, orada
yıkanırdı. İşte günlerden bir gün burada bulunuyordu. Tam bu sırada Cebrail
Aleyhisselam, bir insan suretinde, orada görünüverdi. Meryem, onu bir insan
zannederek korktu ve titremeye başladı. Ona şöyle seslendi:
,,Ben senden Allah'a sığınırım. Merhamet sahibi Rabb'im beni korusun!
Sen gerçekten Allah'tan korkan bir kimse isen yanımdan çekil! Bana
yaklaşma!.." 
Cebrail Aleyhisselam, kendisinin melek olduğunu, Allah tarafından
geldiğini, tertemiz bir oğul bağışlayacağını bildirdi ve korkmamasını
söyledi. Meryem:
- Bu, nasıl olur, benim nasıl oğlum olur, ben bir oğul anası nasıl
olabilirim?!. Halbuki benim kocam yok, ben kocaya varmış değilim. Ve ben bir
iffetsiz de değilim, namusumu son derece koruyan bir insanım, dedi.
Hanım kardeşlerim, şu noktayı da çok iyi bilmeleri lazımdır: Meryem bir
çocuk doğuracaktır. Bu çocuk babasızıdr. Babası hakikaten yoktur. Anası onu
kız (bakire) olarak doğuracaktır. Meryem, hiçbir kimse ile evli değildi.
Amcasının oğlu Yusuf'la nişanlı olduğu söylenirse de bu, sağlam bir kaynağa
dayanmaz. Kur'an-ı Kerim'e göre, Meryem'in ne bir kocası vardır, ne de ona
bir yabancının eli dokunmuştur. Bu, Allah'ın kudretine nazaran uzak
görülemez, inkâr edilemez.
Esasen, insanın yaratılışında dört şekil göze çarpmaktadır: Birincisi,
anasız-babasız yaratılmaktır, Adem babamız gibi; ikincisi, anasız olarak
yaratılmaktır, Havva validemiz gibi; Üçüncüsü babasız olarak yaratılmaktır,
Hz. İsa gibi; Dördüncüsü ana da var, baba da var, ekseri insanların
yaratılışı böyledir.
Evet, babasız çocuğun doğması, ilk bakışta çok tuhaf gelir, insan buna
inanmayacak olur. Fakat Allah'ın kudret ve iradesi düşünülürse, her şeyi
maddesiyle de şekliyle de, O'nun yarattığı gözönüne getirilirse, babasız bir
insanı yaratması pek tabii bir şeydir. Yeter ki dilesin! Dilerse insandan da
bir insan yaratır, taştan da bir insan yaratır. Nitekim ilk insanı topraktan
yaratmıştır. Bunu uzak görenlere veya inkâr yoluna sapanlara ne demeli, ne
söylemeli?!. Onlara şöyle cevap vermeli:
Siz, daha Allah'ın kudret sıfatını henüz hakkıyle bilmiyorsunuz; O'na
olan inancınız tam değildir. Bunun için inkâra sapıyorsunuz!.."
Nitekim: Bu haberi getiren melek, hem Meryem'in sorularını
cevaplandırmak, hem de bunu uzak görenlere, inkârla karşılayanlara cevap
vermek üzere, şunları ilave etmişti:
,,Bu, benim kendi sözüm değildir; Bu, Allah'ın gönderdiği bir haberdir ve
bunu yapmak Allah'a çok kolaydır.
Hem bu, insanlara bir mucize, bir ibret levhası olacak, hem de bir rahmet
olacak. Esasen buna dair kesin hüküm de verilmiştir..."
Artık, takdir-i ilahî kendini göstermeye başladı.
Melek, Meryem'in gömleğinin yakasından içeri üfledi.
Bunun üzerine Meryem Hz. İsa'ya hamile kaldı.
Daha yaşı on üç olan Hz. Meryem, hemen ailesinden uzak
bir mahalle çekilip gitti. İhtimal ki, öyle
ansızın gebe kalmasından dolayı utanacağını hissederek başkalarının gözünden
uzaklaştı.
Derken doğum hareketi başladı.
Bir hurma ağacının altına gitmeye mecbur oldu.
Rivayete göre mevsim kış idi, ağaç kupkuru bir halde
bulunuyordu. Hz. Meryem, işte bu ağacın altında saklanıp çocuğunu
başkalarına göstermeksizin, doğurmak istemişti. Ağacın altına gelince kendi
kendine şöyle demişti:
,,Ne oldu bana? Keşke
bundan evvel ölmüş olsaydım, hatta unutulup terk edilseydim de bugünü görüp
kimsenin hatır ve hayaline gelmeseydim!"
Hz. Meryem, o muhterem hanım, bir taraftan tertemiz bir oğula sahip
olacağına sevinirken, bir taraftan da halktan utanacağından ve halkın
dedikodusuna uğrayacağından böyle bir temennide bulunmuştu,
,,Keşke bugünü görmeseydim!" demişti. İşte
Meryem, böyle bir sıkıntı içinde bulunup üzülürken aşağısından biri ona
seslendi. İhtimal ki bu seslenen doğmakta olan çocuktu ve şöyle
diyordu:
Anneciğim! Sakın sen, mahzun olma, kederlenip üzülme!..
Muhakkak ki senin Rabb'in senin alt tarafından bir su,
bir ırmak meydana getirdi. Bunu senin için,
sana
ikram olsun diye meydana getirdi. Şu altında bulunduğun kurumuş, meyvesiz
duran hurma ağacını kendine doğru silkele! Kurumuş olan bu ağaçtan böyle bir
kış mevsiminde üzerine taptaze hurma dökülüversin!
Ya Meryem! Artık o taze hurmadan ye, akmaya başlayan ırmaktan da
iç! Açlığını ve susuzluğunu
gider. Gözün aydın olsun! Artık sen tebrike layıksın! Manevî bir
zevkle yaşa!.. Ve ey saygıdeğer Meryem!
İnsanlardan birini görürsen, de ki: Ben Rahman için, bana bu
kadar nimetleri ihsan eden Rabb'im için oruç
tutmayı nezrettim. Sükût orucu tutuyorum. Artık
kimse ile konuşmayacağım... diye işaret et!"
Bu teselli, bu tavsiye ve bu tebrikler karşısında
Meryem Hanım, artık sarsılmıyor, endişe duyup üzülmüyor; tersine haz duyup
seviniyordu; sevinçli idi. Doğurduğu çocuğu
kucağına alarak insan içine çıktı. Bunu gören
yahudiler, alıp yürüdüler. Bunun dedikodusunu
yapmaya başladılar. Meryem'e çıkışıp şöyle dediler:
,,Sen genç, kocasız
bir kız olduğun halde bu çocuğu nereden çaldın, kimle düşüp kalktın?!.
Senin baban kötü bir insan değildi,
annen de fahişe değildi. Sen nereden türedin? O şerefli ailenin yüzünü kara
ettin!.."
Bütün bunlara Hz. Meryem cevap vermedi; onlara,
cevap versin diye oğluna, beşikteki çocuğa işaret etti, kendisinin yüzünü
aşağı almak isteyenlere çocuğun cevap vermesini istedi. Buna karşı o
kimseler fenâ halde kızdılar. ,,Bizimle, alay mı
ediyorsunuz? Özrün kabahatinden büyük! Biz, daha beşikte bulunan, bir
bebekle nasıl konuşabiliriz? Bu nasıl bir sözdür?!.."
Bunlar böyle konuşa dursun, öbür taraftan beşikteki çocuk dile geldi,
oradakilere hitaben şöyle dedi:
,,Ben, şüphe yok ki, Allah'ın kuluyum; ben de o keremi bol olan
Yaratıcı'nın mahlûkuyum ve ancak O'na ibadet ederim. O'ndan başkasına
ibadette bulunmam. O, bana kitap verdi, beni peygamber yaptı. Nerede olursam
olayım, beni mübarek kıldı, mucizelerle bereketlendirdi. Yaşadığım müddetçe
bana namaz ile, zekât ile emretti. Beni anneme itaatkâr kıldı, beni zorba,
isyankâr kılmadı, Allah'ın selamı benim üzerimdedir. Rabb'im beni daima
selamette yaşatacak, kimse bana zarar vermiyecektir. Bu selamet benim için
takdir edilmiştir; doğduğum günde selametteyim, şeytan bana zarar
verememiştir; öleceğim günde selametle öleceğim ve nihayet diri olarak
kalkacağım günde, kıyamet gününde de yine selamet içinde olacağım, O'nun
cennet ve cemaliyle şerefleneceğim..."

Hz. Meryem'in hayat hikâyesi burada bitmiş oluyor. Ancak hanım
kardeşlerimin dikkatlerine arz etmek üzere, bu konu ile ilgili meseleler
üzerinde biraz daha duracağım:
Geçen sayfalarda da işaret ettiğim gibi, Hz. Meryem ve onun oğlu Hz. İsa
çok yanlış anlaşılmış, yanlış yorumlara sebep olmuş, milyonlarca insanın
küfür içinde kalmalarına, kâfir olarak yaşamalarına sahne olmuşlardır.
İsa'nın babasız olarak dünyaya gelmesini uzak görenler, inkâr edenler, ona
Allah'ın oğlu demişler, Allah'a oğul yapmışlar, Allah'tır demişler; Allah;
baba Allah, oğul Allah ve Ruhu'l-Kudüs gibi üç unsurun birleşmesinden, bir
araya gelmesinden ibarettir demişler, ,,Allah üçtür, üçün üçüncüsüdür"
demişler, aklın, mantığın kabul etmediği sapık görüşlere sapmışlardır.
Evet, bütün hıristiyanlar, işte böyle bir yanlış düşüncenin, böyle bir
sapık fikrin kurbanı olmaktadırlar. Bu fikirler ne Meryem'in, ne İsa'nın ve
ne de Kur'an'ın beyanına uymazlar. Hz. Meryem ile oğlu İsa, Hıristiyanların
görüşlerini reddettikleri gibi, Cenab-ı Hakk da Kur'an-ı Kerim'de
hıristiyanların, Hz. Meryem ile oğlu İsa hakkındaki inançlarının yanlış
olduğunu ve kendilerinin küfür içinde bulunduklarını, kiliselerde yaptıkları
ibadetlerin kabul edilmiyeceğini ve nihayet ahirette cehennemi
boylayacaklarını gayet açık olarak bildirmektedir.
Kur'an-ı
Kerim'in bu açık ve kesin beyanlarına göre, Kur'an'a inanan ve müslüman olan
bizlerin, Hz. İsa ve onun validesi hakkındaki inançlarımız şöyle olacaktır:
Hz. Meryem, İmran'ın kızıdır. Annesi onu Beyt-i Mukaddes'e adamıştı.
Babası ölmüş olduğundan görüp gözetmesini Zekeriya Aleyhisselam üzerine
almıştı. Meryem, hücresinde ibadetini, vazifesini tastamam yapmıştır. Bu
esnada Cenab-ı Hakk kendisine bir takım kerametler göstermiştir. Herhangi
bir kimse ile ne evlenmiş, ne de münasebette bulunmuştu. Sırf, her şeye
kadir olan Allah'ın kudretiyle oğlu İsa'ya gebe kalmıştır. Hz.İsa'nın babası
yoktur. Babasız olarak dünyaya gelmiştir. Hz. İsa daha beşikte bir bebek
iken konuşmuş, kendisinin Allah'ın kulu ve Resulü olduğunu beyan etmiş,
annesine yapılan isnat ve iftiraları cevaplandırmıştır.
Hz. İsa bir peygamberdir. Ne öldürülmüştür, ne de çarmıha gerilmiştir.
Onu bir harika olarak dünyaya getiren Allah, yine bir harika olarak yüce bir
makama kaldırmıştır.
Evet, Kitab'ımız Kur'an-ı Kerim, birçok ayetlerinde Hz. İsa ve
validesini bize böyle anlatıyor. Binaenaleyh bizler, Hz. İsa'yı muhterem bir
insan olarak, kadri yüce bir peygamber olarak kabul ve tasdik ederiz. Başka
türlü düşünmek, Allah korusun, insanı dinden çıkarır...
Kur'an-ı Kerim'in şu birkaç ayetinin mealini vermekle bu bahsi
kapatacağım:
,,İşte Meryem'in oğlu İsa budur. Onların (Hıristiyanların)
ihtilaf edip durdukları İsa hakkındaki doğru söz budur. Evlâd edinmek Allah
için asla düşünülemez. O, bundan münezzehtir. Bir şeyin olmasına hükmetti
mi, ona sadece ,,Ol" der. O da derhal olur. Ve (Hz. İsa'nın dediği şu
olmuştu): Şüphe yok ki Allah benim de sizin de Rabb'inizdir. Artık yalnız
O'na İbadet ediniz, işte dosdoğru yol budur." 
Hz.Amine
Amine Kureyş kabilesinden Vehb'in kızıdır.
Peygamber Efendimiz'in de annesidir. Amine, kabilenin en faziletli, en
değerli bir kızı idi. Sevgili Peygamberimizin saygı değer annesi olan Hz.
Amine'nin hayat hikâyesi kısaca şöyledir:
Peygamber Efendimiz'in muhterem pederleri Abdullah, Mekke'nin en
yakışıklı delikanlısı idi. Boyu bosu yerinde, uzuvları birbirine uygun ve
düzgündü. Ağır başlı ve olgundu. Yüzündeki nur pırıl pırıl parlıyordu.
Mekke'nin en güzel kızları onunla evlenmeye can atıyorlardı. Fakat Abdullah,
bunlardan hiç birine dönüp bakmıyordu. Esasen bunlardan hiç biri, âhir zaman
Peygamberi'ne anne olamazdı. Çünkü kader öyle yazmıştı.
Nihayet pederi Abdulmuttalip, Abdullah'a Vehb'in kızı Amine'yi münasip
gördü, onunla evlendirmeğe karar verdi. Buna kız evi de razı olmuştu.
Yemekler yendi, şerbetler içildi, nikâh akdedildi, düğün yapıldı, gelin
damadın evine getirildi, zifaf yapıldı. Zifaf gecesi Amine validemiz,
Peygamberimiz Hz. Muhammed'e gebe kaldı. Abdullah'ın alnında parlayan
nübüvvet (peygamberlik) nuru, bundan sonra Amine'nin alnında parlamaya
başladı.
Abdullah evlenmiş, artık aile sahibi olmuştu. Elbette yeni yuvanın bir
sürü ihtiyaçları vardı. Bu ihtiyaçları karşılamak, yeni ocağa düzen vermek
istiyordu. Bunun için de para lazımdı, ticaret yolculuğuna çıkmak lazımdı.
Fakat hayat düz biryol değil ki! Evdeki hesap çarşıya uymuyordu. Abdullah,
gittiği Şam ticaretinden dönüşte Medine'ye de uğramıştı. Medine'de
dayılarının yanında hastalanan Abdullah, bu hastalığından kurtulamadı. Kader
hükmünü icra etmiş, Abdullah hayata gözlerini yummuştu.
Abdullah'ın bu ölüm haberi, her tarafı elem ve kedere gark etti, herkesi
yaktı kavurdu. Hele Amine'nin kederi çok büyük, acısı pek derindi. Mutlu bir
hayat sürecekleri bir sırada, eşinin ölümü ona pek ağır gelmişti, iki ay
sonra anne olacaktı. Fakat heyhat! Çocuğu babasına, babasını da çocuğa
göstermek nasip olmadı.
Olan olmuştu; Amine'nin doğum günü gelmiş, emareleri kendini göstermişti.
Amine Hatun, ahir zaman Peygamberi Hazreti Muhamrned'i doğuracak, O'na anne
olacaktı. Evet öyle oldu; Sene Miladî 570, Nisan ayı 20 olmuştu. Şimdi
bundan sonrasını Amine validemizden dinleyelim:
,,Ben diğer kadınlar gibi, gebelik zahmeti çekmedim, doğum sancısı
nedir görmedim. Bir ara çok rüyalar görürdüm. Bir gece rüyamda biri gelip
bana şöyle diyordu:
,,Sen bütün âlemlerin en hayırlısına gebesin. Doğduğunda O'na ,,Muhammed"
adını vereceksin!"
Doğum yaparken kulağıma bir ses geldi, ,,Korkma!" diye. Bir ak kuş geldi,
arkamı sığadı. Artık benden korku gitti. Bir yanıma baktım, bana beyaz bîr
kâse ile şerbet veriliyordu. Şerbeti içtim, her tarafımı nur kapladı. O anda
doğum yaptım, çocuk dünyaya geldi. Etrafıma baktım, uzun boylu kızlar
gördüm. Beni tavaf etmekte idiler. Şaştım, Ya Rabb'i! Bunlar kim ola dedim."
Hanımlara şunu hatırlatmak isterim: Amine Hatun'un doğum yaparken,
etrafında gördükleri ve bu olup bitenler nedir, neyin nesidir?!. Bu
mucizevari şeyler aslında mümkündür ve bunlara İrhas" denir. İrhas" demek,
bir takım olağanüstü hadiseler demektir ki, bunlar çevresinde meydana gelen
zatın ileride Peygamber olacağını gösterirler.
Evet, misli görülmemiş bir inkılâp yapacak olan ve insana insanlığını
öğretecek bulunan zatın doğumu anında bu görülen şeyler çok görülmemeli,
yersiz addedilmemelidir. Bunlar ne ki! Daha büyükleri vardır ve olacaktır.
Daha neler olacak! Yüce Mevlâ'sı O'nu miraca davet edecek, zaman içinde
zaman yaratacak, gecenin az bir parçasında sevgili Peygamberi'ne gökleri
gezdirecek, arşı ve kürsüyü gösterecektir.
Çocuk doğmuş, Hz. Muhammed dünyaya gelmişti. Zaman ilerliyor, Efendimiz
altı yaşına ayak basıyordu. İşte tam bu sıralarda annesi, biricik yavrusunu
da yanına alarak, Medine'ye gelir. Medine'de hem babasının mezarını oğluna
göstermek istiyor hem de Medine'deki hısım ve akrabayı ziyaret etmeği
kasdediyordu. Anne-oğul bir müddet Medine'de kaldıktan sonra, Mekke'ye
dönülür. Anne-oğul ve Ümmi Eymen'den ibaret küçük kafile ,,Ebva" köyüne
gelmişti. Amine çok şiddetli bir hastalığa tutuldu. Belki de son saatlerini
yaşıyordu. Yoksa babadan yetim kalan çocuk, anneden de mi yetim kalacaktı?
Bunu sezer gibi olan anne, oğlunu bağrına basıyor, bütün anne şefkatiyle,
bir daha görmiyeceği oğlunun yüzüne bakıyordu. Bakarken de şu mealdeki şiiri
okuyordu:
,,Her yeni eskiyecek ve her şey fena bulacaktır. Ben de Öleceğim.
Fakat, gam yemem, temiz bîr çocuk doğurdum. Dünyaya büyük hayır
bırakıyorum!.."
Evet, bu sözlerden sonra, Amine validemiz, gözlerini kapadı
ve bir daha açmaz oldu. O da kocası gibi, çiçeği burnunda gitti. Babadan
yetim kalan çocuk, şimdi de anneden yetim kaldı. Sonra, annesini kaybeden
çocuğu yanındaki Ümmü Eymen, Mekke'ye getirir ve dedesi Abdülmuttalib'e
teslim eder.
8- Hatice validemiz:
Hazreti Hatice, iki cihan serveri Peygamber
Efendimiz'in hayat arkadaşıdır, muhterem hanımlarıdır; Kureyş kabilesinin
ileri gelenlerinden Huveylid'in kızıdır.
Hatice validemiz, Efendimiz Hazretleri'nin ilk hanımıdır. Diğer hanımlar
arasında en faziletlisi olan da budur. Peygamberimiz'in peygamberliğine ilk
inanan ve ilk müslüman olma şerefine eren bir hanımdır.
Hatice validemizin hayat
hikâyesi şöyle başlar:
Hatice dul bir
kadındı. Kocası ölmüştü.
Kendileri çok zengindi. Mal-müik sahibi idi.
Aynı zamanda ticaretle meşgul olurdu.
Bazı kişilere sermaye vererek ticaret ortaklığı da
yapardı. O sıralarda Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) daha peygamber
olmamıştı. O zaman Peygamberimiz'in yaşı yirmi beşe yaklaşıyordu. Bazıları,
Hatice'ye gidip ona Hz. Muhammed'den söz etmişler ve demişler ki:
,,Muhammed dürüst bir insandır. Haktan, hakikattan asla ayrılmaz,
şimdiye kadar O'nun yalan söylediği
görülmemiştir. Siz O'na sermaye verip ticaret ortaklığı
yaparsanız, fayda görürsünüz..."
Hatice bu teklifi uygun bulur, Efendimiz'le görüşür.
O'na bol sermaye vererek kölesi Meysere ile Şam
ticaretine gönderir.
Pek sıcak bir gündü. Şam
ticaretinden dönen kervan, Mekke'ye yaklaşmakta idi.
Hatice damın üstüne çıkmış, kervanın yolunu gözlüyordu.
Birde ne görsün; kervan içinde yolculardan birinin başı
üzerinde iki kuş kanat gererek gölge ediyorlardı. Hatice ve
yanındakiler, ,,Acaba, bu kim ola?!." diyorlardı.
Derken Meysere çıkageldi ve onun Muhammed olduğunu
söyledi. Artık kervan gelmişti.
Kâr-zarar hesap edildi. Elde
edilen kârın geçen senekilere nazaran daha çok olduğu görüldü.
Fakat Hatice fikrini değiştirmişti, onun aklında ticaret
falan yoktu. O, Hz. Muhammed'e hanım olmak istiyordu.
Bundan sonra onun düşüncesi hep bu idi.
Zaten rüyasını da görmüştü. Rüyasını anlattığı
amcası oğlu Varaka ona: ,,Sen âhir zaman
Peygamberi'nin hanımı olacaksın. Rüyan bunu gösteriyor!"
demişti.
Olan olmuş, her iki taraftan aracılar bir araya
gelerek Hatice ile Muhammed'ül-Emin'i evlendirmeğe karar vermişlerdi.
Nikâh merasimi Hatice'nin evinde yapılıyordu.
Kureyş'in ileri gelenleri de merasime çağrılmıştı.
Önce Ebu Talib söz almış ve şöyle konuşmuştu:
,Allah'a şükürler olsun ki, bizleri ibrahim'in
zürriyetinden, İsmailin neslinden, Mudarr'ın soyundan yarattı.
Ve bizi Kabe'nin bekçisi, Harem-i Şerifin hizmetçisi ve
dolayısiyle insanların reisi yaptı. Şimdi mevzuya dönelim:
Kardeşim Abdullah'ın oğlu Muhammed'le Kureyş'in herhangi bir genci
kıyaslanamaz, O'nunla ölçülemez. Muhammed hasep ve
nesepçe, akıl ve faziletçe herkesten üstündür. Gerçi serveti
az, zengin değilse de mala bakılmaz, mal geçici
bir gölgedir. Vallahi bundan sonra O'nun şeref ve şanı
daha da artacaktır. Sizin de şeref ve şan sahibi
olduğunuzu kimse inkâr edemez. Muhammed,
sizin kerimeniz Hatice ile evlenmek istiyor. Şu kadar da mehir
verecektir..."
Ebu Talib'in bu konuşmasından sonra Varaka ayağa kalkarak o da şu
konuşmayı yapar:
Allah'a şükürler olsun ki; bizleri söylediğin gibi yarattı ve saydığın
şeylerden bizlere lütfetti, fazilet ve şerefçe bizleri üstün kıldı. Şimdi
bizler Araplar'ın uluları ve başkanlarıyız. Siz de böylesiniz; Kimse sizin
de şerefinizi inkâr edemez.
Biz de sizlere hısım olmak isteriz.
Ey burada hazır olan cemaat! Sizler şahid olun! Ben
Abdullah'ın oğlu Muhammed'e Huveylid'in kızı Hatice'yi nikâh ettim!"
Böylece nikâh merasimi sona ermişti. O zaman
Peygamberimiz (25), Hatice validemiz de (40) yaşlarında idi. Hatice
validemiz zengin olduğu kadar da akıllı bir
kadındı. Oturmasını, kalkmasını bilirdi.
Sözün nereden gelip nereye gideceğini idrâk ederdi.
Hayatı boyunca her haliyle Peygamber Efendimiz'e
yardımcı olmuştu. (24) sene
Peygamberimiz'e hanımlık yapmıştır. Peygamberimiz'in
hemen bütün çocukları Hatice'den doğmuştur. Peygamber Efendimiz,
kendilerinden çok memnundu ve Hatice'nin fazileti hakkında şöyle buyururdu:
,,Hatice kendi âleminin kadınlarının en
hayırlısıdır!.." 
Resul-i Ekrem Efendimiz, Hatice'nin vefatından sonra
onu her zaman anar, iyiliklerinden bahseder dururdu. Hazret-i Ayşe
anlatıyor:
,,Yine bir gün
Peygamber, Hatice'yi övmeye başlamıştı. Bana kıskançlık
geldi. Dedim ki, Hatice'yi hiç de unutmuyorsun! Nihayet o, ihtiyar
bir kadındı. Allah
sana ondan daha hayırlısını verdi..."
Cenab-ı Peygamber'in
buna canı pek sıkıldı ve şöyle cevap verdi:
,,Yok, yok; Vallahi ondan hayırlısı yoktur!
Herkes beni inkâr ederken o, bana inanmıştı ve herkes
beni mahrum ederken o, bana malıyla yardım ederdi!"

Hatice validemiz (65) yaşlarında iken Mekke'de vefat
etmiştir. Türbesi de Mekke'dedir. Allah kendisinden razı olsun!
BU ÜMMET ARASINDA
YETİŞEN
FAZİLETLİ
HANIMLAR
Bu ümmet arasında da ilim ve irfan sahibi, şiir ve edebiyat dalında
kabiliyet gösteren hanımların sayısı da az
değildir. Kimi fıkıh sahasında, kimi hadis sahasında
âlim olmuş, kimi şiir söylemede, kimi hikmet konuşmada ileri gitmiştir.
Biz bu arada bunların ancak pek azına işaret edebileceğiz:
9- Hazreti Aişe:
Hz. Aişe validemiz, Hz. Ebu
Bekir'in kerimesidir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in de
hanımıdır. Hz. Aişe de örnek bir kadındı.
Bilhassa fıkıh ve hadis konularında büyük bir varlık
göstermiş, kendisinden din hakkında dinî meseleler hakkında soru soranlara
cevaplar vermiş, fetvalar vermiş, hadis'ler rivayet etmiştir.
Peygamber Efendimiz bu hususa işaret etmiş, Hz. Aişe'yi göstererek,
,,Dinimizin üçte birini Aîşe'nin evinden alınız!"
(Münavî) buyurmuştur.
Ebu Musel-Eş'ari Hazretleri de şöyle anlatır:
,,Biz ashab olarak, Peygamber'in herhangi bir
hadis'inde bir müşkilâtımız olursa, hemen onu Hz. Aişe'ye sorardık ve o
hadis hakkında ondan mükemmel malûmat alırdık; müşkilimiz halledilirdi."
Tabiinin büyüklerinden Urve adındaki zat da şöyle
der:
Ben, gerek Kur'an hükümlerinde gerek fıkıh, feraiz, tıp, şiir ve soy
bilgisinde Hz. Aişe kadar bilgili kimse göremedim!"
Hazreti Aişe validemiz, hitabet ve fesahatta da
meharet göstermiştir. Bu hususta da hayli rivayet
vardır. Binlerce hadis rivayet etmiştir.
Onun namuslu bir kadın olduğuna Kur'an-ı Kerim de
şehadet etmiştir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de onun hakkında şöyle
buyurmuştur:
Erkeklerden, olgun ve kâmil insanların sayısı çoktur. Kadınlardan
boylelerin sayısı dörttür: Mezahim'in kızı Âsiye (Firavun'un karısı),
İmran'ın kızı Meryem, Huveylid'in kızı Hatice ve
Muhammed'in kızı
Fatıma'dır. Aişe'nîn kadınlara
olan üstünlüğü ise tirit yemeğinin diğer yemeklere olan üstünlüğü gibidir." Allah kendisinden razı olsun! Hz. Aişe'den sonra,
hadis ilminde daha nice varlık gösteren, hadis kitaplarını okuyan ve
ezberleyen, bu sahada icazet alan ve icazet veren
bir çok faziletli hanımlar da yetişmiştir. Bunlardan,
,,Meşahirrü'n-Nisa" gibi kitaplar bahsetmektedir.
Fıkıh ilmi tahsili yapan, fetva verecek dereceye
kadar yükselen kadınlar da yetişmiştir. Hele şiir
yazan kadınların haddi hesabı yoktur. İrfan
sahasında (Evliyaullah'tan) bir çok veli kadınlar da yetişmiş ve kerametler
göstermişlerdir. Bu arada bu hanımlardan yine sadece bir kaçına
işaret edeceğiz:
10-Hz. Fatıma:
Hz. Fatıma, Peygamberimizin
saygı değer kızlarından en küçüğüdür. Hz. Hatice'den
doğmuştur. Hz. Ali'nin hanımı, Hz. Hasan ile Hz.
Hüseyin'in de anneleridir. Yüzü güzel ve parlak olduğu için kendisine
,,Zehra" lakabı verilmiştir.
Fatıma validemiz, dünyaya geldiği vakit Peygamberimiz otuzbeş yaşlarında
idi.
Peygamberimiz'in aile ve efradı
çokolmakla beraber bunlar içerisinde
Fatıma çok dikkati
çekmekte idi.
Oturmasında, kalkmasında, yemesinde, tavır ve
hareketlerinde muhterem pederlerine çok benzerdi.
Son derece takva sahibi idi.
Kendisini ibadete vermenin, sabır ve kanaatli olmanın en
güzel örneğini vermişti.
Evlenmesi:
Hz. Fatıma artık evlenme çağına
gelmişti. Onunla evlenmek, Peygambere damat olma şerefine ermek için herkes
can atıyordu. Fakat pederleri kimseye söz vermiyor, İlahî vahyin gelmesini
bekliyorum!.. diyordu.
Bazıları Fatıma'yı Hz. Ali'ye münasip
görmüş, Hz. Ali'nin bizzat gidip
Fatıma'yı Hz. Peygamber'den istemesini
tavsiye etmişti.
Bu hususta Hz. Ali şöyle diyor:
,,Ben Peygamber'in huzuruna çıkıp diz çöktüm.
Meseleyi açmak istedim, Fakat o kadar sıkıldım ki
Fatıma'yı istemeye cesaret edemedim. Orada susup
oturdum. Nihayet Peygamber (s.a.v.) bana dönerek:
-Ya Ali!
Sen acaba
Fatıma'yı istemeye mi geldin?
dedi. Ben:
-Evet, dedim.
- Mihir olarak vereceğin bir şey var mı? diye
sordular.
- Hayır! dedim. Peygamber:
-
Sana bir zırh vermiştim ya, işte onu mihir olarak ver!
Diye
buyurdu."
Taraflar razı olmuş, nikâh kararlaştırılmıştı.
Peygamberimiz (s.a.v.) kızı Fatıma'ya çeyiz olarak şunları vermişti:
Bir kerevete, içleri hurma lifinden doldurulmuş bir yatak ile yastık, bir
kâse, bir su tulumu ve eldeğirmeni.
Hz. Fatıma koca evine gittikten biraz sonra Peygamberimiz, evlerine
giderler, su isteyip abdest alırlar, Abdest suyundan Hz. Ali'nin üzerine
teberrüken serper ve şöyle dua eder:
,,Ya Rabb'i! Bunlara da, nesillerine de
bereket ihsan eyle!"
İşte bu suretle Hz. Fatıma'nın aile hayatı
başlamış olur. Aile hayatı maddeten çok sıkıntılı ve
yoksulluk içinde geçer. Yattıkları yatağın üzerindeki örtü o
kadar küçük idi ki ayaklarını örtseler başları,
başlarını örtseler ayakları açık kalırdı.
Hz. Fatıma bütün ev işlerini kendisi görürdü.
El değirmeninde ununu öğütür, suyu tulumla bizzat taşır,
evini de kendisi temizlerdi. Su taşıdığı tulum
böğrünü ağrıtmış, el değirmeni ellerini nasırlaştırrnıstı.
Aile hayatları maddî yönden sıkıntılar içinde geçti
ise de manen çok mutlu idiler. Karı-koca birbirlerini çok sever ve
sayardı. Birbirlerinin hatırlarını son derece
gözetirler, bir dediklerini iki etmezlerdi. Peygamberimiz de Hz.
Fatıma'ya sık sık nasihat eder, kocasına daima
itaat etmesini tavsiye ederdi. Hz.
Fatıma Peygamberimiz'i, Peygamberimiz de Hz.
Fatıma'yı çok severdi.
Peygamberimiz seferlerinden dönüşünde önce Hz.
Fatıma'nın evine uğrar, onu ziyaret ederdi.
Hz. Fatıma'nın fazileti hakkında Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
,,Fatıma
cennet hanımlarının efendisidir!"
,,Cennet hanımları arasında en şerefli olanlar şunlardır:
Muhammed'in kızı Fatıma, Huveylid'in kızı Hatice, İmran'ın kızı Meryem ve
Müzahim'in kızı Asiye (Firavun'un karısı). 
Vefatı:
Peygamberimiz (s.a.v.)
ahirete teşrif etmek üzere iken, kendisini ziyarete gelen kızı
Fatıma'nın
kulağına bir şeyler söyledi.
Fatıma ağlamaya başladı.
Kulağına bir şey daha söyledi.
Bu sefer de sevinmeye başladı.
Bu ne idi acaba?!.
Birincisinde Peygamberimiz (s.a.v.), ,,Ben
artık gidiyorum!..", ikincisinde de ,,Ehl-i Beyt'imden ilk önce benim yanıma
sen geleceksin!.." diye buyurmuş olduğunu Hz. Fatıma sonraları ifade ederdi.
Hakikaten öyle de oldu. Altı ay
kadar bir zaman geçmişti ki, Hz. Fatıma
hastalandı. Bu hastalıktan kurtulamadı ve fani dünyaya
gözlerini kapadı.
Allah kendisinden razı olsun ve cümlemizi şefaatına mazhar eylesin!
(Amin!)
11- Rabia Hatun:
Rabia Hatun İsmail-i
Adeviyye'nin kızıdır. Basralı olan bu hanım, Hicrî
birinci veya ikinci asırda yaşamıştı. Züht ve
takvasiyle meşhurdur. Bir gün Cenab-ı Hakk'a dua ederken:
,,Ya Rabb'i! Sen, seni seven gönlü ateşle yakar
mısın?" demişti. Bunun üzerine gaibten bir ses işitmişti:
,,Merhametli olan Rabb onu yapmaz. Sû-izanda
bulunma!"
Zamanın büyük zatlarından Hasan-ı Basrî Hazretleri, hanımı vefat ettiği
bir sırada, evlenmek üzere Rabia Hanım'a teklif ettiğinde Rabia Hanım ona
bir takım sualler sorar ve şu mealde bir şiir okur:
,,Ben rahatımı yalnızlıkla buluyorum, benim
dostum dâima Cenab-ı Hakk'tır,
Allah aşkına bir bedel bulamadım, benim kırlardaki mihnetim O'na olan
aşkımdandır.
Nerede bulunursam O'nun güzelliğini görürüm, O, benim
mihrabım, kıblem O'na doğrudur.
Ey Rabb'im! Hayatım, menşeini, neşv-ü nemam kaynağını
dâima senden alır.
Ben halkı terk ettim,
sana
ulaşmak isityorum, İşte budur benim en büyük arzum!"
Müctehidlerden Süfyan-i Sevri Hazretleri de o devirde
yaşamıştı. Bu zat zaman zaman bu Hanım'ın
ziyaretine gider, şüphe ettiği bazı meseleleri ondan sorardı. Bir gün
Süfyan-ı Sevri ona şöyle bir sual sormuştu: ,,Senin
iman hakikatin nasıldır? Cenab-ı Hakk'a olan itikatın ne
merkezdedir?"
Bu soruları Rabia Hazretleri şöyle cevaplandırdı: ,,Ben,
cehennem korkusundan veya cennet sevgisinden dolayı Allah'a ibadet etmem.
Çünkü bu maksatla yapılan ibadet ırgatlıktır.
Benim Rabb'ime ibadetim, O'na olan sevgi ve aşkımdan ileri gelmekte ve O'na
kul olma şerefinden doğmaktadır!" demiş ve arkasından da aşağıda mealini
vereceğimiz şiiri okumuştu:
,,Ya Rabb'i! Ben seni iki sevgi ile severim;
Sevgimin biri, benim
sana
olan aşk ve mehabetimdendir.
Diğeri de senin sevilmeğe lâyık olduğundandır; Benim
sana
olan aşk ve iştiyakımın sonucu,
Senden başkasının sevgi ve meşguliyetini terk edip sırf seni zikir ve
fikir etmemdir,
Ve senin sevilmeğe lâyık olduğunun sonucu da bana şühûd mertebesini ihsan
buyurmandır!
Seni medh ve sena etmek bu kadar değildir,
herhalde hamd-ü şükür senindir ve sana aittir."
İrfan sahibi, gerçeğe ermiş, keşif ve kerameti
görülmüş olan Rabia Hazretleri, Hicrî (135) veya (185) tarihinde vefat
etmiştir. Cenab-ı Hakk kendisinden razı olsun!
12-Fıdda:
Fıdda Hatun da Allah dostlarından biridir.
Rivayete göre, kendilerinin dişi bir koyunları vardı; bu koyundan
bal ve süt sağardı. Bu hal kendisinden
sorulduğunda, şöyle anlatmıştır:
,,Benim tertemiz, doğru ve dürüst bir kocam
vardı. Ve biz fakir bir aile idik.
Bir kurban bayramında tek bir koyunumuz vardı.
Kocam ,,Bu koyunu kurban edelim!" dedi. Ben ise,
,,Etmiyelim; Çünkü bizim bu koyuna ihtiyacımız var. Cenab-ı Hakk
bizim fakir olduğumuzu biliyor. Bize kurban lazım değildir!.."
dedim. O gün bize bir misafir geldi. Bizim ise misafire
yedirecek bir şeyimiz yoktu. Ben kocama:
,,Ne yapalım! Bu, bir
misafirdir. Buna ikram etmek lazım. Sen
şu koyunu kes de misafire yemek yapalım..."
dedim. Kocam bana:
,,Hanım! Korkarım ki çocuklar ağlar..." dedi. Bunun üzerine ben kocama:
,,Koyunu götür, duvarın arkasında kes!
Çocukların haberi olmasın!" dedim.
Kocam, koyunu kesmek üzere, evin duvarı arkasına
götürdü. Ben evdeydim.
Bir de ne göreyim; duvarın arkasından bir koyun eve atlayıverdi.
Kendi kendime ,,Kocam koyunu kaçırdı!" dedim.
Ve olup biteni görmek için dışarıya çıktım, kocamın
yanına gittim. Gördüm ki, kocam koyunu kesmiş,
derisini yüzüyordu. Yine kendi kendime: ,,Acaîb
bir şey! Demek ki, Cenab-ı Hakk bize alelade bir koyunun yerine daha hayırlı
bir koyun göndermiş!.." dedim.
Allah dostu bu kadın devam ederek:
,,Bizim kesip misafire ikram ettiğimiz
koyundan yalnız süt sağılırdı. Misafire, Allah için yaptığımız ikramdan
dolayı, Allah bize hem süt, hem bal sağılan bir
koyun ikram etti..." dedi.
Allah dostu bu kadın devam ederek:
,,Bizim bu koyunumuz,
müridlerin kalplerinde otlar.
Eğer müridler kalplerini hoş ve temiz tutarlarsa bu koyunun
sütü de hoş ve bol olur..."
Bu sözüyle de Allah
dostu Hanım, şunu anlatmak istemişti: Bizim kalplerimiz Allah'a karşı hoş ve
temiz olduğundan, elimizde olan her şeyimiz hoş ve temiz olmuştur.
Siz de kalbinizi hoş ve temiz tutarsanız, sizin de
elinizdeki her şey hoş ve temiz olur. Çünkü kalp
temizliğiyle sırlar keşfolur, kerametler hasıl olur.
Veli olmak, keramet sahibi olmak için mutlaka bir şeyhe
bağlanmak şart değildir. Mürşid-i Kâmil bir şeyhe
bağlanmak ve ondan ders almakla veli olmak mümkün olabileceği gibi, bir
şeyhe bağlanmaksızın ve ondan ders almaksızın da insan veli olabilir, gerçek
manada Allah dostu olabilir. Yeter ki, Allah'ın
emirlerini istenilen şekilde yerine getirsin, yasaklarından da son derece
kaçınsın. Bir insan, Allah'ı sevdiği için Allah'ın hoşuna giden bir
iş yaptı mı, Allah da onu sever, onun hoşuna giden lütuf ve ikramda bulunur,
keramet olarak hiç hatır-ü hayâle gelmeyen yerden onu rızıklandırır.
Nitekim Hz. Meryem'e de keramet olarak rızık
göndermişti.
Esasen Kur'an-ı Kerim Evliyaullah'ı (Allah dostlarını) şöyle tarif eder:
,,Herkes bilsin kî: Allah dostlarına ne bir
korku vardır, ne de bir üzüntü. Onlar iman edip takvalı
olanlardır. (Emirleri hakkıyle yerine getirip
yasaklardan son derece sakınanlardır.)"

13- İbrahim, Musa ve Yahya adındaki üç gencin annesi:
Mustadraf ve benzeri
kitaplarda anlatıldığına göre, Abdullah b. Mübarek şöyle anlatır;
,,Hacc yolculuğu için çıkmıştım.
Yolda bir karartı gördüm.
Yanına yaklaştım. Baktım ki, ihtiyar bir kadın.
Sırtında yünden bir elbise, başında yine yünden bir örtü
var. Kendisine selam verdim. O, ,,Merharnetli
Rabb katından onlara selam vardır!" mealindeki Yasin Suresi'nin 58.
ayetini okuyarak selamımı aldı.
Kendisine, ..Buralarda ne duruyorsun?" diye
sorduğumda, o ..Allah'ın şaşırttığını doğru yola alacak
yoktur!" mealindeki Zümer Suresi'nin 36. ayetini
okudu. Bundan anladım ki, yolu şaşırarak orada kalmış.
,,Nereye gitmek istiyorsun?" dedim. O,
,,Gecenin bir parçasında kulu (Hz. Muhammed'i) Mescid-i Haram'dan
Mescid-i Aksa'ya götüren Allah'ın şanı yücedir!" mealindeki İsra Suresi'nin
ilk ayetini okudu. Bundan anladım ki, haccdan dönmüş,
Kudüs'e gitmek istiyor. ,,Kaç gündür
buradasın?" diye sordum. O, ,,Tam üç gece"
mealindeki Meryem Suresi'nin 10, ayetini okudu ve orada üç günden beri
kaldığını anlatmak istedi. Yanında yiyeceğin var mı?"
diye sordum. O, ,,Beni
yedirip içiren O'dur (Allah'tır)!" mealindeki Şuara Suresi'nin 79.
ayetini okudu. Bundan anladım
ki, kendisi hâl ehlidir; Allah dostudur. ,,Ne
ile abdest alıyorsun?" diye sordum. O, ,,Su
bulamazsanız, temiz toprakla teyemmüm ediniz!" mealindeki Maide Suresi'nin
6. ayetini okudu. Bundan
anladım ki, teyemmümle namazını kılıyor. ,,Benim
ekmeğim vardır, ister misin?" diye sordum. O, ,,Sonra
orucu geceye kadar tamamlayın!" mealindeki Bakara Suresi'nin 187.
ayetini okudu. Anladım ki,
kadın oruç tutuyor. ,,Bugün Ramazan değil"
dedim. O, ,,Şayet bir kimse gönülden bir hayır
işlerse, Allah onun karşılığını verebilir!" mealindeki Bakara Suresi'nin
158. ayetini okudu. Anladım
ki, kadın nafile oruç tutuyor. ,,Benim
gibi niye konuşmuyorsun?" dedim. O, Yanında hazır bir gözcü olarak (iki
melek) söylediği her sözü zabt ederler" mealindeki Kaf Suresi'nin 18.
ayetini okudu. Anladım ki,
mâ-lâ-yaniden sakınıyor. Kimin nesi olduğunu
kendisine sordum. O, Bilmediğin şeyin ardına düşme!
Doğrusu kulak, göz ve kalp bunların hepsi o şeyden
sorumlu olur!"
mealindeki İsra Suresi'nin 36.
ayetini okuyarak cevap verdi. Bunu sormamın iyi
olmadığını anladım ve kendisinden özür diledim.
Bunun üzerine O, Bugün azarlanacak değilsiniz, Allah sizi bağışlar!"
mealindeki Yusuf Suresi'nin 92. ayetini
okuyarak beni teselli etti. Kendisine sordum:
,,Ben seni, kendi deveme bindirerek, kafileye yetiştirirsem olur mu?" O,
Hayırdan neyi işlerseniz, Allah bilir!" mealindeki Bakara Suresi'nin 197.
ayetini okudu. Bundan memnun olacağını anladım. Deveyi binmesi için
çöktürdüğumde, o, ,,Mü'minlere söyle, gözlerini yumsunlar..." mealindeki Nur
Suresi'nin 30. ayetini okuyarak kendisine bakmamamı söylemek istediler.
Kendi kendine deveye binmeye çalışırken elbisesi yırtıldı. Bunun üzerine,
Başınıza gelen her hangi bir musibet, ellerinizle işlediğinizden ötürüdür!"
mealindeki Şûra Suresi'nin 30. ayetini okuyarak ve bir taraftan da, Bütün
canlı cinsleri yaratan O'dur. Gemiler ve hayvanlardan, üzerlerine oturasınız
diye size binekler vermiştir. Bunların üzerine oturunca, Rabb'inizin nimetmi
anarak, bunları emrimize veren ne yücedir; zaten bizim gücümüz bunlara
yetmezdi. Şüphesiz Rabb'imize döneceğiz demeniz içindir!" mealindeki Zuhrüf
Suresi'nin 13-14. ayetlerini okuyarak deveye bindi. Ben devenin yularını
alarak sayha ve sürate başladığımda, o, ,,Yürüyüşünde
tabiî ol; sesini kıs! Seslerin en çirkini, şüphesiz ki merkeplerin sesidir!"
mealindeki Lokman Suresi'nin 19. ayetini okudu. Ben bu sefer elimi kulağıma
atarak şiir okumaya başladım. Bunun üzerine o, ,,Kur'an'dan kolay geleni
okuyunuz!" mealindeki Müzzemmil Suresi'nin 20. ayetini okuyarak bana vaaz ve
nasihatta bulundu. Ben de kendisine hitaben: ,,Sana çok hayır verilmiş!"
dedim ve bu sözümle kendisinin güzel nasihatta bulunduğuna işaret etmek
istedim. O, Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır!" mealindeki Zümer
Suresi'nin 9. ayet-i kerime'sini okudu. Biraz yol aldıktan sonra, ,,Kocan
var mı?" diye sordum. O, ,,Ey iman edenler! Size açıklanınca, hoşunuza
gitmeyecek şeyleri sormayın!" mealindeki Maide Suresi'nin 101. ayetini
okuyarak hiç sormayın demek istedi. Bundan sonra ben de artık kendisine bir
şey sormadım.
Yolumuza devam ettik. Kafileye yetiştik. O zaman kendisine, ,,Kafilede
kiminiz vardır?.." dedim. O, ,,Mal ve oğullar
dünya hayatının zinetidir!" mealindeki Kehif Suresi'nin 46. ayetini okudu.
Bundan anladım ki, kafilede oğulları var. Kendisine, ,,Oğulların kafilede
necidir?" diye sordum. O, ,,Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar!"
mealindeki Nahil Suresi'nin 16. ayetini okudu. Anladım ki, oğulları kafilede
kılavuzluk yapıyorlar. Oğullarının adlarını sorduğumda, o, ,,Allah ibrahim'i
dost edindi!", ,,Allah Musa ile konuştu!", ,,Ey Yahya! Kitab'a kuvvetle
sarıl!" meallerindeki ayetleri okuyarak ibrahim, Musa ve Yahya adında üç
oğlu olduğunu söylemek istedi. Bunun üzerine ben de, ..İbrahim!
Musa! Yahya!" diye seslendim. Üç delikanlı geldi. Yüzleri ay gibi idi.
Annelerinin yanına gelip oturdular. Anneleri onlara, Paranızla birinizi
şehre gönderiniz. En iyi yiyeceklere baksın ve size getirsin!" mealindeki
Kehif Suresi'nin 19. ayetini okudu. Oğullarından hemen biri şehre gidip
yiyecek getirdi. Ve annelerinin önüne koydular. Kadıncağız, ,,Geçmiş
günlerinizde peşinen işlediklerinize karşılık afiyetle yeyiniz, içiniz!"
mealindeki Hakka Suresi'nin 24. ayetini okuyarak bana ikram etmek istedi.
Ben bu kadının oğullarına dönerek, Annenizin bu hali nedir? Neden hiç
konuşmuyor? Hep ayetle cevap veriyor. Bunları bana
haber vermedikçe yemeğinizden yemem!" dedim. Onlar: ,,Bu, bizim
validemizdir. Hata söylerim korkusuyla kırk senedir böyledir; hep Kur'an-ı
Azimüsşan ile konuşur, başka bir söz konuşmaz!" diye cevap verdiler. Ben de
kendilerine: ,,Bu Allah'ın fazlıdır. Allah dilediğine verir!" mealindeki
ayeti okuyarak annelerini takdir ve tebrik ettim.
Evet, hanım kardeşlerim! Herkes bilmeli ki, kadınlar
arasında da kayda değer, fazilet ve irfan sahibi, takdir ve hürmete lâyık
böyle hanımlar da çıkabiliyor. Bütün mesele iman ve takvadadır. Sağlam
inanmak, sağlam tevekkül, sağlam âmel ve bütün bunların üstünde de sağlam ve
güzel niyyet. Gerisi kolaydır. Kadın olsun, erkek olsun, zengin olsun, fakir
olsun, köle olsun, efendi olsun fark etmez...
ŞEHİD VE MÜCAHİD
KADINLAR
Kadınlar arasında hak uğrunda cihad yapan, Allah yolunda savaşan ve bu yolda
yara alan, evladını kaybeden, şehid olan hanımların sayısı da az değildir.
Bunların sadece bir kaçına burada işaret edeceğiz:
14-
Sümeyye Hatun:
Peygamber
Efendimiz'e iman eden kadınlardan ilk şehid olan kadın Sümeyye'dir. Sümeyye
Hatun; Yasir'in hanımı, Ammar'ın da annesidir. Bu aile toptan müslüman
olmuştu. Mekke'de kendilerini himaye edecek kimseleri yoklu. Mekke'nin azılı
kâfirleri bu ailenin fertlerini işkenceden işkenceye uğratırlardı.
Yine bir gün kâfirler, Mekke'nin Betha deresinde bu aileye işkence
yapıyorlardı. Peygamberimiz (s.a.v.) cıkageldi. Yasir ailesine hitaben:
,,Sabredin Ey Yasir Ailesi! Sabredin Ey Yasir Ailesi! Sabredin Ey Yasir
Ailesi! Sizin mükâfatınız cennettir. Sabredin Ey Yasir Ailesi!" diyerek
onları teselli etmişti.
Bir müddet sonra Yasir, bu işkencelere tahammül edemiyerek ölmüştü. Ebu
Cehil Sümeyye'ye:
- Sen Muhamrned'in güzelliğine aşık olduğun için müslüman oldun, demişti.
Sümeyye de ona karşı ağır konuştu. Bunun üzerine iyice küplere binen Ebu
Cehil mızrağını Sümeyye'nin vücuduna saplıyarak şehid etti.
İslam tarihinde kadınlardan ilk şehid olan Yasir'in Hanımı Sümeyye'dir.
Allah kendilerinden razı olsun!
15-
Nesibe Hatun:
Nesibe Hatun; Ensardan (Medineli müslümanlardan)
Zeyd b. Asım'ın hanımıdır. Akabe'de Peygamberimiz'le görüşüp müslümanlığı
kabul edenler arasındadır. Bilhassa Uhud Savaşı'nda çok yararlıklar
göstermiştir. Şöyle ki:
Nesibe adındaki bu kadın, kocası ve iki oğlu ile birlikte Uhud Savaşı'na
gelmişti. Savaşın çok kızıştığı bir sırada bu hanım, çok mühim
kahramanlıklar göstermiş, nice kâfirleri yere sermişti. Hatta bir ara
Peygamberimiz'e yapılan hücumlara karşı durmuş, bu arada bir kâfiri de
vurarak atından düşürmüştü. Bu arada kendisi de çok yara almıştı. Bu
ailenin, Uhud Savaşında gösterdikleri yararlıklarından dolayı Peygamberimiz
(s.a.v.) çok memnun olmuş, kendisi, kocası Zeyd ve oğulları Habip ile
Abdullah hakkında şöyle dua etmişti:
,,Ya Rabb'i! Bunları cennette bana komşu eyle!"
16-
Ümm-i Haram:
Cenab-ı
Peygamber Efendimiz'in takdirini kazanan kadınlardan birisi de Ümm-i Haram
idi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, bazen bu hanımın evine gider, güneşin
hararetli olduğu zamanlarda orada uyur ve istirahat ederdi. Peygamberimiz,
bir gün uykusundan uyanınca tebessüm ederek (gülümseyerek) Ümm-i Haram'a
gördüğü bir rüyayı şöyle anlatır:
,,Ümmetimden bir takım insanlar bana arzolundu (gösterildi). Gördüm ki
onlar, padişahlar gibi tahtlar üzerinde Akdeniz'de yürüyorlardı."
Bu müjdeyi işiten Ümm-i Haram:
,,Aman Ya Resulailah! Cenab-ı Hakk'a dua et, ben de onların içinde olayım
ve o savaşta bulunayım!.." diye yalvarır.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de: ,,Sen onların
içindesin!" diye buyurmuştur.
Peygamberimiz'in gördüğü bu rüya meğerse Kıbrıs adasının fethini
müjdeliyormuş. Hazreti Osman zamanında Kıbrıs üzerine sefer yapılır, ordu
gönderilir. Ümm-i Haram ile kocası Ubade b. Samit de Kıbrıs'a sefer yapan bu
orduya katılmışlardı. Denizi geçerler. Adaya çıktıklarında, Ümm-i Haram
bindiği hayvanın sırtından düşerek şehid olmuş olur. Allah kendilerinden
razı olsun!
17- Nine Hatun
ve Arkadaşları:
Müslüman Türk hanımları arasında yetişmiş örnek
hanımlar sayılamayacak kadar çoktur. İlimleriyle, irfanlarıyla varlık
göstermişler, akıl ve zekâda ileri gitmişler, zaferden zafere koşan
kahramanlar yetiştirmişler, savaşlarda gösterdikleri cansiperane
çarpışmalarıyle dillere destan olmuşlardır. Bunlardan sadece birkaçının
ismini vermekle yetineceğim:
Nine Hatun, Erzurum'lu olup Kadir adında bir zatın kızıdır. Bu hanımın
tarih sayfalarına geçmesi 1877-1878 yıllarında Erzurum'un Aziziye
tabyalarında meydana gelen Ruslar'a karşı savaşta gösterdiği kahramanlık
olmuştur.
Selçuk Kantarcıoğlu, ,,Tarih Yolunda Erzurum" adlı mecmuanın birinci
sayısındaki (1877-1878) 93 muharebeleri başlıklı yazısında Erzurum'lu
hanımların savaşa nasıl katıldıklarını anlatırken derki:
,,Kadir Kızı Nine Hatun ve diğer kadınlar kafilesi, erkeklerle dirsek
dirseğe
ve onlara ayak uydurarak birer ok gibi düşman üzerine koşuyorlardı.
Ordu ve millet bir işaretle bir sel gibi tabyalar üzerine atıldılar. Tarihin
görmediği bu hal, ressamların bile ürpererek çizemiyecekleri bir tablo idi."
Bu kanlı savaşa Nine Hatun'dan başka katılanların bazıları da şunlardır:
Köse Mehmet Ağa'nın karısı Şerife Hanım, Kara Fatma, Topal Gülizar, Kadir
kızı Name, Haydar Kızı Gürbüz...
18- Kara Fatma:
Ahmet Cevdet Paşa ,,Ma'ruzat"ında bu Kara Fatma'nın
Girit aşiretine mensup bir hanım olduğunu kaydeder. Meşhur Sivastapol
destanında Kara Fatma şöyle yer almıştır:
,,Beş, altı gün sonra Kara Fatma-i
Gazi
Nisalar kahramanı, şeref-razi
Beş, altı yüz kişiyle geldi ol an
Kamusu hep süvari-i namdaran
Onların namı var Türkmen ilinde
Kılıç belinde, kargı kollarında
Onlar çok kırdı düşman, döktü kanın
Şehit oldu karındaşı nisanın
O hatun kendi dahi yaralandı."
Abide ve Kitabeleriyle Erzurum Tarihi"
adlı kitapta şu satırları okuyoruz:
,,Bu Kara Fatma'nın Kırım Savaşına 30 yaşında katıldığı kabul edilirse,
Erzurum Savaşında 44 yaşlarında olması lazımdır... Biz de Aziziye şehidi
olan Kara Fatma'nın bu Kara Fatma olduğunu kabule taraftarız. Ahmet Muhtar
Paşa bu Türkmen kızını yakından tanıyordu. Ruslar'a karşı savaş açılınca
Kafkas cephesine koşmuş ve Aziziye'den Ruslar'ı kovarken de şehidlik
şerbetini içmiştir.'.."
İstiklal Savaşı'nda da müslüman Türk kadınlarının gösterdikleri
fedakârlık ve yararlıklar herkesçe malumdur. Anadolu'nun cefakâr, vefakâr
hanımı, namusunu korumak, vatanından düşmanları kovmak için elinden gelen
her şeyi yapmış, kağnısını koşarak, omuzunda mermi taşıyarak cepheye koşmuş,
savaşın kazanılmasında üzerine düşeni hakkıyla yapmıştır.
Bu savaşta çok yararlık gösteren bir başka Kara Fatma da kayda değerdir.
Allah, hepsinden razı olsun!
Evet, hanım kardeşlerim! Geçen satırlarda da gördüğümüz gibi, savaş,
aslında erkeklere farzdır, hem de farz-ı kifayedir. Fakat vatan ve
mukaddesat tehlikeye düştüğü vakit, erkek-kadın yediden yetmişe savaş artık
her müslümana farzdır; erkek- kadın herkesin silaha sarılarak düşmanın
karşısına çıkması lazımdır, işte Aziziye ve İstiklal Savaşlarında böyle
olmuştur.
HİKMET
KONUŞAN KADINLAR
Kadınlar arasında güzel konuşan, yerinde konuşan, hakikat ve hikmetten
bahseden, ibret dersi veren ve bu yolda öğüt ve nasihatta bulunan hanımların
sayısı da çok fazladır. İşte birkaçı:
19-
Harka Hanım:
Harka,
Acemistan'ın Irak velilerinden Numan b. Münzir'in kızıdır. Irak, müslümanlar
tarafından fethedilince, bu ailenin de devlet ve riyaseti elden gitmiş
oluyor. Harka da dünyayı terk ederek rahibeler gibi dolaşıyor. Bir gün hep
aynı kıyafette olan cariyeleriyle birlikte Irak Fatihi Sa'd b. Ebi Vakkas'ın
huzuruna vardılar. Harka'nın elbiseleri de cariyelerin elbiselerinden farklı
olmadığı için Sa'd b. Ebi Vakkas, ,,Harka içinizde mi?" diye sormuştu.
Harka:
-Evet, işte benim, demişti. Sa'd, Harka'ya:
-Bu halin ne böyle? diye sorunca Harka, şu cevabı vermişti:
-Sormaya ne hacet! Dünyanın hali işte böyle, halden hale değişiyor, bir
kararda kalmıyor. Bir vakitler buraların padişahı iken, herkes bizim
emrimizde iken devletimizin müddeti bitti, saltanatımız gitti. İşte bu hale
geldik... dedi. Ve şu şiiri okudu: ,,Bir zamanlar insanlara hükmedip
başkanlık yapan bizler iken, şimdi devletsiz ve nimetsiz kaldık
Şunun bunun insaf ve yardımına muhtaç olduk. Of! Şu dünyaya ki, nimet ve
lezzetinin devamı yok!"
Orada bulunan Amr adındaki müslüman da ona: ,,Sen o Harka'sın ki,
kiliseye giderken, yol boyunca ayakların altına kumaşlar serilirdi. Böyle
iken devlet ve saltanatınızın gitmesine sebep ne oldu?" diye sormuştu. Harka
şu cevabi verdi:
,,Zaman öyle birzamandır ki, efendileri köle, köleleri efendi yapar,
padişahı tahtından indirir, köleyi padişah yapar. Azizleri zelil, zelilleri
de aziz yapar. Bu, dünyanın âdetidir. Bilinmeyen bir hal değildir. Bunun
için başımıza gelen bu hali biz yadırgamadık, normal karşıladık."
Sa'd b. Ebi Vakkas, bu hanımın ihtiyaçlarını karşılayarak onu memnun
eder. Harka Sa'd'ın yanından ayrıldıktan sonra:
,,Sa'd'dan ne muamele gördün?" diye soranlara şu şiiri okuyarak cevap
verir:
,,Zimmetimi korudu, bana ikramda bulundu. Zaten kerim olan kerim olana
ikramdan başka bir şey yapmaz."
20-
Hansa Hanım:
Hansa, en meşhur şair bir kadındır. Hem cahiliyet
çağını yaşamış, hern de ashab devrini yaşamıştır. Müslüman olan bu kadın,
Hz. Ömer zamanında Kadisiye savaşına katılmış ve bu savaşa beraberinde dört
oğlunu da götürmüştü. Bir akşam oğullarına şu nasihati yapmıştı:
,,Ey benim oğullarım! Sizler kendi isteğinizle müslüman oldunuz ve yine
kendi isteğinizle, vatanınızı terk ederek, buraya geldiniz. Kendinizden
başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, sizler hep bir ananın oğlu
olduğunuz gibi, bir tek babanın da evladısınız. Ben sizin babanıza asla
hiyanet etmedim, dayılarınızı rüsvay etmedim. Soyunuzu değiştirip şerefinize
leke kondurmadım. Siz biliyorsunuz ki, kâfirlerle savaşan mü'minlere büyük
sevap hazırlanmıştır. Ve biliniz ki, baki olan ahiret hayatı, fani olan
dünya hayatından hayırlıdır. Ve Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'inde şöyle
buyurur:
,,Ey o iman edenler! Zahmet ve şiddetlere sabredin, muharebede sebat
gösterin, sınırları bekleyin, Cenab-ı Hakk'a karşı gelmekten, yasaklarını
işlemekten sakının ki, kurtuluş ve yükselişe eresiniz." 
Yarın sabaha sağ salim çıkarsanız, gözünüzü açarak ve Allah'tan yardım
isteyerek düşmanla savaşa giriniz. Harbin kızıştığı bir sırada, fırsat
bulursanız, kâfirlerin reis ve kumandanlarına saldırınız. Böyle yaparsanız
zaferi kazanır, ganimet elde eder, Cennet-i Âlâ'da ikram görürsünüz!.."
Oğulları, annelerinin bu nasihatlerini tutarak ertesi gün, savaşa
girişirler. Savaşta çok yararlıklar gösterirler, sonunda dördü de şehid
olur. Hansa, oğullarının şehid oldukları haberini alınca memnun olduğunu
izhar eder ve şöyle der:
,,Hamd olsun Allah'a ki, oğullarıma şehidlik nasib etti. Beni, bu şerefle
şereflendirdi, beni şehidler annesi yaptı. Şimdi Rabb'imden benim ümidim
cennette beni şehid oğullarımla birleştirmesidir!" Allah, kendisinden de
oğullarından da razı olsun!
21- Harise kızı Emame:
Emame, Rabia kabilesinin eşrafından Avfın
karısıdır. Kızı Ümm-i Ünas'ı, Kinde hükümdarından Haris adında bir zata
kocaya vermişti. Ümm-i Ünas, kocasının evine götürüleceği bir sırada, anası
Emame ona şu nasihati yapmıştı:
,,Bak, yavrum! Bir kimseye öğüt ve nasihat, o kimsenin edep ve
terbiyesine, haysiyet ve asaletine binaen terk edilmesi lazım gelse idi,
benim de şimdi sana nasihat etmeme hacet kalmayacaktı. Fakat nasihat, bilene
hatırlatmak, bilmeyene de öğretmek olacağından herkes hakkında faydalıdır...
Kızım! Anne ve babasının servet ve zenginliğinden dolayı, bir kızın
kocaya gitmeğe ihtiyacı olmasaydı, senin hiç olmazdı. Fakat öyle değildir.
Erkekler, bizim için yaratıldığı gibi, bizlerde erkekler için yaratılmış
bulunmaktayız.
Kızım! Sen annen ve baban evinden, büyüyüp yürüdüğün yuvadan çıkıp
bilmediğin ve ömründe ülfet etmediğin bir adamın evine gidiyorsun.
Şimdi o kimsenin rızasını gözetecek, cariyesi gibi, ona itaat et ki, o da
sana kul ve köle olsun. Yani seni sevip senden hoşnut olsun. Şimdi ben sana
on şey söyliyeceğim; bunları ezberleyip gereğini yerine getir ki, kocan ile
güzel yaşayabilesin:
1- Kocan sana yiyecekten, giyecekten her ne getirirse, onu beğenip
candan kabul etmelisin.
2- Emrettiği şeyleri yapmalı, yasak ettiği, yapma dediği şeyleri
de yapmamalısın. Sözünü dinleyip kendisine itaat etmelisin.
3-4- Evin içi olsun, kendi üstün başın olsun, bunları tertemiz
tutmaya dikkat etmelisin; her taraf gül gibi olsun. Gözükmesi veya kokusu
hoşa gitmeyen şeylerden son derece sakınmalısın ki, kocanı iğrendirip
gözünden düşmeyesin.
5-6- Uyuyacağı ve yemek yiyeceği vakitlere dikkat etmelisin; hangi
vakitlerde ve hangi saatlerde yemek yemeği ve yatmayı adet edinmiş ise, işte
o vakitleri gözetip tam zamanında yemeğini vermeli, döşeğini sermelisin.
Çünkü açlık insanı ateşlendirir, uykusuzluk ise öfkelendirir.
7-8- Kocanın malını muhafaza etmelisin. Parasını israf ve teleften
korumalısın. İtibarını gözetip akraba ve dostlarına hürmet etmelisin.
9-10- Hiçbir şeyde ona isyan ve muhalefet etmemelisin. Sırrını
kimseye ifşa etmemelisin. Çünkü emrine isyan edersen, sözünü dinlemezsen,
kocanı kendine kin bağlatırsın; sırrını ifşa edersen gadir ve cefasından
emin olamazsın.
Kızım! Kocan kederli ve üzüntülü olduğu sıralarda, sakın yanında ferahlı
durmayasın, sevinçli ve neşeli zamanlarında da sakın keder ve üzüntü
göstermeyesin!.."
Emame Hatun'un, gelin olarak göçüreceği kızına yaptığı öğüt ve nasihat
burada bitti. Çok yerinde olan bu nasihati, hanım kardeşlerimiz ezberleyip
kocaya verecekleri kızlarına öğretmeleri ve öğütlemeleri, hatta yazıp gelin
hanımın cebine koymaları gerekir. Kurulacak yeni evin huzuru, yeni hayatın
tadı, gelin hanımın bütün bu öğütleri yerine getirmesine bağlıdır...
22- Zübeyde Hanım:
Zübeyde Hanım, Abbasi halifelerinden Harun-i
Reşid'in karısıdır. Her bakımdan örnek bir kadındır. Ahlak ve faziletçe çok
üstün bir değer taşır. Dedesi Mansur, onu çok sevdiği için edep ve
terbiyesine önem vermiş, ona okumayı ve yazmayı öğretmiştir. Kur'an
okumakta, yazı yazmakta, şiir yazmada mühim varlık göstermiş, evin
duvarlarını örten perdeleri güzel şiirlerle süslemiştir.
Zekâsı kuvvetli, aklı çok, ileri görüşlü olduğu için, kocası Harun-i
Reşid devlet ve siyaset işlerinde onunla sık sık istişare eder, fikirlerini
sorardı. Hele onun hayırseverliği her tasavvurun üstünde idi; fakirleri
koruması, düşkünlere yardım etmesi fevkalâde idi. Ayrıca medreseler,
hastaneler, camiler yaptırmış, sular getirtmişti. Kendi ismiyle anılan içme
suyunu, çok uzaklardan Mekke'ye getirtip Mekke'nin su sıkıntısını gidermesi
kayda değer bir hayırdır.
Otuz bin liraya yazdırdığı Kur'an-ı Kerim'i ilk eline alıp açtığında Al-i
İmran Suresi'nin, Sevdiğiniz şeyi vermedikçe iyi bir hayır yapmış
sayılmazsınız! mealindeki 92. ayet-i kerime'sini okur ve şöyle der:
,,Şu anda benim için en sevgili şey, bu Kur'an-ı Kerim'dir. Bu ayete göre
ben bunu sadaka olarak vermedikçe iyi bir hayır yapmış sayılamam. Buna
binaen bu Mushaf-i Şerif benden sadaka olsun!.."
Hicrî 316 tarihinde vefat etmiştir. Cenab-ı Hakk kendisine bol bol rahmet
eylesin!
EVLİLİK VE NİKÂH
Dünya hayatı; şeref ve değerini, canlılık ve şenliğini insanla bulur. İnsan
hayatının devam ve bekası, huzur ve sükûnu, saadet ve mutluluğu da insan
çiftlerinin bir araya gelmesiyle, karı-kocanın bir çatı altında
birleşmeleriyle mümkündür. İnsansız dünya, bir şeye yaramıyacağı gibi
hanımsız bir hayat da bir şeye yaramaz.
Esasen her şey çift yaratılmıştır: Gece-gündüz, yaz-kış, kuru-yaş,
ruh-beden, dünya-âhiret, cennet-cehennem hep çifttir. Cenab-ı Hakk Kur'an-ı
Kerim'de şöyle buyurur:
,,İbret alasınız diye (Allah) her
şeyi çift çift yaratmıştır. 
Kâinatın nizam ve düzeni, bu çiftlerin yanyana gelmesine, birbirlerini
takip etmesine veya tamamlamasına bağlıdır. İşte erkek-kadın da bu ciflerden
biridir. Bunlar da yanyana gelir, birbirlerini tamamlar, evlilik hayatını,
ailenin mutluluğunu temin ederler ve nihayet insan neslini devam ettirirler.
Bunun için, ilk insan olan Hz. Adem, yaratılır yaratılmaz, eşi Havva da
yaratılmıştır. Adem Aleyhisselam ilk baba olduğu gibi, Hz. Havva da ilk
annedir. Geçen sayfalarda da işaret ettiğimiz gibi, Cenab-ı Hakk, Hz. Adem'i
topraktan yaratmıştır. O'na yâr olmak üzere, Hz. Havva'yı da meydana
getirmiştir. Fakat Havva'yı topraktan değil de Adem Aleyhisselam'ın
vücudunun bir tarafından yaratmıştır. Bundaki hikmet, karı-koca arasında
sevgi ve saygıyı sağlamaktır. Çünkü, kadın erkekten ayrı ve ona yabancı
değildir. Kadın erkeğin bedeninin bir gücü ve onun bir parçasıdır. Tarihte
ilk karı-koca bunlar olmuştur. Ve bütün insanlığın soyu, bunlara ve bunların
meydana getiridiği aileye dayanır. Ve işte bu itibarladır ki, her insan
kardeştir.
Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur:
,,Ey o bütün insan kümeleri! Rabb'inize karşı gelmekten sakının
ki, sizleri tek bir şahıstan yarattı ve o bir şahıstan da eşini halk etti ve
ikisinden birçok erkek ve dişiler yarattı (ve dünyaya yaydı)..." 
,,Sizi topraktan yaratması, O'nun
(Allah'ın) varlığının delillerindendir. Sonra hemen birer insan olup
yeryüzüne yayılırsınız. İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler
(hanımlar) yaratıp aranızda sevgi ve merhamet var etmesi, yine O'nun
varlığının ayetlerindendir. Bunda düşünen millet için dersler vardır. 
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de şöyle buyurur:
,,Kadın, bir kaburga gibidir. Kadın bir eğri kaburgadan yaratıldı. Onu
doğrultmaya kalkarsan kırarsın! Kırılması da talaktır." 
Demek oluyor ki; ilk babamızın asıl maddesi; hamur ve çamuru topraktır.
İlk anamızınki ise, ilk babamızdan kopma bir parçadır. Çift olarak
yaratılmaları da birbirlerini sevme, sayma, bir araya gelip aile çatısını
kurma, birbirlerine ısınma ve tamamlama hikmetine dayanır.
Fakat, erkek ile kadının bir araya gelmesi gelişi güzel değildir;
Kayıtsız, şartsız değildir. Herkesin keyfine göre değildir. Bu hususta
kaideler konmuş, kanunlar vazedilmiş, bir düzene konmuştur. Tabiattaki diğer
bütün çiftler de öyle değil mi?!. Hepsi bir
düzene, bir kanuna bağlı; rastgele bir şey yok, başı boş bırakılmamış. Her
birinin hareket ve görevi bir ölçüye bağlanmıştır. Serseri, gelişi güzel bir
şeye tesadüf edilmiyor. Yaratanın koyduğu kanunlara göre çalışıyor her şey.
Çünkü âlemin düzeni böyle olmasına bağlıdır. Aksi halde ne olurdu? Düzen
bozulur, anarşi meydana gelirdi.
Erkek-kadın münasebetleri de tesadüfe bırakılsaydı, herkesin keyfine
bırakılsaydı, kâr yerine zarar, saadet yerine felâket getirirdi, neslin
devamı yerine neslin inkırazına sebep olurdu.
İşte, bu sebeple nikâh meşru kılınmıştır. Her iki tarafın rızası alınır,
şahidler çağrılır, merasimler yapılarak etrafa duyurulur; gelin ve güveyinin
kimler olduğu, kimin kime verildiği belli olmuş olur ve nihayet ortada
kimsenin şüphesi kalmaz...
İslam'da
evliliğin manası:
Evlenmekten maksat nedir ve nasıl tarif edilir?
Bu sorunun cevabı değişik toplumlarda değişik şekiller almıştır. Bazı
toplumlarda evlenmekten maksat ekonomiktir. İktisadî hayatı, geçim hayatını
kolaylaştırmaktadır. Karı-koca biraraya gelir, ticaret ortakları gibi
birbirlerini tamamlar, ekmek bulmada ve dünya işlerini daha kolay yürütmede
birbirlerine yardımcı olurlar. Bir kısım cemiyetlerde de evlenmekten maksat
biyolojiktir; bedenin cinsel arzularını yerine getirmek, şehevî yönden
nefsini teskin ve tatmin etmektir. Bir başka ifade ile: Tarafların, daha
kolay ve her zaman şehvet duygularını gidermek için evlenmek âdet olmuştur.
Dinimizde ise, evlenmekten maksad daha başkadır; daha manalı ve daha
hikmetlidir. Fayda ve maksat, bir yönüyle topluma aittir, toplumla
ilgilidir. Hatta toplum için evlilik zorunludur. Çünkü insanoğlu, neslinin
korunmasını ve yaşamasını ancak bu suretle sağlar. İnsan toplulukları; nesil
ve zürriyetlerini, hayattaki varlıklarını ancak evlenmekle temin ederler.
İşte bu hikmete binaendir ki, Kur'an-ı Kerim, bekârları evlendirme işini
topluma vermiş, fakir oluşları mühim değildir, evlendirilmelerine mani
teşkil etmez, demiştir. Bunu Kur'an şöyle beyan eder:
İçinizdeki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli
olanları evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah onları lütfü ile
zenginleştirir. Allah lütfü bol olandır, bilendir. 
Şayet, koca olacak zat, çok fakir ve hiçbir şeye sahip değilse, o da
namusunu korusun (zinaya gitmesin). Günün birinde Allah ona da rızık verir,
zengin olur, evlenmeğe imkân bulur. İşte bu hususta bir ayet-i kerime şöyle:
Evlenemeyenler, Allah kendilerini lütfü ile zenginleştirene kadar
namuslarını korusunlar... 
Evlilikten fayda ve maksat, bir yönüyle de ferde aittir. Evlenmek erkek
ve kadın her ikisi için de zorunludur. Karı-koca bu sayede bir araya gelir,
aile hayatını kurar, birbirlerini tamamlarlar, cinsî arzularını tatmin
ederler. Aralarında sevgi ve saygı hasıl olur. Hem dünyadan zevk alırlar,
hem de ahiretlerini mâmur etmede birbirlerine yardım ederler. Bu hususu
Kur'an-ı Kerim şöyle açıklar:
İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda
muhabbet ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının
delillerindendir. Bunlarda düşünenler için dersler vardır. 
Görüldüğü gibi, dinimizde karı-koca münasebetleri o kadar mühim, o kadar
önem taşıyor ki, onların yaratılışları Allah'ın ayetlerinden oluyor.
Gerçekten çiftlerin yaratılışı, aralarında çok sıkı bir ilişkinin kurulması
ve bunun için de beden ve ruh yapılarının birbirini tamamlar halde meydana
gelişi o kadar takdire lâyık ve her tasavvurun üstünde şâyân-ı şükran'dır.
Karı ve kocadan her biri, diğerinin vakar ve namusunu, haysiyet ve
şerefini korumada ve aynı zamanda her biri öteki için bir süs
ve ziynet olmada birer elbise mesabesindedirler. Kur'an-ı Kerim bu ciheti de
şöyle anlatır:
,,Oruç tuttuğunuz günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size helal
kılındı, onlar sizin örtünüz, siz de onların örtülerisiniz!.. 
Nikâh öncesi:
Oğlunu everecek veya kızını kocaya verecek anne ve
babanın, bunlar hakkında söz vermeden önce, dikkat edecekleri bir takım
vasıflar ve hususlar vardır. Bunların başlıcalarını sıralayalım:
a) Soyunu, sopunu sormalı, asil bir aileye hısım olmalıdır;
b) Dinini, diyanetini sormalı; dine bağlı, dünya işlerinin yanında dinî
vecibelerini de yerine getiren şuurlu müslümanlarla hısım olmalıdır;
c) Kadını, sırf güzelliği için veya sırf malı için almamalıdır. Bunlar
gölgedirler, geçici şeylerdir. Ahlak ve fazileti için, asalet ve kemalâtı
için, din ve diyaneti için almalıdır; gerek damat gerek gelin ahlaklı ve
faziletli olmalıdırlar, oturmalarını, kalkmalarını bilir olmalıdırlar,
bilgili ve görgülü olmalıdırlar ve nihayet damat, baba olma sıfatına, gelin
de anne olma niteliğine bihakkın sahip olmalıdır.
Belki hanım kardeşlerim diyecekler ki:
Sizin saydığınız bu evsafta, her zaman damat veya gelin bulmak mümkün
müdür? Nerede bulacağız böylelerini?..
Cevaben derim ki:
Yetiştirmek lazımdır. Daha doğrusu yetiştirmemiz lazımdır. Tabii bunlar
ot gibi bitmezler, gökten de gelmezler. Baba ve anneler olarak bizlerin
yetiştirmesi gerekir. Çocuklarımız dünyaya gelirken şekilsiz, renksiz ve
damgasızdırlar. Adeta bal mumu gibidirler. Her şekli alabilir, her renge
boyanabilir, her damgayı alabilirler. Ona şekil vermek, ona
renk vermek ebeveynine aittir, onların
elindedir.
O halde ne yapmalıyız, nasıl davranmalıyız? Bal mumu gibi yumuşak olan
çocuklarımızı güzel bir kalıba dökelim, başka değil, İslam'ın kalıbına
dökelim, islam'ın o güzel şeklini verelim, İslam'ın rengine boyayalım ve
nihayet onlara İslam'ın damgasını vuralım, onları İslam'ın o mübarek
mühürüyle mühürliyelim. Mühürliyelim ki, şahsiyetlerini kazanmış, yerlerine
oturmuş olsunlar, kendilerini boşlukta bulup kendini bilmezlerin arkasından
gitmesinler; mukaddesatına, ailesine, milletine hatta bütün insanlığa
faydalı birer eleman olsunlar.
Bütün bunlar da neye bağlıdır, biliyor musunuz?
Bütün bunlar, islam dinini bütün veçhe ve gerçekleriyle bilmelerine,
bildiklerini aynı zamanda yapmalarına ve yaşamalarına bağlıdır. İşte o
zaman, yukarıda evsaf ve niteliklerini saydığımız şahsiyette damat ve gelin
olacakların sayısı az olmayacaktır, kolayca bulmak mümkün olacaktır. Demek
oluyor ki, bu da bizim gayretimize ve bizim yetiştirmemize bağlı imiş.
Bundan sonra, çocuk terbiyesi başlığı altında bu hususu görelim:
İSLAM'DA
ÇOCUK TERBİYESİ
Hanım kardeşlerimin, çocuklar üzerinde
çok mühim tesirleri ve hizmetleri olacağından çocuk terbiyesi meselelerini
çok iyi bilmeleri lazımdır. Bu münasebetle çocuk terbiyesinden bir parça
bahsedeceğim:
Doğum
öncesi:
Çocuk terbiyesi, çocuk daha rahme intikal etmeden
önce başlar. Damat bey, gerdek (zifaf) gecesi yatak odasına girdiğinde gerek
kendisi gerekse gelin hanım, ikişer rekat namaz kılarlar ve sonra damat
geline dönerek şöyle dua eder:
Allah'ım! Beni eşim hakkında, eşimi de benim hakkımda mübarek kıl,
beni bundan, bunu benden rızıklandır. Bizleri daima hayır işlerinde
birleştir!
Güvey, gelin hanımla münasebette bulunmak istediğinde şu duayı okur:
Allah'ım! Bunu senin emanetin olarak aldım ve senin mübarek isminle
kendime helal kıldım! Allah'ım sen bundan bana vereceğin çocuğu hayırlı,
takvalı, imanlı ve dört başı mâmur kıl (ruhen ve bedenen sağlam olsun)! Onu
bozguncu ve şeytanın ortağı olmaktan koru!
Arkasından da şu duayı yapar:
,,Allah'ım! Bizi şeytandan, şeytanı da bize nasip edeceğin çocuktan
uzaklaştır!
Çocuk, ana karnına intikal etti mi artık, ana, emaneti yüklenmiştir. Ana,
karnındaki çocuğun normal gelişmesine, sağ selim dünyaya gelmesine dikkat ve
gayret edecektir. Anneler gerek gıda almalarında gerekse hareketlerinde
mütehassıs doktorların tavsiyelerine ve tecrübe sonuçlarına tamamen
uyacaklardır. Gebelik kendini gösterir, ana ağırlaşırsa, o zamandan itibaren
ana ve baba şükrederek şöyle dua ederler:
,,Ya Rabb! Sen bize temiz ve salih bir evlat
verirsen elbette biz sana şükrederlerden oluruz!..
Doğum sonrası:
Doğum günü gelip çocuk dünyaya geldiğinde yıkanır, temizlenir ve bir beyaz
beze sarılır. Mümkün ise çocuk, ilim ve irfaniyle, amel ve takvasiyle
tanınan bir zata götürülür. Bu zat, Peygamberimiz'in yaptığı gibi, çocuğa
şekerli su içirir ve ona hayır duada bulunur. Bu zat veya çocuğun babası,
çocuğun sağ kulağına ezan okur. Ve bu suretle her şeyden önce Allah'ın
birliğini, Hz. Muhammed'in peygamberliğini, kurtuluş ve yükseliş yolunun
namazdan geçeceğini taşıyan ses ve sadâyı çocuğun kulağına duyurur ve telkin
eder. Efendimiz (s.a.v.) torunu Hasan'ın doğduğu gün kulağına ezan
okumuştur. 
Akika kurbanı:
Doğumun yedinci gününde ne yapılır? Günler
ilerleyip çocuk yedi günlük oldu mu, kurban kesilir, çocuğun başı tıraş
edilir ve saçları ağırlığınca altun veya gümüş sadaka verilir. Peygamber
Efendimiz şöyle buyurmuştur:
,,Bir kimsenin çocuğu doğar da onun namına kurban kesmek isterse,
oğlan için iki koyun, kız için de bir koyun kurban kessin! 
Bu da İslam'ın güzel gördüğü ne güzel şeydir. Mevla'sı kendisine bir
çocuk ikram etmiş, o da bunun şükrünü yerine getirmek üzere, Mevla'sının
fakir kullarına et ziyafeti vererek ikramda bulunmuştur.
Yedinci gün, çocuğun adı konur. Ad ilk günde de konabilir. Dinimiz güzel
ad takmayı tavsiye eder. Çünkü çocuk, yalnız dünyada değil, ahirette de
kendisine verilen adla çağrılacaktır. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
,,Kıyamet gününde çağrılacağınız ad, kendi adınızla babanızın adıdır.
O halde güzel ad koyun! 
Bir diğer hadis'te de şöyle buyurur:
,,Allah nezdinde en sevimli ad, 'Abdullah' ile 'Abdurrahman'dır! 
Sünnet ettirilmesi:
Çocuk yedi günlük iken sünnet ettirilirse daha
sıhhatli ve daha güzel olur.
Beslenmesi ve
öğretimi:
Ana, çocuğunu, gelişi güzel değil de belli vakitte
emzirmeli, belli vakitte yatırmalı, belli vakitte kaldırmalıdır. Yani bunlar
usulüne uygun ve bir program dahilinde olmalıdır. İki yaşından sonra hemen
sütten kesilmelidir. Daha önceden de sütten kesilebilir. Sütten kesildikten
sonra, çocuğunu usulüne uygun şekilde beslemeli, vücudunun normal gelişmesi
için gereken besi maddelerini vermelidir ve bu hususta doktorların
tavsiyelerini dinlemelidir. Çocuğun üstüne, başına dikkat etmeli, hele
temizliğine son derece riayet etmelidir.
Çocuk, kelimeleri çıkarmaya başladığında anası, ona ilkönce ,,Allah
kelimesini öğretmeli, dilini bu mübarek kelime ile açmalı ve ona ,,La ilahe
illallah cümlesini tekrar ettirmelidir. Sağını, solunu fark eder hale geldi
mi, ona daima hayırlı işleri teşvik etmelidir. Aklının kavrayacağı şekilde
Allah'ın varlığından, birliğinden, büyüklüğünden bahsetmeli, hocaya
göndermeli, okuma ve yazmayı ona öğretmeli, farzları, sünnetleri belletmeli;
oturmasında, kalkmasında, yemesinde, içmesinde ölçülü ve edepli olmasını
tavsiye etmelidir.
Yedi yaşına ayak bastığında ona abdest almayı öğretmeli, namaza
alıştırmalı ve zaman zaman yanına alıp beraberce namaz kılmalıdır. On yaşına
gelip namaz kılmazsa onu münasip şekilde dövmelidir. Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz şöyle buyurmuştur:
Çocuklarınız yedi yaşına geldiklerinde onlara namazı emrediniz. On
yaşlarına gelip şayet namaz kılmazlarsa onları dövünüz. 
On yaşına ayak basan çocukların yataklarını ayırmalı; artık onların bir
yatakta yatmalarına müsaade etmemeli.
İlim tahsiline önem vermeli; Kur'an okumasını öğretmeli, din ve dünya
işlerine ait bilgilerle onları süslemeli, bir meslek veya bir sanat sahibi
olmalarına gayret göstermelidir.
Kız çocuklarına bilhassa ev işlerini; yemek pişirmeyi, elbise dikmeyi, ev
süpürmeyi, çamaşır yıkamayı mutlaka öğretmelidir. O melek gibi çocuklara,
mubah oyunları oynamalarına müsaade etmeli; onlara yüzücülük, atıcılık,
binicilik öğretmelidir. Bütün bunlar hakkında Peygamberimiz'in öğütleri
vardır.
Kız çocukları, bulûğ çağına geldi mi, başlarını örtmelerini, namahremden
sakınmalarını temin etmeli. Namuslarına toz konmamasına, şereflerinin
haleldar olmamasına son derece dikkat etmeli. Açık, saçık olmanın
maddî-manevî zararlarını anlatmalı. Medenî olmanın giyinmekte, vahşiliğin
ise soyunmakta olduğunu söylemeli. Ve, bir kadının, yabancı erkeklere karşı,
açıldığı nisbette değerinden kaybedeceğini anlatmalı. Anne, bütün bunları
kızına öğütlerken tabii kendisi de bizzat örnek olmalıdır.
Elhasıl, anne ve annenin yanında baba, oğullarını da kızlarını da
maddesiyle manasiyle yetiştirirler. Hem İslam'ın emrettiği şekilde
yetiştirirler. Bilgili ve görgülü, imanlı ve amelli, ahlaklı ve faziletli
bir şekilde onları hayata hazırlarlar, millet, memleket sevgisiyle,
insanlığa hizmet aşkıyle dolu olarak cemiyete katarlar ve nihayet oğullarını
baba olmaya, kızlarını anne olmaya layık bir tarzda yetiştirirler. Mübarek
dinimizin bizden islediği budur. Her müslüman anne ve baba böyle olmaya
mecburdur.
İşte o zaman oğlumuza layık gelin, kızımıza layık damat bulma sıkıntısı
çekmeyiz.
Demek oluyor ki, bütün mesele, ana ve babanın evlatlarına karşı olan
vazifelerini hakkıyle yapmalarındadır.
Eğer bugün çocuklarımız yaramaz ise, oturmalarını, kalkmalarını
bilmiyorlar ise, kâr ve zararlarını, dost ve düşmanlarını ayırt
edemiyorlarsa kusur bizimdir; vebali bize de aittir.
Anne ve baba, evlatlarına mal-mülk bırakmaktan çok, onlara ruh vermeli,
İslam'ın ruh ve terbiyesini öğretmeli ve bu şuur içinde yetiştirmelidirler.
Peygamberimizin bu hususta da çok tavsiyeleri vardır:
Çocuklarınıza ikram ediniz, onların edep ve terbiyelerini güzel
yapınız! 
,,En üstün miras, babanın evladına verdiği güzel terbiye ve edeptir. 
Mehir:
Şimdi sıra
oğlumuzu evermeye, kızımızı göçürmeye gelmiştir. Onları evermek de anne ve
babanın vazifeleri arasındadır. Mühim bir mani yoksa bu işi
geciktirmemelidirler.
Gecikmesinde zarar vardır, sakınca vardır. Telafisi, tedavisi mümkün
olmayan yaralar açabilir.
Kızımızı verirken, mehir olarak, ağır basmayalım, fazla istemeyelim.
Hısım olacağımız ailenin, altından çıkamıyacakları tekliflerde bulunmayalım;
vay şunu vereceksin, vay şunu alacaksın diye meseleyi sarpa sardırmayalım.
Yeter ki, aileyi uygun, damadı münasip görelim, ötesi önemsizdir; az olur,
çok olur ehemmiyeti yok. Bugün olmaz yarın olur.
Esasen, kızın babasının, oğlan evinden para almaya hakkı yoktur. Baba
kızını verdi diye damattan para isteyemez ve para alıp yiyemez. Oğlan
tarafının verdiği gerek para gerekse eşya hep gelinindir, gelinin mehridir.
Evet, mehir vardır. Damat geline mehir verecektir. Bu, İslam'ın emridir.
Fakat az da olur, çok da olur. Yeter ki, on dirhem gümüşten veya bunun
değerinden aşağı olmasın. Bunun üstünde herhangi bir rakam olabilir,
anlaşmaya bağlıdır. Tabii bu arada zarurî masraflar yapılacaktır. Gelin
hanımın bir-iki kat elbisesi, yatak ve sairesi alınacaktır. Ancak
Ata'larımızın, ,,Yassılık türe, olana göre
dedikleri gibi hareket etmeli, kolaylık göstermelidir.
Gelinin hayırlı olması, ayağının uğurlu gelmesi, düğün masraflarının çok
olmasına, çeyizin fazla olmasına bağlı değildir, belki az olmasına, kolay
olmasına bağlıdır. Bakınız Peygamberimiz (s.a.v.) ne buyurur:
,,Mehirin hayırlısı kolay olanıdır! 
,,Nikâhın hayırlısı kolay olanıdır! 
Bu iki hadis'ten anlıyoruz ki, gelinin en hayırlısı kocasının evine ucuza
mal olanıdır. O halde mehrin, çeyiz eşyasının çokluğuna, çok olmasına değil;
gelin ve damadın şahsiyetine, edepli ve terbiyeli olmalarına dikkat
etmelidir ve bu arada anne, damadının evine göndereceği kızına, Emame
Hatun'un kızına yaptığı on öğüdü yapmalıdır.
Nikâh merasimi:
Nikâh merasimi nasıl başlar ve nasıl biter?
Mübarek dinimiz, her konuda olduğu gibi, nikâh konusunda da boşluk
bırakmamış başından sonuna kadar gerekli her meseleyi göstermiş ve
öğretmiştir.
İlk önce taraflar (kendileri ve aileleri), kendilerine münasip olanı
ararlar. Sonra münasip gördüklerini göz altı ederler. Kız-oğlan
birbirlerinin boy ve bosuna, yüz ve gözüne bakar, tavır ve hareketlerine
dikkat ederler. İnceden inceye de düşünürler. İstişaresini de yaparlar.
Ondan sonra karar verirler.
Böyle yapmaları, hern yerindedir hem de günah değildir. Yerindedir; çünkü
belki bir ömür boyu bir arada yaşayacaklardır. Taraflar birbirlerini her
haliyle görüp beğenirlerse, sonra birbirlerine veya başkalarına bahane
bulmazlar. Kendileri beğenmiş, kendileri karar vermiştir. Karar vermeden
önce birbirlerine bakmaları günah değildir. Çünkü, ashabtan Muğire b.
Şûbe'nin bir kadınla evlenmek istediğinden söz ederken Peygamberimiz
(s.a.v.) ona şöyle demişti:
,,Sen o kadına (kendin) baktın mı? (Git) de bir bak! Zira onu görmen
aranızda sevginin devamına sebep olur. 
Nikâh akdi:
Nikâh
demek, karı-koca olacaklardan her birinin veya bunların vekillerinin
birbirleriyle evlenmelerine, en azından iki erkek veya bir erkek, iki kadın
şahid huzurunda, ,,Evet, aldım kabul ettim! demeleri dernektir. Bir
taraftan evlenme teklifi yapılır, diğer taraftan da bu teklif kabul edilir.
Nikâh merasiminin Besmele ve hamdele ile başlaması, ayet okunması, salât ve
selam getirilmesi ve dua ile bitirilmesi şart değilse de çok güzeldir.
Geline, kocası tarafından verilecek mehrin cins ve miktarı da nikâh
merasiminde dile getirilir.
İki bayram arasında nikâh yapmakta veya düğün yapmakta bir sakınca
yoktur, caizdir. Hz. Aişe validemiz şöyle der:
,,Benim nikâh ve düğünüm Şevval ayında (iki bayram arasında)
olmuştur. Hangi kadın benden daha hayırlı olmuştur? 
Nikâh merasimi bittikten sonra bunu etrafa duyurmak ve ilan etmek
maksadiyle (oyun ve eğlenme maksadıyle değil) defe vurmak caiz görülmüştür.
Fakat düğün merasiminde içki içmek ve içirmek gibi herhangi bir günah ve
haram işlenmemelidir. Tersine, şükür ve şükran olmak üzere yemek verilmeli,
fakir-fukaraya sadaka verilmeli, onları sevindirmelidir. Böyle yapılması
sünnet'tir. Peygamberimiz şöyle buyurur:
,,Düğün yemeği ver, bir koyunla da olsa! 
Bilhassa gelin güzel elbiselerle süslenir, saçları taranır ve yağlanır,
elleri kınalanır, gözleri sürmelenir.
Bu arada düğün sahipleri ile komşular da temiz ve güzel elbiselerini
giyer, güzel kokular sürünürler. Toplantılar tertip edip, şenlikler
yaparlar. Şiirler okunur, konuşmalar yapılır, ilâhiler söylenir. Ve nihayet,
komşular da o gün, bir bayram havası yaşayarak gelin ve damadın sevincine
iştirak ederler.
Nikâhın faydaları:
Zaman zaman işaret
ettiğimiz gibi, nikâhda, nikâhla evlenmede birçok hikmet ve fayda vardır.
Bunların bir kaçına burada işaret edelim:
a) İnsan neslinin devam ve bekası; evet insan neslinin devam
etmesi, kıyamete kadar sürüp gitmesi evlenmeğe bağlıdır.
b) Evlenmek Peygamber'in sevgisini kazanmaya vesile olur. Çünkü
Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuş:
,,Evleniniz, nesliniz çoğalsın. Çünkü ben (kıyamet gününde)
sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim. 
c) Kendinden sonra da yeri boş kalmaz. Çocuğu yaşayıp kendinden
sonraya kalırsa, çocuğu kendi namına hayır yapar, hayır
duada bulunur. Şayet yaşamaz da kendinden önce ölürse, o zaman da kendisi
için kıyamet gününde şefaatçi olur. Peygamber
Efendimiz şöyle buyurur:
,,Bir müslümanın, henüz yetişkin olmayan üç çocuğu ölürse, Allah, bu
çocuklara olan merhameti sebebiyle o müslümanı cennete kor. 
,,Müslüman anne ile müslüman babanın, henüz erginlik çağına gelememiş
üç çocuğu vefat ederse, Allah, çocuklara olan rahmeti sayesinde anne ile
babayı cennete kor. Bu çocuklara ,,Cennete girin! denir. Onlar:
Babalarımız girmedikçe biz girmeyiz! derler. Bunun üzerine onlara: Haydi
siz de girin, babalarınız da girsin! diye cevap verilir. 
Müslümanlardan biri, beraberinde bir erkek çocuğu olduğu halde
Peygamberimiz'in yanına gelir. Peygamberimiz, ona:
-Bunu seviyor musun? der. O:
-Evet, Ey Allah'ın Resulü! Bunu seviyorum... diye cevap verir.
Peygamberimiz bu adamı bir müddet göremez olur. Tanıyanlara onu sorar.
Derler ki: ,,Onun çocuğu vefal etti!
Peygamberimiz bu adamı görerek ona:
-istemez misin ki, sen cennetin herhangi bir kapısına geldiğin zaman
çocuğun orada, seni beklemekte olduğunu göresin? buyurmuş.
Orada bulunanalardan biri:
-Ya Resulallah! Bu hal, yalnız bu adam hakkında mı, yoksa hepimiz için de
böyle midir? diye sorar. Peygamberimiz:
-Evet, hepiniz hakkında öyledir, cevabını verir. 
Bir kadın Peygamberimiz'e gelir ve şöyie der:
-Ya Resulallah! Erkekler senden her şeyi öğreniyorlar. Hiç olmazsa bizim
için de bir gün ayırınız. O gün gelelim, Allah'ın sana öğrettiğinden bize de
öğretesin.
Peygamberimiz kabul buyurarak:
-Filan filan gün, filan filan yerde toplanınız! diye cevap verir.
Peygamberimiz (s.a.v.), gösterilen yer ve zamanda toplanan kadınlara
öğreteceğini öğrettikten sonra şöyle der:
-içinizden biriniz üç çocuğunu (ahirete) göndermiş ise onlar, o
kadının cehenneme girmesine mani olurlar.
Bir kadın Peygamberimiz'e:
-(Ya ölen çocuk sayısı) iki olursa? diye sorar. Peygamberimiz:
-İki de olursa (öyle)! diye cevap verir. 
d) Taraflar birbirlerinin namuslarını korurlar; zinadan ve zinaya
yol açan, söz, fiil ve hareketlerden kolayca sakınmalarına ve
korunmalarına sebep olur.
e) Dünya işlerinde de birbirlerinin yardımcısı olurlar.
Evlenmeğe teşvik eden hadis'lerden birkaçı:
Mübarek dinimiz evlenmenin, ev sahibi olmanın, çocuk sahibi olmanın
aleyhinde değildir. Tersine evlenmeğe teşvik etmiş, bekârlığı tehlikeli
görmüştür.
Resul-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurur:
,,Ey gençler! içinizden evlenmeğe gücü yetenler hemen evlensinler.
Çünkü gözü de namusu da en güzel koruyan evliliktir. Gücü yetmiyenler de
oruç tutsunlar. Zira oruç (insandaki) şehvet hissini kırar. 
,,Bir kimse Allah'ın (huzuruna) tertemiz gitmeyi arzu ediyorsa, hür
kadınla evlensin. 
,,Dört şey peygamberlerin âdetidir: Kına yakmak, koku sürünmek,
dişleri misvaklamak ve evlenmek. 
,,Dünya bir metadır. Dünyanın metâlarının en hayırlısı da temiz
kadındır. 
Allah, bir kimseye uygun ve temiz bîr eş nasip ederse, onun dininin
yarısının korunmasına yardım etmiştir. Diğer yarısının korunmasına da,
Allah'tan korkarak, gayret etsin! 
,,Üç kişiye yardım etmeyi Allah üzerine almıştır: Allah yolunda cîhad
eden, hürriyetini geri almak için kurtuluş parasını ödemeye gayret eden,
namusunu korumak maksadiyle evlenen, 
,,Kadın şu dört şeyden dolayı alınır (nikahlanır): Malından, soyundan,
güzelliğinden ve dinine bağlılığından. Sen dinine bağlı olanını bul ve
tercih et ki, ellerin açık olsun. 
Kadınları, sırf güzeldir diye almayınız. Olur ki, onların
güzellikleri kendi felaketlerini hazırlar. Malları için de almayınız.
Malları onları şımartabilir. Dindarlıkları ve diyanete bağlılıkları için
alınız ve bunda tereddüt etmeyiniz. 
KARI- KOCA
ARASINDAKİ MÜNASEBETLER
Ailenin huzur ve sükûnu; karı-koca
arasındaki münasebetin hak ve adalete uygun bir şekilde sürüp gitmesine
bağlıdır. Karşılıklı hak ve görevlerin tam bir sadakat ve samimi bir
hava içerisinde cereyan etmesine bağlıdır.
Kadın kocasına karşı nasıl olmalı?
Dinimiz,
her iki tarafın hak ve selâhiyetini, ödev ve görevini tam bir adalet
içerisinde vazetmiş, bunlara uyulmasını emir ve tavsiye etmiştir.
Bir hadis-i şerif mealen şöyledir:
,,Kadının cihadı kocasıyla iyi
geçinmesidir. Yani mücahid bir kadın; haddini bilen, hakkına razı olan,
kocasının hak ve hukukuna riayet eden kadındır. Şöyle ki;
a) Kocası geldiğinde kocasını kapıda karşılar, güleryüz gösterir, tatlı
sözle ,,Hoşgeldin! der, omuzundan paltosunu alır, ayakkabılarını çıkarır.
Kocasının üzgün olduğunu hissederse, sebebini sorar ve
,,Üzülme! Allah büyüktür!.. diyerek
teselli eder. Beş vakit namazını kılar, orucunu tutar, namusunu korur,
kocasına itaat eder.
Diğer bir hadis:
,,Bir kadın; beş vaktini kılar, orucunu tutar, namusunu korur,
kocasına itaat ederse, Rabb'isinin cennetine gider. 
b) Kadın; kocasının izni olmadan evden dışarı çıkmamalı. Hele kokular
sürünerek, süslenip püslenerek hiç çıkmamalıdır. Çünkü onun bu hali, yabancı
erkekleri tahrik eder. Kocasını döşeğinde yalnız bırakmamalı, kocasının
hoşuna gitmeyen kimseleri eve sokmamalıdır. Kocasının nimetlerini inkâr
etmemeli, malına, evladına karşı hakaretamiz söz söylememeli, küfretmemeli,
beddua etmemeli, lanet okumamalıdır.
Peygamberimiz şöyle buyurur:
,,(Mirac gecesi) cehenneme baktığımda
oradakilerin çoğunun kadınlar olduğunu gördüm. Sebebini soran kadına
Efendimiz şu cevabı verir:
,,Çünkü sizler lanet kelimesini çok kullanırsınız, kocanızın nimet ve
iyiliklerini unutur ve inkâr ederek kocanıza karşı, ,,Ben bugüne kadar
senden ne hayır gördüm? dersiniz." 
,,Üç sınıf insan vardır ki, onların namazları başlarından bir karış
bile yükselemez:
1- Cemaati tarafından sevilmeyen bir imam,
2- Kocası, kendisinden gücenmiş olduğu halde geceyi geçiren kadın,
3- Küs olan iki kardeş." 
c) Kocasının ve çocuklarının yemeklerini güzelce pişirmeli, hazırlamalı,
onların çamaşırlarını tertemiz yıkamalıdır. Evini, barkını silip süpürmeli,
kocasının abdest suyunu hazırlamalı ve silinmesi için havlu vermelidir.
Peygamberimiz (s.a.v.), kızı Fatıma'yı Hz. Ali ile evlendirdikten sonra
evlerine giderek aralarında işbölümü yapar: Evin işlerini Fatıma'ya,
dışarının işlerini de Ali'ye verir.
d) Kocası çağırdığında hemen cevap vermeli, arzusunu yerine getirmeli,
yalandan özür beyan etmemelidir. İftihar edip kocasına karşı kurulmamalı,
meşru sebep yokken kocasından boşanmak istememelidir. Kocasına karşı surat
asmamalı, acı söz söylememelidir. Kocasının haklı davetine icabet etmelidir.
Peygamberimiz şöyle buyurur:
,,Ortada haksızlık ve gerek olmadığı halde, boşanmasını kocasına
teklif eden bir hanıma, cennetin kokusu bile haramdır. 
,,Bir koca karısını döşeğine çağırdığında kadın kabul etmeyip o gece
kocasını dargın bırakırsa, melekler sabaha kadar o kadına lanet okur. 
e) Kadın kocasına bağlı olup onu sevmelidir. Mümkün olduğu kadar kocasına
karşı süslenmeli, koku sürünmeli, kına yakmalı. sürme çekmelidir. Hareketli
ve cazibeli olmalıdır.
Hasılı kadın; evine bağlı olmalı, evine sahip olmalı, kocasının malını da
evladını da bihakkın korumalı, terbiye etmeli, boşuna harcamamalıdır.
Kocasına karşı yüksek sesle konuşmamalı, "kocasını adıyla çağırmamalidır.
Çocuklarına küfür ve hakarette bulunmamalı, beddua etmemelidir. Hele
kocasının izni olmadan kimseyi içeri almamalı, kendi de herhangi bir yere
gitmemelidir. Baba ve annesinin ziyeretleri olsa dahi, kocasından izin
almadan gitmemelidir.
Peygamberimiz'in zamanında bir kadının kocası yolculuğa giderken,
karısına kendi gelinceye kadar evden çıkmamasını emreder. Zaman gelir ki,
binanın alt katında oturan babası hastalanır. Gelmesi için kızına haber
gönderir. Kızı durumu Hz. Peygamber'e sordurur. Peygamberimiz, Allah'tan
korkup kocasına itaat etmesini söyler ve gitmesine müsaade etmez. Babasının
hastalığı ağırlaşır ve ölür. Kızı babasına, babası da kızına hasret kalır.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Kocasına itaat ettiği için Allah,
babasının günahlarını affetti! diye bu kadına haber gönderir ve onu
tebrik eder. 
f) Kadın, kendisi ne kadar güzel olsa da kocasının çirkinliğine
sabretmeli, kocasına karşı kurulmamalıdır. Kocası da karısının güzelliği
için Allah'a şükretmelidir.
Şöyle bir hikâye anlatırlar:
Çölde yaşayan karı-kocadan kadın, gayet güzel, koca ise çok çirkindi. Bir
gün kadın kocasına:
- Müjde! İkimizde cennetliğiz, der. Kocası ona:
- Bunu nerden bildin? diye sorar. O:
- Ben senin çirkinliğine sabrediyorum, sen de benim güzelliğime
şükrediyorsun. Sabredenlerin de şükredenlerin de yeri cennettir,
şeklinde cevap verir.
İhya'da beyan edildiğine göre, Asmerî adında bir zat şöyle anlatır:
,,Çölde dolaşırken, göçebe bir karı ile bir kocaya uğradım. Kadın son derece
güzel, kocası ise son derece çirkin idi. Ben kadına:
- Sen, bu kadar güzel olduğun halde, bu çirkin adamın nikâhı altında
yaşamaya gönlün nasıl razı oluyor? dedim. O, bana:
- Sen, bu sözü söylemekle hata ettin. Olabilir ki, kocam Allah yanında
iyi, güzel ve temiz bir insandır. Yaratanına karşı iylik yapmıştır. Allah da
iyiliğine karşı beni, mükâfat olarak, ona nasip etmiştir. Ben de, ihtimal
ki, günahkâr bir kimseyim, günahıma keffaret olmak üzere, Allah bunu bana
nasip etmiştir. Ve Allah'ın takdiri böyledir. Allah'ın takdir ve razı olduğu
şeye ben razı olmam mı? dedi ve beni susturdu.
Kadının kocası üzerindeki hakları:
Belki hanım kardeşlerim diyecekler ki,
,,Kocalanmızın bizlerde haklan var da bizim onlarda haklarımız yok mudur?
İyi davranmak, güzel geçinmek sadece bize mi düşüyor? Kocalarımıza da düşen
bir şey yok mu?..
Evet, hanım kardeşlerimiz bilmelidirler ki, mübarek dinimiz, taraflardan
birini tutup diğerini atmamıştır. Birinin haklarına riayet edilmesini
emrederken diğerinin hukukunu ihmal etmemiştir. Adilâne davranmış, her iki
tarafın hak ve görevlerini adalet terazisinde tartarak eşitliği sağlamış,
gerek karı-kocanın, gerek ailenin ve gerekse toplumun huzurunu, refah ve
saadetini, şeref ve haysiyetini ön planda tutmuştur.
Bu itibarla, kocalarına karşı en güzel şekilde davranmalarını hanımlara
emrederken, kocalara da hanımlarına karşı en güzel şekilde davranmalarını
emir ve tavsiye etmiştir. Buna binaen:
Dinimize göre, hanımlar, kocalarının evinde birer emanettir, Allah'ın
emanetleridir. Erkek; karısının yeme ve içmesinde kusur etmiyecektir;
yediğinden yedirecek, mümkün ve münasip olanından giydirecektir. Darlıktan
bolluğa çıktığı zamanlarda hanımlarının eksiklerini tamamlar, daha
iyisinden, daha güzelinden yedirir ve giydirirler.
Hanımını dövmeye kalkışmaz. Onu yalnız bırakmaz. Ona daima hayır tavsiye
eder. Güzel geçinmeğe, yumuşak davranmaya çalışır. Bir huzursuzluk olduğu
zaman, kusuru hep hanımda aramamalı, kendisinin de kusuru olabileceğini
düşünmelidir. Ve kendi kendine, ,,Ben iyi bir insan olsaydım, bu kadın da
iyi olurdu! demeli, kendi eksiklerini arayıp onları tamamlamaya
çalışmalıdır.
Koca, karısının her dediğine de uymaz. Çünkü bu hal, birtaraftan onu
şımartır, bir taraftan da yanlış düşünmüş olabilir. Koca, hanımın hile ve
hıyanetinden de sakınmalıdır. Hiçbir zaman onun tahrikine kapılmamalıdır. Bu
yüzden çok cinayetler olmuş, nice zararlar doğmuştur.
Erkek, karısının -şayet günaha götürmüyorsa- her kusuruna bakmamalı,
bazen de görmemezlikten gelmelidir. Hanımının eksik taraflarını açmamalı,
kimseye dert yanmamalıdır. Hanım ile günah olmayan şekilde eğlenebilir,
onunla şakalaşır, yarışa girer. Peygamberimiz (s.a.v.) bazen Hz. Aişe ile
koşu yarışına girermiş, bir seferinde yarışı Hz. Aişe kazanmış, bir
seferinde de kendisi kazanmıştır. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle
buyurmuştur:
,,Ya Aişe! Bire bir! 
Ama, erkek her zaman erkekliğini koruyacak, vakar ve otoritesini daima
muhafaza edecektir. Bir hadis'te şöyle varid olmuştur:
,,Kamçıyı eksik etmemelisin ve ev halkının görebileceği yere onu
asmalısın! 
Erkek, hanımını haklı olarak dövdüğünde hemen gönlünü almaya
çalışmamalıdır. Çünkü bu takdirde dövmenin de bir faydası olmaz. Şurasını da
çok iyi bilmelidir ki, karısını öyle eften-püften şeylerden dövemez.
Dövebileceği sebepler bellidir. Kendisine karşı süslenmeyi terk ettiği,
döşeğine çağırdığında gitmediği, boy abdesti almadığı, namazı terk ettiği ve
izinsiz evden çıktığı zamanlarda dövebilir.
Yine de hemen dövmeye kalkışmamalı, yukarılarda geçtiği gibi, ona öğüt,
nasihatta bulunmalı, ikaz ve irşada çalışmalıdır.
BİRKAÇ ŞÜPHEYE CEVAP
Öteden beri İslam'ı, İslam dinini yıkmayı, yok etmeği hedef alan insanlar,
bilhassa bazı Avrupalı'lar, daima bu dinin zayıf taraflarını araştırıp onu
bu yönden vurmak isterler. Bu arada zayıf gördükleri, dillerine doladıkları
ve İslamî bilgisi zayıf bir kısım müslümanları da şüpheye düşürdükleri
birkaç meseleye temas etmek lazım gelecektir. Bunlar; talak meselesi, miras
meselesi, çok kadınla evlenme meselesi, tesettür meselesi, hülle meselesi
gibi konulardır.
Talak (Boşanma):
Talak demek, mevcut nikâh bağının ortadan
kaldırılması demektir.
İslam dininde talak var mıdır? Varsa nasıldır? Evet, İslam dininde talak
vardır. Erkek karısını boşayabilir. İslam dini boşama yetkisini kocaya
vermiştir. Bu, kocanın elindedir.
Fakat, şurası çok iyi bilinmelidir ki; boşama kolay şey değildir. Koca,
her istediğinde karısını boşar ve bundan da sorumlu olmaz sanılmamalıdır.
Boşamanın da elbette usul ve adabı vardır, sebepleri ve şartları vardır,
öyle eften püften şeylerden karı boşanmaz.
Bir kere boşama, geçimsizliğin ortadan kalkması için son bir çaredir.
Geçimsizliği ortadan kaldırmak için her çareye başvurulmuş, fakat hiç birisi
fayda vermemiştir. İşte o zaman boşama yoluna gidilir. Şöyle ki: Geçimsizlik
başgösterdiği zaman koca, karısına öğüt ve nasihat verir. Ona: ,,Allah'tan
kork, bana itaat et! Sözümü tut, ben senin amirinim. Ben sana kötü olan,
günah olan şeyi teklif etmiyorum. Yemende, içmende, elimden geldiği kadar
kusur etmiyorum. Bana itaat etmen gerekir. Bana itaat etmen Allah ve
Resulü'nün emridir. Kocaya karşı gelmek, Allah ve Resulü'ne karşı gelmek
demektir!..
Bu şekilde yapılan nasihat fayda vermezse, o zaman ikinci çareye başvurur
ve:
Koca yatağını değiştirir; hanımın yattığı yatakta yatmaz, yanına gitmez;
ayrı bir yatak serer ve ayrı yatar. Bu da fayda vermezse, yatak odasını terk
eder; hanımının yattığı odaya gitmez, başka bir odada yatar.
Şayet bunlar da fayda vermez, kadın bildiğinden şaşmazsa o zaman onu
döver.
Fakat, döverken başına, yüzüne vuramaz, kemiklerini kıramaz, etini
yaralayamaz. Kemiği kırılmayacak, derisi yaralanmayacak şekilde yumuşak
yerlerine vurur.
Bu da fayda vermezse yine de boşama yoluna gidemez. Bundan sonra her iki
tarafın akraba ve dostlarından hakemler seçilir, arabulucular tayin edilir.
Bunlar aralarını bulmaya, geçimsizliği ortadan kaldırmaya çalışırlar ve bunu
yaparken de sırf Allah için, arabulmayı kast ederler, adaletten asla
ayrılmazlar. Bu da fayda vermezse, işte o zaman boşama yoluna gidilir. Artık
başka çare kalmamıştır.
Bu husustaki Kur'an ayetlerini görelim:
Allah'ın, kimini kimine üstün kılmasından
(erkekleri beden ve ruhça kadınlardan üstün kılmasından) ötürü ve (ayrıca
ailenin masraflarını) erkekler kendi mallarından sarf etmelerinden dolayı,
erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler (onların müdürleri ve muhafızlarıdır,
onların âmirleri ve kumandanlarıdır; işlerine bakar, onları dikkatle görüp
gözetirler). İyi kadınlar da boyun eğerler (Allah'a itaat edip kocalarına
karşı divan dururlar), kocalarının gıyabından (can, mal, namus, haysiyet ve
aile sırları gibi muhafazası lâzım gelen hususları) korurlar. Çünkü Allah
korunmasını emretmiştir. Şayet, kadınların kafa tutmaları ve
itaatsızlıklarından korkarsanız, (evvela) onlara va'zediniz. Sonra onları
yataklarında yalnız bırakınız. (Yine de uslanmazlarsa, işte o zaman münasip
şekilde) dövünüz. Size itaat ederlerse, artık başka yol aramayın
(kusurlarını yüzlerine vurmayın.) Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.
Karı ile kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, biri kocanın diğeri
de karının akrabasından olmak üzere, iki hakem gönderiniz. (Bu iki hakem iyi
niyyet sahibi olup) cidden islah murad ederlerse, Allah onların aralarını
bulur. Her halde Allah âlimdir, habirdir. 
Ayette de görüldüğü üzere, hakemlerin, arabulucuların arabulmaya
çalışmaları da fayda vermez, kadın bildiğinden şaşmazsa, boşama yoluna
gidilir. Ancak, boşamanın da yolu, yöresi vardır: Üç talak birden verilmez.
Üç talakı birden vermek günahtır. Kadın hayızdan temiz olduğu bir sırada bir
talak verilir ve iddetine terk edilir.
Evet, bir talakla boşar. Çünkü, o zaman pişman oldukları taktirde, tekrar
karı-koca olmaları mümkün olur. Şayet üç talakı birden verilirse,
birbirlerini bir daha alma mümkün olmaz.
Görüldüğü üzere karı boşama rastgele değildir, gelişi güzel değildir.
Lüzumuna binaendir. Yerinde olabilmesi için ortada mâkul sebep ve gerekçe
olmalıdır. Ortada mâkul sebep ve gerekçe olmadan veya şuna kızarak, buna
öfkelenerek ,,Seni boşadım! Sen benden boş ol! Karım boş olsun! Şart olsun!
Veya karım üçten dokuza boş olsun!.. gibi sözlerle karısını boşaması hiç de
yakışık almaz, bir erkeğe yakışmaz, akıl kârı değildir, kendine
güvenmemenin, arkasını düşünmemenin bir ifadesidir. Bundan sonra da pişman
olacak, Müftü'ye gidecek, ,,Yüzüm karadır; ağzıma kötü yemin aldım, kızarak,
sinirime hakim olmıyarak karıyı boşadım. Şimdi pişman oldum, çocuklarım da
var!.. diyecek ve tekrar karısıyla yaşamak için
fetva isteyecek.
Hayır, böyle bir duruma bir erkek düşmemeli, ağzına sahip olmalıdır.
Erkeklik, karı boşamada değil, sabırlı olmaktadır. Dinimiz bunu asla hoş
görmez. Hatta günah sayar, Allah'ın gazabına uğrayacağını bildirir.
Peygamberimizin bir hadis'i şöyledir:
,,Allah'a karşı helallerin en kötüsü (ve hiç hoşlanmadığı, hatta gazab
ettiği şey) karı boşamaktır. 
Bütün bunlarla beraber dinimiz, boşama yetkisini erkeğe vermiştir. Bu,
kocanın elindedir. Kadına boşama yetkisi vermemiştir. İslam dini, nikâhta
kadının da fikrini sormuş ve almıştır ve nikâhın sahih olabilmesi için,
kadının ,,Evet" demesini, razı olmasını şart koşmuştur. Fakat boşamada genel
manada kadına söz hakkı vermemiştir.
Acaba, bunda sebep ve hikmet ne olabilir? Şimdi bu hususu beraberce
müzakere edelim:
1- Bu, bir sabır ve tahammül meselesidir. Erkek ise kadından daha
sabırlı ve tahammüllüdür. Kadında sabır az, irade zayıftır. Çabuk kızar,
arkasını düşünmeden boşama yoluna gider, nikâh bağını koparır, ailenin
dağılmasına sebep olur. Bu itibarla, boşama selahiyetini karının eline
vermek, çocuğun eline silah vermeye benzer. İşte bu sebebe binaen, ailenin
rabıtası olan nikâh bağı kadının eline değil, kocanın eline verilmiştir.
2- Evlilik mehrini veren kocadır. Nikâhta koca para verir, kadın
ise para alır. Eğer talak, kadının elinde olsa idi, kadın, bugün bir kocaya
varır, mehir parası alır, yarın bu kocayı boşar ve ,,Koca kocadır, mehir
parası da kârdır!" diyerek bir başka kocaya gider, dolayısıyla evlilik
hayatını devam ettirmek mümkün olmaz.
Böyle bir sakıncaya meydan vermemek için dinimiz boşama yetkisini kadına
vermemiştir.
3- Aile hayatının huzur ve sükûn içerisinde sürüp gitmesi için,
evde kocanın karısı üzerinde hâkimiyyetini kurması ve otoritesini koruması
şarttır. Bu da bir bakıma korkuya dayanır, kadının boşanmadan korkmasına
dayanır; ,,Şayet ben, kocamı dinlemez, ona itaatta bulunmazsam, sonra beni
boşar! korkusu ve endişesi içinde olarak, kocasına karşı gelmeye kolay
kolay cesaret edemez.
Bu hikmete binaen olsa gerek ki, dinimiz boşama yetkisini kadına değil,
kocaya vermiştir. Ve yine bu hikmete binaen olsa gerek ki, bu yetkiyi
müştereken ikisine birden vermemiştir, yalnız kocaya vermiştir.
Kim bilir, daha nice hikmetler vardır?!.
İddet:
Boşanan
kadın veya kocası ölen kadın, bir müddet beklemeden, bir başka kocaya
gidemez. Giderse nikâh sahih olmaz. İşte bu beklemeye İddet" denir.
Kocası ölen bir kadının iddeti:
a) Gebe ise, iddeti doğum yaptığı güne kadardır.
b) Gebe değilse, iddeti dört ay on gündür.
Boşanan kadının iddeti:
a) Gebe ise doğum yaptığı güne kadardır.
b) Gebe değilse, adet görüyorsa, üç defa aybaşı olacak, (adet görecek) ve
üçüncüden de temizlenecektir.
c) Adetten (yani aybaşı olmaktan kesilmiş) ise üç ay
bekleyecektir.
ÇOK
KADINLA EVLENME MESELESİ
Garplıların üzerinde durdukları, zayıf veya yersiz gördükleri ve her zaman
dillerine doladıkları meselelerden biri de çok kadınla evlenme meselesidir.
Onlar, İslam Dini buna nasıl müsaade ediyor? Bu hiç olur mu?!.
der dururlar.
Hanım kardeşlerimin, belki de en çok korktukları meselelerden birisi de
budur.
Hayır! Dinimizin diğer meselelerinde olduğu gibi, bu meselesinde de insan
hukukuna, insan tabiatına, insan mantığına ve insan yaratılışına ters düşen
hiçbir taraf yoktur. Bu mesele de gayet mâkul ve normaldir. Yeter ki
meseleyi çok iyi bilelim, yeter ki her yönüyle tetkik edelim.
İslam dini, çok evlenmeye müsaade ederken kapıyı tamamen açık
bırakmamıştır. Aksine, bu meseleyi çok ağır şartlara bağlamıştır. Öyle ki,
her sabahtan kalkan; ,,Ben bir daha evleneceğim,
bir kadın daha alacağım!.. diyemez. Yağma yok, her erkek çok evlenmenin
hakkından gelemez, hukukuna riayet edemez, günaha girer...
Kur'an-ı Kerim'in bu husustaki ayetini görelim:
,,Eğer, velisi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekle
kendilerine haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil, hoşunuza giden
başka kadınlarla ikişer, üçer ve dörder evlenebilirsiniz; şayet aralarında
adaletsizlik yapmaktan korkarsanız bir tane almalısınız veya sahip olduğunuz
cariye ile yetinmelisiniz. Doğru yoldan sapmamanız için en uygunu budur. 
Rivayete göre, cahiliyyet devrinde bir erkek, on kadar kadınla evlenirdi.
Yani nikâhı altında on tane kadın bulunabilirdi. Bundan başka, şayet kendi
idaresi altında malı-mülkü olan yetim kız da varsa onu da malı için alırdı,
başkasına vermezdi, hakkında adalet de göstermezdi, işte böyle adalete
aykırı, hukuka aykırı, merhamete aykırı hal ve hareketlerden müslümanları
menetmek için Cenab-ı Hakk ne yapmış? Yukarıda mealini kaydettiğimiz ayet-i
kerime'yi göndermiştir.
Bu ayet-i celile'de, bir kimsenin idaresinde bulunan bir yetim kızın,
sırf malına tama' ederek kendisine nikâh ettiği taktirde, hakkında adaletli
davranmaktan korkarsa ne yapacak? Yetim olmayan ve aynı zamanda hoşuna giden
kadınlardan ikişer, üçer, dörder alması caizdir. Buna müsaade veriliyor.
Veriliyor ama bu da serbest bırakılmıyor, keyfe bırakılmıyor, ağır bir şarta
bağlanıyor, kadınlar arasında tam bir adalet şartı konuyor. Kişi, birden
fazla alacağı kadınlar arasında adil olacağını, onların hukukuna harfi
harfine riayet edeceğini kestirir ve bunu yüzde yüz göze alabiliyorsa,
kendine güvenip ,,Ben adil olabilirim, hiçbirine gadretmem, her kadının
hakkını hakkıyla veririm!.. diyebiliyorsa ve buna kesin karar verebiliyorsa
işte o zaman birden fazla evlenmesine müsaade ediliyor. Yok eğer adil
olamamaktan korkuyorsa, ,,Acaba, ben birden fazla evlendiğim taktirde
kadınların haklarından gelebilir miyim?
Tam olarak adaleti tesis edebilir miyim?
Her birine bir ev temin edebilir miyim?
Sonu nasıl olur? Vebale girer miyim?..
şeklinde korku ve şübhe içinde bulunursa, tek bir kadınla yetinmesi
emrediliyor. Tek bir kadınla evleniniz! deniyor.
Ayet-i kerime'de şu noktaya da dikkat çekilmektedir: Yetim hakkı çok
ağırdır. Yetimin hukukuna tecavüz büyük bir zulümdür,
insanı korkunç azaba sürükler.
Kadın hakkı da yetim hakkı gibidir, bir bu kadar
mühimdir. Birden fazla olan kadınları arasında adil
olamazsa, hak ve hukuklarına riayet etmezse, kimine iyi, kimine kötü
davranırsa büyük bir zulüm yapmış, kendisini korkunç azaba sürüklemiş olur.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurur:
,,Bir kimsenin iki karısı olur da ikisi
arasında adil davranmazsa, kıyamet gününde vücudunun bir tarafı çarpık
olarak haşrolunur.

Demek oluyor ki; birden fazla karı alan, çok
çetin ve çok tehlikeli bir işin altına girmiş oluyor. Bu
çok çetin ve çok tehlikeli işin hakkından gelmek, yüz aklığıyla altından
kalkmak her babayiğidin kârı değildir.
Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz: İslam dininde çok evlenme kapısı
herkese açık değildir, çok ağır şarta bağlıdır.
Fakat bu çok ağır şartı yerine getireceğine aklı
kesen kimseye müsaade etmiştir, kapıyı tamamen kapamamıştır.
Çünkü buna ihtiyaç da var. Hem de birkaç yönden. Hem
erkekler, yönünden hem de kadınlar yönünden.
Erkekler yönünden:
Kadınlar, erkeklere nazaran zayıf bünyeli,
narin mizaçlı olarak yaratılmışlardır. Dolayısıyla marazlara, arızalara daha
müsaittirler. Kadınların birçok vakitleri hayızla, lohusalıkla, gebeliğin
ağır yükü ile geçer. Çocukların bakımı, görüp gözetilmesi meşguliyeti de
kadınlara aittir. Bütün bunlar; kadınların daha çabuk ihtiyarlamalarına,
çabuk çökmelerine ve nihayet çabuk yorgun düşmelerine sebebiyet verir.
Kocalarının kocalık haklarını hakkıyla yerine getiremez, onlara karşı olan
vazifelerini tam yapamazlar ve onları tatmin edemezler.
Tatmin olamayan koca ne yapacak?
Bir taraftan hırcınlaşacak, hanımına karşı sertleşecek, aradaki bağlar
gevşemeye başlayacak, huzursuzluk kendini gösterecek, evin tadı, tuzu
kalmayacaktır ve belki de bağların kopmasına, ailenin dağılmasına sebep
olacaktır.
Diğer taraftan da kendini tatmin etme yollarını ve çarelerini arayacak,
harama gidecek, zina yapacak ve namusunu lekeleyecektir. Bu da neslin
bozulmasına yol açacaktır.
İşte bütün bunları nazar-ı itibare alan İslam dini ne yapmış? Bu gibi
mahzurlara, sakıncalara meydan vermemek için tedbir almış; aralarında
adaleti gözetmek şartiyle birden fazla evlenmeye izin vermiştir.
Kadınlar
yönünden :
Çok evlenme kapısının açık bırakılması kadınlar
yönünden de hikmet ve maslahata uygundur. Onların aleyhine değil, lehinedir.
Zararlarına değil, faydalarınadır. Şöyleki:
Genellikle kadın sayısı erkekten çok oluyor. Ayrıca savaşlarda, kazalarda
ölen erkekler, erkek sayısını daha da azaltıyor. Bu nedenle İslamiyet
diyebiliyor ki, şimdi siz birden fazla kadınla evlenme kapısını tamamen
kapatırsanız ve herkes ancak bir kadınla evlenecektir, derseniz, ya arta
kalan kadınların hali ne olacak? Onlar nereden koça bulacaklar? Bunların
ihtiyaçlarını kim giderecek, dertleriyle kim dertlenecek? Bunlar ortalıkta
perişan mı olacaklar, namuslarını payımal mı edecekler? Bunlara kim evet
diyebilir?
Ve işte, kadınların böyle bir duruma düşüp perişan olmamaları için, aynı
zamanda beşerî ihtiyaçlarını meşru bir şekilde karşılayabilmeleri için,
İslam dini çok kadınla evlenme kapısını -adalet şartını koyarak- açık
bırakmıştır.
Yani iki yol var: Ya arta kalan kadınlar sokakta, şurada veya burada
perişan olacaklar, himayesiz kalacaklar; fuhuş alabildiğine yayılacak,
namusları gidecek. Ya da erkeklere, birden fazla kadınla evlenme kapısı açık
kalacak. İslam dini ne yapmış? Bu iki yoldan ikincisini faydalı görmüş ve
bir erkeğin adil olma kaydiyle, birden fazla kadınla evlenmesine müsaade
etmiştir.
İslam dinini bu yönden tenkit etmek isteyen Avrupalı'lar, bu konuyu ya bu
yönüyle anlayamıyorlar ya da anlamak istemiyorlar. Fakat Avrupalılar
içerisinde insaflı düşünenler de yok değildir. Bakınız: Bu meseleden
bahseden DoktorAnnie Besant ne diyor?
,,Bir tek kadınla evlilik, batıda sözde
kalmıştır. Gerçekte ise sorumsuz bir şekilde çok kadınla evlenme usulü alıp
yürümüştür. (Ama batılı buna çok evlilik demiyor da metres hayatı diyor ve
kelime oyunu yapıyor...) Erkek, metresinden bıkınca ne yapıyor? Onu başından
savuyor. O da yavaş yavaş kaldırım yosması, sokak kadını oluyor.
İşte, bu zavallı metresin durumu, çok kadınlı bir aile çatısı altında
mevki sahibi, hürmet gören bir annenin durumu ile kıyaslanamaz. Avrupa'nın
büyük şehirlerinde geceleri sokakları dolduran binlerce zavallı kadını
gördüğümüz zaman anlıyoruz ki; çok evlenmeğe izin verdiği için İslam dinini
kötülemeleri onların ağızlarına yakışmıyor.
Aldatılmış, sığınacak bir yerden ve sevgiden mahrum, babası belli olmayan
çocuğu ile sokağa atılmış, yoldan geçenin zevkine kurban olmuş, herkesin
nefret ve hakaretine uğramış bir halde yaşamaktansa, bir tek adamın
hanımlarından biri olarak, kucağında çocuğu ile ve hürmet görerek bir aile
yuvasında yaşamak, bir kadın için çok daha iyi, çok daha mesut ve çok daha
muhteremdir.
Garbın bir başka ilim adamı da şöyle diyor:
... Bir tek kadınla evlenmenin Hz. İsa tarafından savunulduğu hususu
doğru değildir. Mesele içtimaî, ahlakî ve dinî bakımdan ele alındığı
taktirde, birden fazla kadınla evlenmenin, medeniyetin en yüksek değer
ölçülerine aykırı olmadığı isbat edilebilir. Bu dava, batıda kimsesiz ve
bahtsız kadınların meselesinin halli için bir devadır, bir ilaçtır. Tersini
iddia etmek fuhuşun, metres hayatının ve evde kalmış kızların davalarının
devam etmesi ve çoğalması demektir. 
İslam'ın bu babdaki hükmünün taşıdığı hikmetleri şöyle
sıralayabiliriz:
1- Erkeğin beşerî ihtiyaçlarını gidermek,
2- Hiçbir kadını kocasız bırakmamak,
3- Erkek ve kadının namusunu korumak,
4- Adil olamamaktan korkan kimseye bu kapıyı kapamak.
MİRAS MESELESİ
İslam dinine göre kadın, mirastan üçte
bir alır. Erkek ise üçte iki alır. Bu taksim ilk bakışta anormal gözükür,
adaletsiz gözükür. Denebilir ki: Bu nasıl olur? Kadın, erkekten daha fazla
yardıma muhtaçtır. Mirastan daha fazla hisse alması lazım gelirken, tersine
daha az alıyor. Bunu, adalet ve insaf ölçüleriyle bağdaştırmak mümkün müdür?
Evet, ilk bakışta öyledir. Meseleyi tek taraflı olarak ele alırsanız, tek
yönden mütalaa ederseniz tereddüdünüzde haklısınız. Fakat konuyu iki taraflı
olarak düşünür ve meseleyi iki yönüyle incelerseniz o zaman dengenin
sağlanmış olduğunu göreceksiniz ve her halde siz de ,,Evet diyeceksiniz.
Şöyle ki:
İslam dini ne yapıyor? Mirastan kadına bir, ekeğe iki veriyor. Veriyor
ama, bütün masrafı da erkeğe yüklüyor; kadını masraftan muaf tutuyor. Bunu
bir misalle açıklayalım:
İslam dini babanın malından bana iki hisse ayırıyor, benim hanıma da
babasının malından bir hisse veriyor. Ne yaptık? İkimiz de babalarımızın
malından aldığımız hisseleri yan yana getirdik.
Bana ait olan iki, hanıma ait olan bir
hissedir.
Şimdi bakınız ne oluyor? Bana iki hisse ayıran
İslam, bana diyor ki;
Sen, bu iki hisse maldan:
a) Hanımın mehrini vereceksin,
b) Hanımın üstünü-başını giydireceksin,
c) Hanımın yiyeceğini temin edeceksin,
d) Kendine ait bütün masrafları yapacaksın,
e) Aranızdan doğacak çocukların bütün masraflarını karşılayacaksın,
f) Oturacağınız evi hazırlayacaksın.
Elhasıl, her türlü masrafı sen
yapacaksın ve
sana aittir.
Mirastan bir hisse ayırdığı hanıma da şöyle diyor:
Hanım! Sen kadınsın, dünyanın bin türlü hali
var; ne olur ne olmaz. Evin herhangi bir masrafına
katılmaya mecbur değilsin. Bu bir hissene sahip ol!
Bu senindir, istersen cebinde muhafaza edersin, istersen
süs eşyası olarak boynuna, koluna takarsın, istersen birine verip, kârı
ortak olmak üzere, çalıştırırsın. Bu hususta sen serbestsin; kimse
sana müdahale edemez!.."
Şimdi soralım: Erkek mi kârlı, kadın mı kârlı? Elbette kadın kârlı değil
mi?
Demek oluyor ki, mübarek dinimiz, haksızlık yapmamış, kadının hakkına
gadretmemiş, tersine ona daha çok önem vermiş; mirastan
aldığı malı demirbaş olarak, yedek akçe olarak korunmasını ve saklanmasını
tavsiye etmiştir.
Bu arada bir mesele kalıyor: Ya kadın kocaya gidemezse, onun hali ne
olur? Babasından aldığı bir hisse ile geçimini nasıl sağlayacak?..
Mübarek dinimiz, kadının bu halini de ihmal etmemiş, hal çaresini
göstermiştir: Geçimin akrabasından birinin veya birkaçının üzerine
yüklemiştir ve akrabasını bu hususta mecbur ve mesul tutmuştur.
Şayet akrabası yoksa veya varlıklı değiller ise o zaman
da kadının ibate ve iaşesini devletin hazinesine yüklemiştir.
TESETTÜR MESELESİ
Tesettür demek, insanın edep ve mahrem yerlerinin örtülmesi demektir.
Dinimiz, örtünmeyi kadına da farz kılmış, erkeğe de
farz kılmıştır. Erkek de örtünecektir; edep ve
avret yerlerini örtecektir.
Erkeğin avret ve edep yerleri, göbeğinin altından dizkapağının altına
kadar olan kısımdır. Gerek
önden gerekse arkadan bu iki uzvun arasını örtmesi farzdır.
Açması, başkalarına göstermesi haramdır, günahtır.
Kadının örtünmesine gelince: Kadının yabancı erkeklere karşı bedeninin
hertarafı namahremdir, avrettir. Başı, saçları,
kulakları, kol ve bacakları da avrettir, mahremdir.
Açması, baktırması, bakılması haramdır, günahtır.
Bir fitne bahis konusu değilse, kadının yüzünün ve
ellerinin açılmasında bir sakınca yoktur, caizdir.
Karı, kocasının; kocası da karısının vücudunun her
tarafına bakabilir. Bir kadının kardeşi, babası
ve oğlu gibi ebediyen kendileriyle evlenmeleri caiz olmayan erkekler, o
kadının başına, kollarına, diz kapağından aşağısına bakabilirlerse de
karnına ve sırtına bakamazlar.
Doktorun muayene ve tedavisi gibi zaruri hallerde
kadın olsun, erkek olsun edep yerlerinin açılmasında günah yoktur, caizdir.
İslam dini, kadını dört duvar içerisine hapsetmiş
değildir. Açılmasına, saçılmasına müsaade
etmediği gibi, evlerde hapsedilmesini de emretmemiştir.
Bir kadın komşu evlerine, eş ve dostun evlerine, hısım
ve akrabanın evlerine gidebilir; çarşıya, pazara da gidebilir, tarlaya
bahçeye de gidebilir. Ancak, giderken kocasından
izin almış olacak.
Bu, bir. İkincisi,
giyinişinde ve hareketlerinde erkeklerin dikkatini çekmiyecek, onların
fitneye düşmelerine, günaha girmelerine sebep olmayacaktır.
Örtüsünü başına örtecek, edep ve terbiyesine riayet
edecektir. Kadınların erkeklere karşı çalım
satmaları, ayak çatmaları, onları tahrik edip fitneye düşürmeleri günahtır.
Dinimizin kadını tam serbest bırakmaması,
kadını hor gördüğü için, hakir gördüğü için, insandan saymadığı için
değildir.
Aksine ona değer verdiği, ona şeref verdiği içindir;
onu hürmet ve saygıya layık gördüğü içindir. Kadınlar, aslında
pırlanta kadar parlak, gül kadar renkli ve
hassastırlar.
Onlara yabancı bir erkeğin el sürmesi veya kötü
gözünün dokunması ne yapar? Onların parlaklığına
gölge düşürür, renk ve hassaslıklarını soldurur ve söndürür ve dolayısiyle
şereflerinin gitmesine, değer ve kıymetlerinin kaybolmasına sebebiyet verir.
İşte bu hikmete binaendir ki, mübarek dinimiz ne
yapmış? Kadına ölçülü hareket etmesini, örtünme
usulüne riayet etmesini emretmiştir.
Yukarıda da gördüğümüz gibi, onun dört duvar arasında hapsedilmesini
emretmemiş olduğu gibi, zamanın modasına uyarak istediği
kadar açılmasına da asla müsaade etmemiştir.
Kadın-erkek münasebetlerini de buna göre ayarlamış,
erkeklerin de bu babda hareketlerini bir nevi kısıtlamıştır.
Onlara da namahrem kadınlara bakmamalarını, gözlerini
çevirmelerini emretmiştir.
Şimdi, Kur'an-ı Kerim'in örtünme hakkındaki ayetlerini dinleyelim:
,,Ey Resul-i Ekrem! Mü'minlere de ki:
Gözlerini (kendisine bakmaları haram olan şeylere ve yerlere bakmaktan)
sakınsınlar ve avret yerlerini korusunlar. Bu, onlar
için çok temiz (ve çok hayırlıdır). Şüphe yok ki, Allah, (kullarının)
yaptıklarından haberdardır (ona göre ceza ve mükâfatını verecektir).
,,Ve mü'min kadınlara da söyle:
(Onlarda) gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar ve avret yerlerini
açmasınlar (zinet yerlerindeki küpe, gerdanlık, bilezik gibi şeyleri de
namahrem erkeklere karşı açık bulundurmaktan sakınsınlar), kendiliğinden
açılan kısımlar müstesna. Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar.
,,Kocaları, babaları, kayınpederleri, oğulları, kocalarının oğulları,
kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğullarının
kadınları, cariyeleri, erkekliği kalmamış hizmetçileri ve kadınların mahrem
yerlerini henüz anlamayan çocuklar,
işte (bütün bu sayılanlardan) başkasına (kadınlar) süslerini göstermesinler,
gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey iman
edenler! Saadete ermeniz için hepiniz tevbe ederek
Allah'ın hükmüne dönün.
Bir de Peygamber Efendimiz'in bu husustaki uyarmalarını dinleyiniz:
Cehennemlik iki sınıf (insan) var ki, henüz onları ben görmedim:
Bunlardan biri bir takım kişilerdir ki, sığır kuyruğuna benzeyen
kamçılarıyle insanları döverler.
Diğeri de bir takım kadınlardır ki, giyinmiştirler, (fakat) çıplaktırlar;
meylettiricidirler, kendileri de meyledicidirler; başları devenin hörgücüne
benzer, işte bunlar var ya cennete giremezler, cennetin kokusunu da
alamazlar...

Kadınlara benzeyen erkeklere, erkeklere benzeyen
kadınlara Allah lânet eder.

,,Üç kişi cennete giremez; Ana ve babasına
karşı gelen, karısını erkeklerden kıskanmayan ve erkeklere benzeyen
kadınlar.

,,Bİr erkek, namahrem bir kadınla
tenha kalmasın, sonra üçüncüsü şeytan olur,

Herhangi bir kadın, yabancı erkeklere karşı güzel koksun diye, koku
sürünür de evden çıkarsa işte o kadın zina edicidir.
(Ona bakan) her göz de zina edicidir.

,,Elin zinası da namahreme dokunmaktır.

Peygamberimizin eli hiçbir yabancı kadının eline değmemiştir.

Ayrıca tesettür, karı-koca arasındaki sevginin
yaşamasını, aile mutluluğunun devam etmesini sağlar.
Çünkü bir koca, kendi hanımından daha süslü, daha
güzel bir kadını gördü mü, onun cazibesine kapılacak, kendi karısına karşı
olan sevgisi azalacak.
Zamanla sevginin yerini hor görme alacak, kendi
karısından ayrılmasının, daha güzel, daha cazibeli gördüğü kadınla
birleşmenin yollarını arayacaktır.
Bu hal, neticede ailenin dağılmasına, belki de
cinayetlerin işlenmesine sebep olacaktır. Günlük olaylarda bunun
misalleri ne kadar çoktur...
İşte ailenin, böyle kötü ve yıkıcı bir akibete uğramaması için, dinimiz,
kadın ve erkeğin biraz hürriyetlerini kisarak, yabancı erkeklere karşı
açılıp saçılmasını, süslenip onları tahrik etmesini yasak ettiği gibi,
erkeklere de başkalarının hanımına bakmamasını, namusuna göz dikmemesini
emir ve tavsiye etmiş, bu emir ve yasaklara uymamanın derin yaralar
açacağını ve korkunç azaba sürükleyeceğini bildirmiştir.
Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz:
Bir toplumda haysiyet ve namusun, şeref ve insanlığın güzelce devam
etmesi, yaşayış ve düzenin gerçek bir hürriyet içerisinde sürüp gitmesi şuna
bağlıdır: O toplumun, ahlaka yakışmayan hareket ve temayüllerden,
dedikodulardan, töhmetlerden korunulmasına bağlıdır. Bu
da o toplum fertlerinin dini emir ve yasaklara uymalarına bağlıdır.
Çünkü dinî emir ve yasaklar, insanın insanca yaşamasını hedef
alma
gayesini güder.
HÜLLE MESELESİ
Çok yanlış anlaşılan konulardan biri de ,,Hulle meselesidir.
Bazı kişilerce ,,Hulle şöyle anlaşılmaktadır: Hulle demek; bir
kimsenin üç talakla boşadığı karısını -kendisine tekrar helal olsun diye-
bir başka erkekle ve pazarlık suretiyle evlendirmesi, onunla cinsî
münasebette bulundurması ve ondan sonra tekrar alması demektir.
Halbuki İslam dini bu şekilde bir ,,Hulle kabul etmez. En
azından tahrimen mekruh sayar, İslam dininin bu konudaki hükmü şudur:
Bir kimse karısını üç talakla boşarsa, o kadınla bir daha evlenemez.
Ancak bu kadın, iddet müddetini bitirdikten sonra, ikinci bir kocaya normal
olarak gider, ikinci koca ile karı-koca olur, ikinci koca ölürse veya bu
kadını -herhangi birsebeple- boşarsa, bu kadın iddetten sonra birinci kocaya
tekrar varabilir.
Nitekim Kur'an-ı Kerim şöyle der:
,,Eğer onu (karısını) bir daha boşarsa artık o kadın bundan sonra ona
helal olmaz. Ta ki ondan başka bir kocaya varsın. Bu da o kadını boşarsa
(veya ikinci koca ölürse) Allah'ın hududuna (Cenab-ı Hakk'ın tayin etmiş
olduğu karı-koca haklarına) riayet edeceklerini zannettikleri taktirde
onunla evvelki kocasının yeniden evlenmesinden dolayı kendileri için bir
günah yoktur. İşte Allah'ın hududu (kanunu) budur. Bunları, bilenler için
(Allah) beyan ediyor. 
Ayette de görüleceği üzere, böyle bir evlenme normaldir. Bunda kınanacak
bir taraf yoktur.
Ha kocası ölmüş veya kocasından boşanmış bir kadınla evlenmiş olsun, ha
kendisinden boşandıktan sonra bir başka kocaya gidip ondan da boşanan veya
kocası ölerek dul kalan bir kadını almış olsun! Arada ne fark var?!.
Ancak çirkin olan, haysiyet ve şerefe sığmayan şekil şu:
Bir erkek, üç talakla boşadığı karısını tekrar almak maksadıyla hulle
yaptırıyor.
Yani bir başkasına kocaya veriyor, onunla cinsî münasebette bulunmasına
razı oluyor, boşanmasını şart koşuyor, boşadıktan sonra o kadını tekrar
alıyor.
Bu hususu biraz daha açıklıyalım:
Adam, ikinci koca ile pazarlığa giriyor; ona diyor ki:
,,Ben bu karıyı üç talak boşadım, bir daha alamıyorum. Bu karıyı sana
vereyim. Sen bunu nikâh et ve bununla cimada bulun, ondan sonra da boşa, ben
tekrar alayım!
O da bu teklifi kabul ediyor; boşanan kadınla nikahlanıyor, onunla
yatıyor, cimada bulunuyor, hemen boşatıyor, birinci koca bu kadını tekrar
alıyor.
İşte bazı kimseler ,,Hulleyi bu şekilde anlıyor, ki bu yanlıştır.
Dinimiz meselenin bu şeklini hoş görmez, hatta tel'in eder, lanetler. "Böyle
yapana da yaptırana da Allah lanet etsin der! ve böyle yapılan bir hareketi
emanet alınan tekeye benzetir.
Peygamber Efendimiz bir gün yanındakilere: ,,Ben
size emânet alınan tekeyi haber vereyim mi? diye sorar.
Onlar:
-Evet, Ya Resulallah! Haber ver, derler.
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.):
,,O, hullecidir. Hulle yapana da yaptırana da Allah lanet
etsin! demiştir. 
Adamın birisi İbn-i Abbas'a geliyor
ve şöyle diyor:
,,Amcam karısını üç talak boşadı. Ona hulle yaptırabilir mi?"
Buna İbn-i Abbas'ın verdiği cevap şu oluyor:
Allah'ı aldatmaya kalkan kimsenin Allah belasını verir!
Hz. Ömer de bu hususta şöyle der:
,,Hulle yaptıran ve yapan elime geçerse
onları taşlarım (yani taşla öldürürüm).
O halde, yukarıda da arzettiğim gibi, meseleyi bugün bazılarının
anladığı manada anlamak veya böyle bir harekette bulunmak hem bir hatadır,
hem de mübarek dinimize çirkin bir iftiradır. Dinimiz böyle namus ve şerefe
sığmayan bir hareketi normal kabul etmez.
Bu çeşit meseleleri burada anlatmaktan maksat şudur: Müslümanların bir
taraftan bu meseleleri, aslına uygun bir şekilde ve hikmetleri ile birlikte
bilmelerini sağlamak, hor görmelerine, yersiz addetmelerine meydan vermemek;
bir taraftan da peşin hükümlerle veya art düşüncelerle bunları dillerine
dolayarak İslam dinine hücum eden yabancılara cevap verme imkânlarını temin
etmektir.
KADINLARIN
ÖZEL HALLERİ
İnsan olmada, Allah'ın kulu, Peygarnber'in ümmeti olmada erkekle kadın
arasında bir fark yoktur. Hayat hakkına, hürriyet hakkına, mülkiyet hakkına
sahip olmada yine aralarında bir fark yoktur. Keza, ibadetle mükellef
olmada, ahlak kaidelerine göre hareket etmekte, yasaklardan sakınmakta
aralarında bir fark yoktur.
Ancak, ruh ve beden yapıları dikkate alınarak, kadınlar, bazı
ibadetlerden muaf tutulmuş, bazı görevlerden affedilmiştir. Hanımlar imanın
altı şartıyla İslam'ın beş şartından mesul iseler de onlara Cuma namazları
farz, bayram namazları vacip değildir.
Cemaate devam etme, ezan ve kamet okuma onlara sünnet değildir. Normal
zamanlarda savaşa çıkmaları da farz değildir.
Ayrıca kadınlar, hayız ve nifas gibi hallerde namazdan muaf
tutulmuşlardır. Yine bu ahvalde oruçlarını kazaya bırakmaları lazım geleceği
gibi, Kur'an okumaları, Kur'an-ı Kerim'e dokunmaları da yasaklanmıştır.
İşte biz, bundan sonra kadınların cünüplük, hayızlık, lohusa ve istihaze
gibi hallerinden gereği kadar bahsedeceğiz:
Bir de şurasını unutmamak lazımdır: Dinde ayıp yoktur. Haktan haya
edilmez; İslam'ın her meselesi açık açık konuşulur ve öğretilir. Karı-koca
arasındaki münasebetler de böyledir. Nasıl cima edecekler, nasıl
yıkanacaklar... bütün bunları gayet açık ve net olarak bilmeleri lazımdır.
Bilmeleri lazımdır ki, hataya düşmesinler, bir yanlışlığa meydan
vermesinler, işte bu noktadan hareketle:
Cünüplük ne demektir?
Cünüplük demek, erginlik çağına gelmiş olan bir
insanın vücudunda meydana gelen manevî kirlenme hali demektir. Bu hal,
erkeklerde olabileceği gibi, kadınlarda da olabilir.
Cünüp olmanın sebepleri:
İnsanın önünden, sidikten başka, şu
sıvılar da çıkar:
1- Meni: Meni demek, erkekde insan tohumunu (spermayi), kadında
yumurtacığı içinde taşıyan sümüksü -genellikle- beyaz veya beyazımsı bir
sıvıdır.
2- Mezi: Mezi ise, erkek veya kadının şehvetle birbirlerini öpmesi
veya şehvetle boynuna sarılması veya şehvetle sıkması veya şehvetle bakması
veya şehvetle düşünmesi sonucu -vücutta hiçbir sarsıntı ve zevk meydana
getirmeden- idrar yolundan gelen kaygan, ince, renksiz bir sıvıdır. Mezinin
çıkmasından gusül gerekmez.
3- Vedi: Bazı zamanlarda ve ortada belli bir sebep yokken,
genellikle, idrarın arkasından gelen kalınca sümüksü bir sıvıdır. Vediden de
gusül gerekmez. Bu üçü, erkek kadın herkeste görülebilir.
4- Kan: Kan ise, adet gören, lohusa olan veya müstehaze olan
kadınların fercinden akan kandır.
Şimdi cünüplüğün sebeplerini sıralayalım:
a) Erkekle kadının birleşmeleri, yani cinsî münasebette (cimada)
bulunmaları: Bu halde erkeğin tenasül uzvunun en azından bir kısmının
kadının tenasül uzvuna duhulü her ikisinin de cünüp olmasına sebep olur,
yıkanmaları lazımdır. İster meni gelsin ister gelmesin, her iki taraf da
gusledecek. Zaten meni gelirse o vakit haydi haydi gusül etmeleri, boy
abdesti almaları lazım.
b) Meninin çıkması:
Meni, genellikle şehvetle ve cinsî arzu ile yerinden ayrılır, vücutta
özel sarsıntı ve kesik kesik hareket meydana getirerek çıkar. Sebebi ne
olursa olsun, meninin bu şekilde hareketli ve çıkması ne yapar? Erkeği de,
kadını da cünüp yapar. Boy abdest almaları, yani banyo yapmaları gerekir.
c) Rüyada cünüp olma:
Gerek erkek gerekse kadın rüya görür. Rüyasında herhangi bir kimse ile
münasebette bulunur, meni yerinden şehvetle hareket ederek boşanır. Uyandığı
zaman, tenasül uzvunda (edep yerinde) yaşlık bulur veya yaşlık kurumuş, iz
bırakmış olur. Buna ,,rüyalanma, ihtilam olma
veya hamamcı olma denir. Bu halde de gusletmesi (boy abdest alması)
lazımdır.
Yaşlık bulduğu halde rüyayı hatırlayamazsa ne yapar? Kendi kanaatine
başvurur, düşünür: O yaşlığın meni olduğuna kanaat getirirse veya şüpheye
düşüp bir karar veremezse gusleder. Yok, o yaşlığın meni değil de mezi veya
vedi olduğuna kanaat getirirse yıkanması lazım değildir. İmam Ebu Yusuf'un
içtihadına göre ise, rüyayı hatırlamadığı takdirde, kanaati ne olursa olsun,
birşey lazım gelmez. Fakat ihtiyatlı olan birinci görüştür.
Erkek rüya görür. Rüyayı hatırladığı halde bedeninde veya elbisesinde ne
bir yaşlık ne de bir iz bulamazsa gusletmesi lazım değildir. Sahih kavle
göre bu meselede kadın erkek gibidir.
İmam Muhammed'in görüşüne göre kadın rüya görüp yaşlık bulamazsa dahi
ihtiyaten gusleder. Keza, şehvet duygusu olmadan, ağır yük taşıdığından veya
yüksek bir yerden düştüğünden veya kendisine sopa vurulduğundan dolayı meni
gelse dahi cünüp sayılmaz, gusletmesi lazım gelmez.
Hayız:
Hayız kanı, kadınlara mahsus bir haldir. Yetişkin
bir kadının rahmindeki memeciklerin çatlamasından meydana gelen kana hayız
kanı denir. Bir başka tarif: Hayız; bir kadının döl yatağı denilen rahminden
belli zamanlar içinde akan kandır. Kadının bu haline ,,Hayız hali, Âdet
hali, ,,Aybaşı hali veya ,,Namazsız hali gibi adlar verilir.
Kadınlarda aybaşı hali, en erken dokuz yaşında başlayabilir ve bu halin
başlaması o kadının baliğ olduğunun (erginlik çağına erdiğinin) bir
delilidir. Elli veya elli beş yaşlarına kadar görülebilir. Bu yaşa İyas
yaşı denir ki, bundan sonra artık hayız kanı görülmez olur. Elli beş
yaşından sonra da pek nadir olmakla beraber hayız hali görülebilir. Bunu
söyleyen islam bilginleri vardır.
Bir kadının hayız hali kaç gün sürer?
Hayız müddetinin en azı üç gündür. En çoğu da on gündür. Yani saati
saatine üç günden az (yani 72 saatten az) olmaz. Yine saati saatine on
günden (yani 240) saatten fazla olmaz. Peygamberimiz şöyle buyurur:
,,Hayızın azı üç gün, çoğu da on gündür." 
Şafii mezhebinde ise azı bir gündür çoğu da on beş gün sürebilir.
Fakat Hanefi mezhebinde, yukariki hadis'e dayanarak, hayız süresinin üç
günden az, on günden çok olmıyacağı kabul edilmiştir. Kadının bu hali; üç
gün sürer veya dört gün veya beş gün veya altı gün veya yedi gün veya sekiz
gün veya dokuz gün veya on gün sürebilir. Fakat on günü geçmez. Üç gün tamam
olmadan kesilen veya on günden fazla gelen kan, hayız kanı değildir;
hastalıktan gelen özür kanıdır. Zarar vermez. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz
şöyle anlatır:
,,Hayız; üç gün, dört gün, beş gün, altı gün, yedi gün, sekiz gün, dokuz
gün ve on gündür. On günü geçtimi artık o, istihaze (özür) kanıdır. 
Kadının idrar yolundan gelen kanın rengi çeşidli olabilir; toprak
renginde, sarı, yeşil, kırmızı, siyah veya bulanık su renginde olabilir.
Hayız kanının devamlı akması şart değildir. Müddeti içerisinde bazen
akar, bazen de kesilir, akmaz. Hayız bir kere başladı mı, aradaki
kesilmelerde hayız hali sayılır. Yeter ki başında ve sonunda kan gelmiş
olsun. Keza, bu müddet için kanın rengi ne olursa olsun, yine hayız sayılır.
Adet:
Hayız müddetinin azının üç, çoğunun on gün
olduğunu söylemiştik. Bununla beraber her kadının kendine göre bir kesilme
adeti vardır. Üç gün ile on gün arasında yer değiştirir. Mesela; her
seferinde dört günde kan kesilir, işte o kesildiği gün onun adetidir, o
günün tamamında yıkanır, namazını kılar ve diğer ibadetlerini yapar. Bazen
olur ki; mesela, bir kadının adeti farz edelim ki, dört gündür, dört günde
kesiliyor. Fakat, her nedense adeti olan dört günde kan kesilmedi, yine
görünmesine devam ediyor. Böyle bir halde hayız hali de devam eder. Beşinci
gün, altıncı gün, yedinci gün, sekizinci gün, dokuzuncu gün veya onuncu
günden hangisinde kan kesilirse işte o gün yıkanması lazım gelir. Çünkü
hayız hali o gün sona ermiştir. Ancak onuncu gün tamam olduğu halde kan
kesilmez, onbirinci güne geçerse o zaman ne olur, ne olduğu anlaşılır? O
zaman kesilme adeti olan dört günden sonraki günlerde gelen kanın hayız kanı
olmadığı anlaşılır. Hastalıktan gelen bir kan olduğu anlaşılır ve
dolayısıyla dört gün ile on gün arasındaki kılmadığı namazları kaza eder.
Yani beşinci, altıncı, yedinci, sekizinci, dokuzuncu ve onuncu günlerin
namazlarını kaza eder. Hem de onuncu günün tamamında kan kesilse de
kesilmese de gusledecektir, namaz kılmaya başlayacaktır. Bir kadının kesilme
adeti nasıl belli olur? ilk defa gördüğü hayız kanı kaç günde kesilirse,
işte o gün o kadının kesilme adetidir. Mesela; ilk defa hayız görmeye
başlayan bir kız, farz edelim ki, beşinci günde hayızdan kesildi, işte o
beşinci gün onun kesilme adetidir. Fakat adetin değişmesinde bir defa
değişme kâfi gelmemektedir. İkinci sefer de değişmiş olması lazım. Mesela;
adeti beş gün olan bir kadının beşinci günü tamam olduğu halde bu sefer kan
kesilmedi, altıncı gün kesildi. Bu kadının adeti altı gün mü olmuştur?
Hayır, ikinci seferinde yine altıncı gün kesilirse işte o zaman adeti
değişmiştir; beş gün olmaktan çıkmış, altı gün olmuştur.
İki kan arasındaki tuhur (yani kan görmeme hali):
İki kan görme halleri arasındaki kan görmeme
hali de yine hayız halidir. Mesela; bir gün kadın kan gördü ve sonra kan
kesildi, sekizinci güne kadar hiç görmedi. Dokuzuncu gün tekrar kan gördü.
Bu günlerin bütünü hayız günüdür, gusledecektir. Şayet, birinci gün görülüp
kesilen kanı dokuzuncu güne kadar görmedi, onuncu günde tekrar görse,
bugünlerin hiçbiri hayız günü değildir. Bu hususta ölçü şu:
Kan görülen günler on günün içinde olacak. Yani kan bir gün görüldü mü,
artık bugünden itibaren on güne varmadan en azından bir gün daha
görülmelidir ki, o günler hayız sayılsın.
İki hayız arasında en azından on beş gün geçecektir. Yani kadın, bir
hayızdan kesilip yıkandıktan sonra ikinci hayızın başlaması için aradan en
az on beş gün geçmiş olacaktır. On beş gün geçmeden tekrar görülen kan hayız
kanı değildir, hastalık kanıdır. İki hayız arasındaki müddetin çoğunun bir
sınırı yoktur; bir ay olabilir, iki ay olabilir, bir sene olabilir, on sene
olabilir hatta ömrünün sonuna kadar olabilir.
Kan
kesildikten sonra cima yapmak:
Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de
şöyle buyurur:
,,Ey
Resulüm! Onlar sana hayızdan (kadınların adetlerinden) soruyorlar. De ki: O,
eziyettir (rahatsız edicidir). Adet zamanlarında kadınlardan çekilin;
temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın!
İleride de görüleceği gibi, adet gören bir kadına kocasının yaklaşması,
yani cimada bulunması haramdır, büyük günahtır. Kadın da günaha girer.
Kocasına müsaade etmiyecektir Bu, böyle!
Fakat kan kesildikten sonra, gusletmeden (boy abdesti almadan) kocasının
kendisine yaklaşıp cimada bulunması caiz midir? Bu sorunun cevabını üç
şekilde vermek lazım:
1- Onuncu günün tamamında kan kesilmiş ise veya,
2- On günden az da, fakat kesilme adeti olan günün tamamında kan
kesilmiş ise,
3- Daha kesilme adeti olan gün gelmeden önce kesilmiş ise.
Birinci şekilde, yani onuncu günün tamamında kan kesilmiş ise, kadın
gusletse de etmese de kocası kendisine yaklaşıp cimada bulunabilir. Halta on
gün tamam oldu, fakat hâlâ kan görülüyor. Bu halde de kocası kendisine
yaklaşabilir. Çünkü on gün tamam oldu mu, artık kadının aybaşı hali
bitmiştir. Bundan sonra görülen kan, hayız kanı değil, özür (istihaze)
kanıdır, ikinci şekilde, yani kesilme adeti olan günde; mesela, kesilme
adeti beşinci gün diyelim kadın adetinin beşinci gününü tamamlamış. İşte bu
beşinci günde kan görülmez olmuş ise, hemen kocasının kendisine yaklaşıp
cima etmesi helâl olmaz. Kadın ya gusletmiş olacak veya bir özre binaen
teyemmüm edip, nafile de olsa, iki rekat namaz kılmış olacaktır. Ya da
kesildikten sonra gusletmesine, elbisesini giyinmesine ve namazın ilk
Tekbirini almasına yetecek kadar bir zaman geçmiş bulunacaktır. Ve bu kadar
bir zaman da namaz vaktinin sonuna doğru olacaktır. Namaz vaktinin
başlarında veya ortalarında olursa olmaz. Çünkü o geçmesi lazım gelen zaman
namaz vaktinin sonunda olacak ki, o vaktin namazının kazası kadının üzerine
lazım gelmiş olsun ve dolayısıyla, gerçekten değilse de, hükmen temizlenmiş
sayılsın da kocasının kendisine yaklaşması caiz olsun.
Üçüncü şekle gelince: Yani kesilme adeti olan gün daha gelmemiş. Mesela
diyelim ki kesilme adeti günü beş gün. Kadın bu beşinci günden önce kesilme,
kan görmez olsa bu halde gusletse de etmese de kocasının kendisine
yaklaşması caiz değildir. Çünkü kanın tekrar görülmesi ihtimali vardır.
Fakat, ihtiyaten gusleder, namazını kılmaya başlar.
Şurasını da hanım kardeşlerimiz bilmelidirler ki; birinci şekilde ve bazı
şartlarla ikinci şekilde boy abdesti almadan kocalarının kendilerine
yaklaşıp cima etmeleri caiz ise de, günah değil ise de evla olanı, daha
doğru olanı boy abdesti aldıktan sonra yaklaşmalarıdır.
Nifas
kanı:
Nifas kanı demek, doğum yapan bir kadının idrar
yolundan gelen kan demektir. Böyle olan kadına ,,Lohusa denir ve bu hale de
,,Lohusa hali denir.
Doğan çocuk, ister vaktini doldurduktan sonra doğmuş olsun, ister
doldurmadan önce doğmuş olsun farketmez. Yani çocuk normal zamanında doğsa
da, düşük olsa da anası lohusa sayılır. Yalnız düşük olduğu zaman hiç
olmazsa eli-ayağı, başı-parmağı gibi uzuvları (organları) belli olmuş
olacaktır. Hiçbir uzvu daha belli olmadan meydana gelen düşük (doğum)
halinde kadın lohusa sayılmaz, gusletmesi lazım değildir.
İkiz doğum yapan kadının lohusalığı da birinci çocuk doğduktan sonra
başlar.
Lohusa halinin azı için bir müddet yoktur. Bir gün geçmeden de kadın
temizlenebilir. Hatta hemen doğumun arkasından kan kesilebilir. Ve hatta
doğum yapar, hiç kan görülmez olabilir.
Bu hususta şart olan kanın kesilmesidir. Kaç gün sonra veya kaç saat
sonra olursa olsun farketmez. Kesildiği andan itibaren gusleder,
ibadetlerini yapmaya başlar.
Lohusa halinin en çok müddeti ise Hanefi mezhebine göre kırk gündür.
Şafii ve Malikî mezheplerinde ise altmış gündür. Biz burada meseleyi Hanefi
mezhebine göre yürüteceğiz:
Doğum yapan kadının lohusa halinin kesilmesi, bitmesi sıfır saatte
olabilir, birinci günde olabilir, ikinci günde olabilir, beşinci günde
olabilir, onuncu günde olabilir, otuzuncu günde olabilir veya kırk güne
kadar herhangi bir günde olabilir. Şart olan kanın kesilmesidir. Kırk güne
kadar hangi günde kesilirse kesilsin. Kadın gusledip ibadetini yapmaya
başlayacaktır. Fakat lohusa hali kırk günü geçmez. Kırk gün oldu mu kan
kesilse de, kesilmese de kadın gusledecektir. Kırk günden sonra görülen kan
lohusa kanı değildir, özür kanıdır, başka bir sebepten gelen kandır.
Demek oluyor ki, lohusa müddeti bir saatten tutun da kırk güne kadar
olabiliyor.
Adet:
Aybaşı
olan kadının adet günü olduğu gibi, lohusa kadının da adet günü olabilir.
Mesela; ilk doğum yapan bir kadın, doğumdan sonra farz edelim ki, otuz günde
kesildi, artık kan gelmiyor. Ne yapar? Gusleder, ibadetlerine başlar. Bu
kadın, bundan sonra kırk güne kadar hiç kan görmezse, artık bu kadının
kesilme adeti otuz gün olrnuş olur. İkinci sefer doğum yapmasında başka
türlü bir şekil almazsa, bu kadın otuz günü bekler, otuz gün tamam oldu mu
gusleder.
Şayet, kesilme adeti otuz gün olan bir kadının otuz günü bittiği halde
kan hâlâ görülmeye devam ediyorsa bu kadın ne yapar? Kanın kesilmesini
bekler. Kırk güne kadar hangi gün kesilirse o gün gusleder. Lohusa müddeti o
güne kadar devam etmiş sayılır. Kırk gün bittiği halde kan kesilmez, yine
devam ederse otuz günden sonraki on günlük namazlarını kaza edecektir.
Çünkü, kesilme adeti olan otuz günden sonra devam eden kan, lohusa kanı
olmuş olsa idi, kırkıncı günü geçmeyecekti, kesilecekti. Madem ki kesilmedi,
o halde otuzuncu günden sonra devam eden kan lohusa kanı değildir, başka
sebepten gelen özür kanıdır. Binaenaleyh, o on gün kadın lohusa sayılmaz; o
günlerin namazlarını kaza etmesi lazımdır.
Lohusa halinde de devamlı kan görülmesi şart değildir. Ara sıra
kesilebilir. Başlangıç günü ile sonuç günü görülmesi kâfi gelir. Mesela;
yirmi günde kesilen lohusa bir kadın, birinci gün kan görse sonra kan
kesilse, görülmez olsa, yirminci günde tekrar görülse ve kesilse bu kadının
adeti yine yirmi gündür ve kanın kesildiği aradaki günler de lohusa
günleridir.
İstihaze (Özür) kanı:
İstihaze
kanı demek, bir hastalıktan dolayı hayız ve lohusa olmayan kadının idrar
yolundan gelen kan demektir. Bu kan kokusuz bir kandır.
İstihaze kanının çeşitleri yedidir:
1- Henüz buluğ
çağına (dokuz yaşına) gelmemiş kız çocuğunda görülen kan;
2- Hayız müddetinin azından noksan olan, yani üç günden az devam
eden kan;
3- Hayız müddetinin çoğundan fazla devam eden, yani on günden
fazla devam eden kan;
4- Lohusa müddetinin çoğundan fazla olan, yani kırk günden fazla
devam eden kan;
5- Hayız halinde, kadının adeti olan belli günden fazla devam edip
on günü aşan kan;
6- Nifasta, kadının adeti olan belli günden fazla devam edip kırk
günü aşan kan;
7- Gebe olan bir kadının gördüğü kan.
İşte bu yedi halde de görülen kan hayız veya lohusa kanı değildir,
istihaze adı verilen özür kanıdır, hastalıktan dolayı gelen bir kandır.
Kendisinden böyle bir kan gelen kadın da özür sahibidir. Böyle bir kanın
çıkması sadece abdesti bozar. Namaz kılmasına, oruç tutmasına ve diğer
ibadetlerini yapmasına mani olmaz, bunları yapması caizdir. Kocasının
kendisine yaklaşması da caizdir, helaldir.
Özür kanı kendisinden devamlı gelen bir kız, akıl-baliğ olursa hayız
günlerini nasıl ayırt eder? Böyle olan bir kadın, her ayın on gününü hayız
günü sayar, bundan sonra gusleder ve ayın geri kalan günlerinde namazını
kılar, orucunu tutar.
Hayız ve lohusa olan bir kadına haram olan şeyler:
Hayız ve lohusa olan kadına
şu yedi şey haramdır:
1- Namaz:
Hayız olan kadın olsun, lohusa olan kadın
olsun, bunlar namaz kılamazlar. Bunların namaz kılmaları haramdır.
Herhangi
bir namazı kılamayacakları gibi, tilavet secdesi ve şükür secdesi de
yapamazlar. Namaz demek, insanın Allah'ın huzuruna çıkması demektir. Namaza
giren bir insan Allah'ın huzuruna kabul edilen bir insandır. Elbette
Allah'ın huzuruna girmenin adabı vardır. Tertemiz olmak da bunlardan
biridir. Hayız veya nifas halindeki kadın ise, kirlidir, temiz değildir. Bu
halleriyle Rabb'lerinin huzuruna çıkamazlar; çıkmaları da yakışık almaz.
İşte bu hikmete binaendirki, namazın her türlüsü bu haldeki kadınlardan
affedilmiştir, bağışlanmıştır. Aybaşı günlerinde olsun, bilahare kaza etmez.
Bunların kazası lazım değildir. Çünkü bu günlerinde kadınlara namaz farz
değildir.
2- Oruç:
Hayız ve lohusa halinde olan kadının oruç tutması
sahih olmaz. Hatta haram olur. Ne Ramazan orucunu tutabilir, ne de başka
herhangi bir oruç.
Ancak, hayız ve lohusa halleri kadının üzerine orucun farz olmasına mani
olmaz. Böyle olan kadına Ramazan orucu farzdır. Fakat tutması tehir edilir,
o günlerde orucunu yer. Ramazan'dan sonra yediği günler sayısınca kaza eder.
Hayız ve lohusa olan kadına neden tutmadığı günlerin oruçlarını kaza
etmesi farz oluyor da o günlerde kılmadığı namazları kaza etmesi farz
olmuyor? Bunda hikmet nedir?
Hikmet şu olsa gerek: Kılmadığı namazların sayısı çoktur. Eğer hayız ve
lohusa halinde kılmadığı namazları kaza edecek olsa yorucu ve zahmetli
olacaktır, zor olacaktır. Mübarek dinimizde ise zorluk yoktur. Çünkü Cenab-ı
Hakk Kitab'ında buyurur ki:
,,Allah dinde size zorluk emretmedi.
Oruca gelince, o senede bir defa geliyor. Belki de Ramazan gelir geçer,
kadın ne hayız olur ne de çocuk doğurur. Buna binaen hayız ve lohusa halinde
yediği oruçları kaza etmesinde o kadar zorluk yoktur. Kim bilir, bundan
başka daha nice hikmetler vardır?!.
Oruçlu olan bir kadında hayız başlarsa veya lohusa olursa, yani doğum
yaparsa kadın orucunu bozar.
O günün orucu artık oruç sayılmaz, kazası lazım gelir. Hayız gören veya
lohusa olan kadınlar, gündüz saatlerinde bu hallerinden temizlenirlerse ne
yaparlar? Bu kadınlar, bu günün akşamına kadar orucu bozan şeylerden
sakınırlar.
Ancak o gün oruç tutmuş sayılmazlar. O günü de kaza edeceklerdir.
Namaza gelince: Vakit girdikten sonra hayız veya lohusa olursa, artık o
vaktin namazını kılamazlar, kılınması da lazım değildir. Fakat o vaktin
sonunda temizlenirlerse, o taktirde gusledip elbiselerini giyindikten sonra
namazın, hiç olmazsa, İlk Tekbir'ini alacak kadar bir zaman varsa o vaktin
namazını kaza etmeleri kendilerine farzdır.
3- Tavaf:
Hayız veya lohusa olan kadının Kabe'yi tavaf
etmesi haram olur. Çünkü Kabe'yi tavaf etrne de namaz kılma gibidir.
Hacca gidip ihrama giren bir kadın, hayız olursa ne yapar? Haccın her
vazifesini yapar, ancak Kabe'yi tavaf edemez. Kabe'yi tavaf etme işini
temizlendikten sonraya bırakır. Peygamber Efendimiz, aybaşı olan Hz. Aişe'ye
hitaben şöyle buyurmuştur:
,,Bu hal; Allah'ın Adem'in kızları üzerine yazdığı (takdir ettiği) bir
şeydir. Hacıların yapacağı her şeyi sen de yap. Ancak gusledinceye kadar
Kâbeyi tavaf etme!

4- Camiye girmek:
Hayız gören kadın veya lohusa olan bir kadın
için cami ve mescide girmesi helal olmaz, caiz olmaz. Hatta bir taraftan
girip diğer taraftan çıkması bile doğru değildir. Resul-i Ekrem (s.a.v.)
Efendimiz şöyle buyurmuştur:
,,Bu evlerin kapılarını mescidden başka tarafa çevirin. Zira ben,
hayız gören ve cünüp olanlar için mescide girmelerini helal görmem.

5- Kur'an okumak:
Hayız gören veya lohusa olan bir kadının,
Kur'an-ı Kerim'den herhangi bir sureyi veya tam bir ayeti okuması caiz
değildir, günahtır. Fakat yarım ayete kadar okuyabilirler. Peygamberimiz
şöyle buyurur:
,,Cünüp olanlarla hayız olanlar Kur'an'dan
bir şey okuyamazlar.

Ancak, dua ve zikir şeklindeki ayetleri dua ve zikir maksadiyle
okuyabilirler. Fatiha Suresi'ni de yine dua maksadiyle okuyabilirler.
Kur'an ayetlerini hece şeklinde yani kesik kesik okuyabilirler. Kelime-i
Tevhid'i, Kelime-i Şehadet'i okuyabilirler. Euzu Besmele okuyabilirler,
Salat-ü selâm getirebilirler. Okunan Kur'an ayetlerini dinlemeleri de
caizdir.
6-
Kur'an ayetlerine dokunmak:
Kur'an-ı Kerim'i ve Kur'an ayetleri yazılı
bulunan kâğıt ve levhaları ellerine alamazlar ve el süremezler. Mendil gibi
bir şeyle Mushaf'ı ve Kur'an ayetleri yazılı olan şeyleri tutabilirler.
7- Cinsî münasebet:
Hayız olan veya lohusa bulunan bir kadınla
münasebette bulunmak, yani cima yapmak caiz değildir.
Yahudiler, kadın hayız oldu mu, onunla yemek yemez, onunla su içmez ve
onunla cinsî münasebette bulunmazlardı. Hatta bu kadını yatak odasından bile
uzaklaştırırlardı. Adet gören kadın hakkında bu derece ifrata varır ve aşırı
giderlerdi.
Hıristiyanlar ise, kadının hayız hali diye bir şey kabul etmezler. Hayız
halinde de cima yapmayı mubah görürler, aldırmazlar. Bunlar da bu mesele
hakkında bu derece geri kalmışlardır.
İslam dinine gelince: Her meselede olduğu gibi, kadınların bu meselesi
hakkında da ne çok ileri gitmiş, ne de çok geri kalmıştır. Akla uygun olan,
ilme uygun olan orta bir yol tutmuştur, islam'a göre aybaşı olan, lohusa
olan kadın ne yatak odasından çıkarılır, ne de yemek yemede ayrı bir
muameleye tabi tutulur. Kadın evde oturup kalkar, ev işleri görür, kocasının
yatak odasında, hatta yatağında beraber yatabilir. Bunlar dinimize göre
caizdir. Ancak haram olan, yasak olan şey, cinsî münasebette (cimada)
bulunmaktır. Bu, günahtır. Kur'an-ı Kerim hayızlı bir kadına kocasının
yaklaşmasını yasak etmiştir:
,,Ey Resul-i Ekrem! Onlar sana hayızdan soruyorlar. De ki, o bir
eziyettir (rahatsızlıktır). O halde, hayız halinde kadınlardan çekilin,
temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın...

İşte bu ayet-i kerime hayızlı kadınlara yaklaşmayı, münasebette bulunmayı
yasak ettiği gibi, göbek altından diz kapağına kadar olan kısmından
faydalanmasını da yasak etmiştir. Doğru bulmamıştır. Kişi hayız gören veya
lohusa olan karısının göbeğinden yukarı, dizkapağından aşağı olan
kısımlarına dokunabilir. Mesela, bu halde iken kocası hanımını öpebilir,
boynuna sarılabilir, şehvetle bakabilir, dizkapağı ile göbek arasını örten
kilotu üzerinden faydalanabilir. Bunlar caizdir, helaldir.
Elhasıl, kadının gerek aybaşı halinde gerekse lohusa halinde kocasının
cima etmesi, hem koca için hem de karı için günahtır, haramdır. Gerek
Kur'an-ı Kerim'in ayeti, gerekse Peygamber Efendimiz'in hadis'leri bunu
yasak etmiştir. Hele ,,Allah korusun! bunda ne
var ki! diyerek, helal olduğunu kabul ederek karısına yaklaşırsa dinden
çıkma tehlikesine düşer.
Şayet, haram olduğunu bildiği ve kabul ettiği halde gaflet ederek veya
nefsine uyarak böyle bir temasta bulunursa ne lazım gelir? Tevbe etmesi hem
de tevbe-i nasuh ile (çok ciddi ve samimi şekilde) tevbe etmeleri ve
mümkünse birer altun sadaka vermeleri ve bir daha böyle bir şey
yapmayacaklarına kesin karar vermeleri lazımdır.
Hikmet
nedir?
Mübarek dininmiz hikmet dinidir; sıhhat
dinidir, temizlik dinidir. Her emir ve yasağı böyle olduğu gibi, aybaşı olan
veya lohusa olan kadına kocasının yaklaşmasını yasak olmasında da elbette
hikmet vardır. Şimdi bilebildiğimizi, maddeler halinde sıralayalım:
1-Hayız gören bir kadından gelen kan murdar ve kirli bir kandır,
zehirli ve iğrenç bir kandır. Döl yatağının ifrazatıdır, pisliğidir. Sağlam
yapıya ve sağ duyuya sahip olan insanın nefret duyduğu ve tiksindiği bir
kandır. Rengi bozuk, kokusu fena, kendisi acı ve yıkıcı bir afettir.
İşte böyle bir afet halinde kadına yaklaşmayı, hikmet olan dinimiz,
elbette yasak edecektir ve etmiştir. İnsan tabiatı da bunu asla hoş
görmez, görmesine imkân yoktur. Tıp ilmi de buna müsaade edemez ve
etmemiştir.
2- Âdet hallerinde kadın bir nev'i hastadır, yaralıdır,
yorgundur, rahatsızdır. Böyle olan bir kadınla cimada bulunmak bir şeye
yaramıyacağı gibi, tadı tuzu da olmaz. Üstelik, birtakım zararların meydana
gelmesine sebep olabilir. Mesela, yaralı halde bulunan rahim yollarıyla
temas, mikropların harekete geçmelerine, tahribat yapmalarına ve dolayısıyla
kadın hastalıklarının doğmasına sebep olabilir.
3- Aybaşı hali kadının güzelliğinde de, kokusunda da, tavır ve
harekelinde de hoşa gitmeyen değişiklikler meydana getirir. Rengi
acayipleşir, kokusu kötüleşir, kadın cazibesini kaybeder. Bu halde olan
karısına kocasının yaklaşması, kocasının karısına karşı sevgisini azaltır,
soğukluk meydana getirir, hatta nefret uyandırır ve nihayet aile bağlarının
kopmasına, yuvanın dağılmasına sebep olabilir. Kim bilir, daha nice
zararlara yol açabilir?..
İşte bu sakıncalarına binaen, dinimiz ne yapmıştır? Aybaşı geçiren, hayız
gören veya lohusa olan kadınlara kocalarının yaklaşmalarını (cima
yapmalarını) yasak etmiş ve bu hususu gayet veciz bir ifade ile, hatta tek
bir kelime ile anlatmış ve şöyle demiştir:
Hayız bir eziyettir!

Gusül:
Kadın nasıl gusledecektir?
Hayız veya lohusalıktan temizlenen, rüyada
ihtilam olan veya kocasıyla cimada bulunan bir kadına gusletmesi, yani boy
abdest alması farzdır. Tepeden tırnağa kadar yıkanacaktır. Hiçbir yerinde
iğnenin ucu kadar bile su değmedik yer kalmayacaktır.
Kadın önce elbiselerini çıkarır, kocasıyla cima ettiği için veya rüyada
ihtilam olduğu için gusledecekse, önce idrarını yapar, edep yerlerini yıkar,
yani taharetini alır. Fakat taharetini alırken parmağını fercinin içine
sokup içini temizlemeye çalışmaz. Buna lüzum yoktur. Dışını yıkaması kâfi
gelir. Bu arada önünü veya arkasını Kıble'ye çevirmez. Ya sağını veya solunu
Kıble'ye çevirir.
Ellerini üç kere yıkar, ağzına üç kerre dolu dolu su verir, burnuna üç
kere iyice su çeker. Burun kemiğine kadar suyun çıkması lazımdır. Yüzünü üç
kere yıkar, kollarını üçer kere yıkar, başına mesheder. Örüklerini çözmüş
ise saçlarının aralarına su geçirmesi de şart. Yok, eğer örüklerini çözmemiş
ise, örüklerinin aralarına su geçirmesi şart değildir; köklerini ıslatması
kâfi gelir. Bundan sonra sağ omuzuna, sonra sol omuzuna, daha sonra da
başına su dökerek iyice ovar.
İkinci sefer yine sıra ile omuzlarına, başına su döker ve tekrar
ovalanır. Üçüncü seferinde yine aynı sıra ile su döker, tekrar ovalanır ve
böylece gusletmiş olur.
ÇEŞİTLİ MESELELER
Soru: Hayız
ve lohusa günlerinde bir kadın, namaz kılmadığına göre, bu vakitlerde başka
ibadet yapabilir mi?
Cevap: Mümkün olursa ve vakti müsait ise, her namaz
vaktinde
abdest alıp seccadesinde Kıble'ye karşı oturur, teşbih çeker. Böyle yapması
güzeldir; hem Rabb'isini unutmamış olur, hem de ibadet sevabını almış olur
ve ayrıca abdest almak suretiyle de temizlik yapmış olur.
Soru: Âdet gören veya lohusa olan bir kadın, Ramazan'da oruç tutmamakla
beraber yemeği içmeği terk etse bunda sevap var mıdır?
Cevap: Hayır, sevap yoktur. Hatta böyle yapmanın mekruh olduğunu
söyleyenler de vardır.
Soru: Kur'an öğreticisi olan bir kadın hayız olursa ne yapar?
Cevap: Bu kadın Kur'an-ı Kerim'i eline alamaz. Ancak Kur'an ayetlerini
kelime kelime öğrencilerine okutur, öğrencilerinin okuduklarını
dinleyebilir. Esasen adet gören veya lohusa olan bir kadın başkalarının
okudukları Kur'an ayetini dinleyebilir.
Soru: Cünüp bir kadın, yıkanmadan çocuğuna meme verebilir mi?
Cevap: Memesini yıkadıktan sonra verebilir. Ancak o anda çocuğa meme
verme mecburiyeti yoksa, yani çocuk ağlamıyorsa, yıkandıktan sonra vermesi
daha güzeldir.
Soru: Kadının kestiği hayvanın eti yenir mi?
Cevap: Kadının kestiği hayvanın eti yenir. Yani kadın hayvan kesebilir.
Orada erkek olsa da olmasa da. Yeter ki kesmesini bilsin. Hatta aybaşı
olduğu zamanlarda bile hayvan kesebilir.
Soru: Kirve diye bir şey var mıdır?
Cevap: Hayır; İslam dininde kirve diye bir şey yoktur. Bir kimse
kirvesinin kızıyla da evlenebilir.
Soru: Bir müslüman kadın, müslüman olmayan bir erkekle evlenebilir mi?
Cevap: Hayır, evlenemez; Günahtır, haramdır. Fakat bir müslüman erkek,
kitap ehli olan bir yahudi ve bir hıristiyan olan kadınla evlenebilir.
Soru: İslam dininde fala bakma ve baktırma var mıdır?
Cevap: Hayır, yoktur! Fala bakma ve baktırmayı dinimiz şiddetle reddeder.
Hatta falcıya inanan kimsenin imanının tehlikeye düşeceği Peygamberimiz'in
birhadis'inden anlaşılmaktadır.
Soru: Göz değmesin diye çocuklara gözboncuğu takmak İslam dininde var
mıdır?
Cevap: Hayır, yoktur! Dinimizde ne gözboncuğu vardır, ne de yedi delikli
boncuk vardır. Bunlar uydurma şeylerdir. Keza ziyaretgâhlara, türbelere taş
yapıştırmak, çaput bağlamak veya buralarda mum yakmak dinimizin kabul
etmediği şeylerdir, günah olan şeylerdir.
Soru: Kadınlar; bahçelerde, tarlalarda veya kırlarda bulundukları
sıralarda namazlarını oturarak mı kılacaklar?
Cevap: Hayır; Kadınların böyle yerlerde olsalar dahi namazlarını oturarak
kılmaları doğru olamaz. Çünkü, farz namazlarda kıyam (ayakta durma) farzdır,
dolayısıyla oturarak kılması caiz olmaz. Namazı fasiddir, yeniden kılması
lazımdır. Oralarda erkekler vardır; nâ-mahrem erkekler kendilerini görür
diye kadınların namazlarını oturarak kılmalarını gerektirmez. Çünkü; kadın,
namazda örtünmesi lazım gelen yerlerini örtmüştür. Yabancı erkeklerin, namaz
kılan bir kadının hareketlerini görmesi o kadının namazına zarar vermez.
Sünnet ve nafile namazlara gelince; her yerde olduğu gibi, böyle yerlerde
de oturarak namazlarını kılmaları caiz ise de sevap yönünden noksan olur.
Soru: Kadınların cenazeyi takip ederek mezara kadar gitmeleri caiz midir?
Cevap: Kadınların cenaze ile mezara kadar gitmeleri dinen doğru bir şey
değildir. Cenazeyi mezara kadar götürmek, defnetmek işi erkeklere aittir.
Cenazenin bu işlerinde kadınlara vazife verilmemiştir. Binaenaleyh, kadınlar
cenaze namazına katılmayacaklar, cenazenin omuzlarda götürülmesinde veya
toprağa verilmesinde bir hizmetleri olmayacaktır. Buna binaen, kadınların
mezara gelmelerine hiç lüzum yoktur. Olsa olsa seyretmek için gelmiş
olacaklar. Cenaze ve cenazenin gideceği yer ise seyir yeri, gezinti yeri
değildir. Hele açık, saçık, erkeklere karışık bir şekilde katılmaları veya
bağırıp çağırarak ağlamaları asla uygun değildir. Sevap yerine günah
getirir.
Soru: Erkekler bulunmadığı zamanlarda kadınlar cenazeyi
kaldırabilirlermiş. Bu doğru mudur?
Cevap: Evet, o zaman kadınlar cenazeyi kaldırabilirler. Cenaze namazını
kılarlarken isterlerse teker teker kılarlar, isterlerse biri imam olarak
birlikte kılarlar ve götürüp mezara defnederler.
Soru: Bir kadın, ölmüş olan kocasını yıkayabilir mi? Veya bir erkek, ölen
karısının cenazesini yıkayabilir mi?
Cevap: Evet, bir kadın, sağ iken kocasını banyoda yıkadığı gibi, öldükten
sonra da cenazesini yıkayabilir, bu caizdir. Fakat, bir koca vefat eden
karısını yıkayamaz. Ancak yüzüne bakabilir.
Soru: Kadınlar, mezarları ziyaret edebilirler mi?
Cevap: Daha çok yaşlı kadınların, İslam'ın usul ve adabına uyarak,
mezarları ziyaret etmelerinde bir sakınca yoktur, gidebilirler.
Soru: Gerek cenaze çıkan ev olsun, gerekse yakın komşu evler olsun,
cenaze çıktığı gün, kaplarındaki bütün suları dışarı dökeceklermiş,
dökmeleri lazım imiş. Sebep de Azrail Aleyhisselam kılıcını o sularda
yıkıyormuş. Doğru mu?
Cevap: Hayır, dinimizde böyle şey yoktur. Hatta bunlar gülünç şeylerdir.
Soru: Cenaze çıkan ev halkının cenazenin birinci gününde, üçüncü gününde,
yedinci gününde, kırkıncı gününde veya elli ikinci gecesinde yemek
yedirmeleri dinimizde var mıdır?
Cevap: Hayır! Mübarek dinimizde cenaze çıkan bir ev halkının o saydığımız
günlerin her hangi birisinde yemek vermesi diye bir şey yoktur. Hatta bu
maksatla yemek vermek bid'attır, bir nev'i günahtır. Dinimiz böyle bir emir
veya böyle bir tavsiyede bulunmamıştır. Ancak, yemek hazırlayıp, fakir
fukaraya yedirerek hasıl olan sevabın ölüye bağışlanması dinimizde vardır.
Ama bunun her hangi belli bir günü yoktur. Her hangi bir günde olabilir.
Kırkıncı veya ellinci günü olması şart değildir. Şurasını da unutmamak
lazımdır ki, cenazenin çıktığı ev halkına yemek hazırlayıp götürmek
kitaplarımızda vardır. Bu güzel ve yerinde bir harekettir. Çünkü ev halkı o
gün kederli ve cenaze ile meşgul olduklarından kendilerine yemek hazırlama
imkânı bulamazlar.
Soru: Üç ayları yedi sene tutan bir kimsenin bir kurban kesmesi lazımmış.
Ne dersiniz?
Cevap: Hayır! Bunun da aslı astarı yoktur.
Soru: Tırnaklarında oje bulunan bir kadın guslederse, yani boy abdesti
alırsa temizlenmiş olur mu? Ellerinde kına bulunan da böyle midir?
Cevap: Cünüplükten veya hayızdan veya lohusalıktan yıkanmak isteyen bir
kadının tırnaklarında oje bulunursa boy abdesti tamam olmaz, temizlenmiş
sayılmaz. Çünkü ojenin altına su geçmez, tırnakları ıslanmamış sayılır.
Halbuki, cünüp bir insanın guslederken vücudunun her hangi bir yerinde
iğnenin ucu kadar bir yer kuru kalsa cünüplükten çıkmış sayılmaz. Kına, oje
gibi değildir, o suyun deriye geçmesine engel olmaz.
Soru: Bir kadının başkasının çocuğunu emzirmesi caiz midir?
Cevap: Bir kere kocasından izin almadan bir kadının, bir başkasının
çocuğunu emzirmesi caiz değildir. Esasen, bir zaruret yoksa, şunun veya
bunun çocuğunu asla emzirmemelidir. Çünkü süt annelik, süt kardeşlik meydana
gelir. Sonra bunlar arasında evlenme haram olur. Bazen de kimin kimi
emzirdiği unutuluyor; süt kardeşler arasında evlenmeler oluyor ki, bunun
günahı emzirenedir.
Soru: Uğursuz hayvan var mıdır? Mesela yolda giderken birisinin önüne bir
tilkinin çıkması veya bir yılanın rastlaması veya bir horozun vakitsiz
ötmesi veyahut bir tavuğun horoz gibi ötmesi veyahut baykuşun ötmesi veyahut
köpeğin uluması ve saire gibi şeyler halk arasında uğursuzluk sayılır, kaza
ve belaya işaret sayılır ne dersiniz?
Cevap: Hayır! Herhangi bir hayvan veya herhangi bir hayvanın herhangi bir
hareketi veya ötüşü uğursuzdur diye dinimizde bir şey yoktur. Hayvanların
her hangi bir hareketi de ileride meydana gelecek herhangi bir kazaya veya
belaya işaret değildir.
Soru: Günler ve geceler arasında uğursuzu var mıdır? Mesela, bazı
yerlerde haftanın bazı günlerinde yola çıkmak, ev süpürmek çamaşır yıkamak
veya dikmek uğursuz olurmuş. Bu doğru mudur?
Cevap: Hayır; mübarek dinimize göre uğursuz gün veya uğursuz gece yoktur.
Her gün uğurludur. Hatta Salı günü de uğurludur, istanbul'un fethi Salı
gününe rastlar.
Soru: Çocuğu olmayan bir kadın, ziyaretgâha (türbeye) gidip bir kurban
keserse çocuğu olurmuş, diyorlar. Ne dersiniz?
Cevap: Hayır; dinimizde böyle bir şey yoktur ve böyle şeylere inanmak
asla doğru değildir. Esasen türbeye gidip kurban kesmek de yoktur. Adak
adamakla veya kurban kesmekle çocuk olmaz. Bu ne ilimle, ne de dinle
bağdaştırılabilir.
Soru: Kitap açtırmak veya yıldıznameye baktırmak nasıldır?
Cevap: Bunlar falcılığın bir başka çeşididir. Yıldızname adı verilen
kitap uydurmadır. Ne ilmî, ne de dinî bir temele dayanır. Sadece cincilerin
para kazanmalarına ve halkı kandırmalarına yarar.
Soru: Sihir (büyü) yapmak veya yaptırmak nasıldır?
Cevap: Sihir yapmak veya yaptırmak haramdır, günahtır, hem en büyük
günahlardan biridir. Sihirbaz; sihrini çeşitli şekilde yapar. Nuska yazmak,
tılsım yapmak, düğümlere üflemek gibi şekilleri vardır. Sihir (büyü)
insanların vücuduna, ruhuna, kalbine tesir eder. İnsanı hasta yapabilir,
hatta ölümüne sebep olabilir. Karı ile kocanın arasını açabilir. Bir kızı
bir oğlana veya bir oğlanı bir kıza aşık yapabilir. Ancak ne şekilde olursa
olsun ve ne maksatla yapılırsa yapılsın sihir yapmak günahtır, haramdır.
Yapan da yaptıran da günaha girer. Dinimiz sihrin her türlüsünü yasak
etmiştir.
Soru: Yitiği bulmak veya hırsızı yakalamak için nuska yaptırmak veya fala
baktırmak var mıdır ve bu doğru mudur?
Cevap: Hayır, böyle bir şey yoktur ve olamaz. Hatta bunlara inanmak
şirktir, günahtır; insanın imanını tehlikeye düşürür.
Ancak, hastaların üzerine Kur'an ayetlerinin okunması vardır. Peygamberimiz
(s.a.v.) de, bilhassa Ihlas ve Kul-Eûzu surelerini okur, ellerine üfler,
yüzüne ve vücudunun her tarafına sürerdi.
Bu mevzuyu biraz daha açalım: Sihir (büyü) şaibesi olmamak üzere ruh veya
bedenin salah ve tedavisi için Kur'an ayetlerini ve Peygamberimiz'den
nakledilegelen duaları kendisi için kendisinin okuması ve kendi üzerine
üfürmesi caizdir. Bunda söz yok, bu doğrudur. Fakat kendisini başkasına
okutmak ve onun nefesinden medet beklemek veya nuska yazıp asmak bir ihtilaf
konusudur.
Kendisini başkasına okutup üfletmenin fayda vereceği zayıf bir ihtimaldir.
Böyle olmasının sebebi, ayette veya duada değildir, okuyanın nefesinin veya
asılan muskanın sebep olup olmamasındadır. Nefesi fayda verir mi vermez mi?
İşte mesele burada. Bu çok zayıf bir ihtimaldir. Karşılığında bir zarar
düşünülmüyorsa ve bu hareket bir meslek kabul edilip para kazanmak için
yapılmıyorsa okunup üflenmesinde, şifa ayet ve dualarının yazılmasında bir
beis yoktur; olabilir.
Fakat şurasını unutmamak lazımdır ki, Cenab-ı Hakk gerek Kur'an'da ve
gerekse Peygamberimiz'in dili ile en güzel duaları öğretmiştir. Bilhassa
,,Kul-Eûzu" surelerinde bütün şerlerden kendisine sığınılmasını da
emretmiştir. Buna binaen bir müslümana düşen; hasta olmamaya çalışmak ve
sağlık kurallarına harfiyyen riayet etmektir. Şayet hastalığa yakalanırsa
doktora gider, verilen ilaçları kullanır, yapılan tavsiyeleri yerine
getirir. Bu arada ve bilhassa bunlar fayda vermediği zamanlarda dua
ayetlerini ve Peygamberimiz'in yapmış olduğu şifa dualarını ezberleyip gece
yatarken veya her ihtiyaç duyulduğunda temiz niyetle, hulûsi kalple ve
itikad ederek kendi kendine okusun, kendine üflesin. Bu kapı, herkes için
açıktır. Dinimiz bu hususta kimseye bir imtiyaz tanımamıştır. Fakat böyle
değil de, ,,Ben dua etmesini bilmem!" diye kapı kapı dolaşarak dua
tellalları aramak ve onun nefesinden medet ummaya kalkışmak dinimizin
tavsiyesi bile değildir. Cahiliyet adetlerindendir.
Soru: Doğum yapan bir kadının rahmine (doğum yoluna) veya doğum yapan
herhangi bir hayvanın döl yatağına elini sokan bir kimsenin boy abdesti
alması lazım mıdır?
Cevap: Hayır; bir şey lazım gelmez. Çünkü, cünüp sayılmaz.
Soru: Kadınların çocuk aldırması caiz midir?
Cevap: Hayır; doğru bir hareket sayılmaz. Rahme intikal etmiş nutfe
(insan tohumu), artık oranın malı olmuştur. Ona el sürmenin doğru olmıyacağı
ileri sürülmüştür. Hele uzuvları (organları) belirmiş bir çocuğun
düşürülmesi büsbütün günahtır, cinayettir. Hayatî bir zaruret olmadığı halde
çocuk, benim rahatımı bozar veya ben onu nasıl besliyeceğim, aç kalır
endişesiyle bir annenin karnındaki çocuğun hayatına kasdetmesi, annelik
şefkatiyle nasıl bağdaştırılır?!. Günün birinde bunun hesabı kendisinden
sorulmaz mı?!. Öyle mi sanıyor?!.
Rızkı veren Allah'tır! Allah, bütün canlıların rızkını üzerine almıştır.
Cenab-ı Hakk, Hud Suresi'nin 6. ayetinde şöyle buyurur:
Yeryüzünde debelenen, hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, rızkı
Allah üzerine olmasın!.."
Tâhâ Suresi'nin 132. ayetinde de şöyle buyurur:
,,Ehline (çoluk ve çocuğuna) namazı emret. Sen de namaza sabırla devam
et! Senin de rızkını veren biziz. Sonuç, takvalı olanlar (Allah'a karşı
gelmekten sakınanlar) içindir!"
İsra Suresi'nin 31. ayeti de şu mealdedir:
Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz. Onların da sizin de
rızkınızı veren biziz. Onları öldürmek büyük günahtır."
Peygamber
(s.a.v.) de şöyle buyurur:
Evleniniz, nesliniz çoğalsın. Zira ben (kıyamet gününde) sizin
çokluğunuzla övüneceğim.

Azil meselesine gelince:
Azil demek, meniyi yani nutfeyi dışarı dökmek, daha açığı hanımı
ile cimada bulunurken, meninin geleceği sırada kocanın kendisini geri
çekmesi ve meniyi dışarıya akıtması demektir, Bu caizdir. Tabii kadının da
buna razı olması gerekir. Onun da rızası olduğu takdirde bu hareket caiz
görülüyor.
Bunun caiz olacağı hakkında Peygamberimiz'in müsaadesi vardır. 
Elhasıl gerek fakir, gerek zengin olsun, gerek kavi, gerek zayıf olsun,
bakamam, onlara ekmek bulamam korkusuyle çocukları öldürmek veya rahimde
(döl yatağında) onları parçalamak İslamlık ve insanlıkla bağdaştırılamaz.
Keza, iki tarafın nutfelerinin (tohumlarının) rahimde birleşerek, bir
yumurta haline gelerek döllenmiş ve bu suretle dünyaya gelmek için ana
karnında geçirmesi lazım gelen safhaların ilk safhasında ve hayatın ilk
basamağında bulunan bir insan yavrusuna el sürmek, daha filiz halinde iken
onu mahvetmek, yok etmek ekseri fıkıh kitaplarımızda bir nevi cinayet
sayılmaktadır.
Ancak; bir kadının, rahmindeki veya tenasül uzvundaki bir bozukluktan
dolayı, çocuğa gebe kalışında veya doğum yaparken hayatı tehlikeye
düşüyorsa, ölüm tehlikesi varsa o zaman çocuk yapmaması için tedbir alması
caizdir, hatta lazımdır.
Çünkü, burada hayatî birzaruret bahis konusudur.
Şurasını da unutmamak lazımdır ki, müslüman olan anne ve baba için,
çocukların ölmeleri de yaşamaları da rahmet ve nimettir.
Çocuklar yaşarlarsa, onların yaşaması rahmet ve nimettir. Çünkü milletlerin
bekası, ailenin yaşaması buna bağlıdır. Çocuklar küçükken ölürlerse, onların
ölümü yine rahmet ve nimettir.
Geçen sayfalarda da geçtiği üzere, küçük yaşlarında ölen çocuklar,
kıyamet gününde anne ve babaları için şefaatçi olacaklardır.
Soru: Bir erkeğin, karısının memesini emmesi, sütünü yutması caiz midir?
Cevap: Hayır, karısının memesinden süt emmesi, hele sütünü yutması doğru
değildir, haramdır. Etini yemesine benzer. Fakat, süt annelik meydana
gelmez. Yani bir çocuğun emmesi gibi değildir. Birbirlerine haram olmazlar.
Soru: Kadın beraberinde kocası veya mahremlerinden biri bulunmazsa hacca
gidebilir mi?
Cevap: Hayır, gidemez! Bir kadının hacca gidebilmesi için, yanında ya
kocası ya da kendisiyle hiçbir zaman evlenmeleri caiz olmayan, akraba ve
hısımlarından biri bulunacaktır.
Beraberinde kocası veya mahrem akrabalarından biri gitmezse, zengin de
olsa, o kadına hacc farz değildir. Giderse günahkâr olur, tahrimen mekruh
olur, kaş yapayım derken göz çıkarmış olur. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle
buyurur:
,,Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadının, üç günlük veya daha
fazla yolculuğa gitmesi helâl olmaz. Ancak beraberinde babası, kardeşi,
kocası, oğlu veya mahremlerinden biri bulunursa işte o zaman (böyle bir)
yolculuk yapması kendisine helâl olur.

Soru: Kocası veya mahremi bulunmayan bir kadının hacca gidebilmesi için,
muvakkaten, yani gidip gelinceye kadar birisiyle nikâhlanması (evlenmesi)
doğru mudur?
Cevap: Hayır, doğru değildir! Çünkü muvakkat nikâh sahih değildir. Öyle
haftalık, aylık veya senelik nikâh olmaz; gidip gelinceye kadar yapılan
evlenme ve kıyılan nikâh caiz değildir. Ancak; gidip gelinceye kadar değil
de, gerçekten, devamlı karı-koca olmak üzere, kocaya gitmesi kadın üzerine
vacip midir? Bu konu ihtilaflı bir mesele ise de daha sahih olan görüşe
göre, kadının, hacca gidebilmesi için böyle normal bir kocaya gitmesi lazım
değildir, vacip değildir.
Soru: Bir kadının, kendisiyle birlikte hacca giden mahreminin yol
masrafını vermesi gerekir mî?
Cevap: Evet, mahremi, sırf kadın hacca gidebilsin diye gidiyorsa tabii bu
mahremin gidiş ve geliş bütün masrafını kadın yapacaktır.
Soru; Horoz veya tavuk kurban olur mu? Ne dersiniz?
Cevap: Hayır, horoz veya tavuk kurban olarak kesilmez, bunların kurban
olmalarını dinimiz kabul etmemiş, hatta bu kümes hayvanlarının kurban
maksadıyla kesilmelerini mekruh (günah) saymıştır. Dinimize göre kurban
olacak hayvanlar deve, sığır, camız, koyun ve keçidir. Bunların dişileri de
kurban olur, erkekleri de kurban olur.
Soru: iki bayram arası nişan, nikâh veya düğün yapmak caiz midir?
Cevap: Evet; nişan merasimi olsun, nikâh veya düğün merasimi olsun iki
bayram arasında yapılabilir, hiç bir sakınca yoktur.
Soru: Yıldızların hareketlerinden, hayra olsun veya şerre olsun, bir mana
çıkarılabilir mi?
Cevap: Hayır; yıldızların hareketi ne hayra ne de şerre delalet etmez.
Bunların hareketlerinden herhangi bir mana çıkarılamaz. Yıldızların
hareketleri Allah'ın koyduğu kanuna göre sürüp gider.
Soru: Güneş veya ay tutulması şerre veya felakete veyahut da herhangi bir
şahsın ölümüne işaret eder mi?
Cevap: Hayır; Güneşin veya ayın tutulmasından herhangi bir mana çıkarmak
mümkün değildir.
Peygamberimiz'in İbrahim adındaki oğlu vefat ettiği gün güneş tutulmuştu.
Bunu görenlerden bazıları, İbrahim'in ölümüne güneş de matem tutuyor!"
demişlerdi. Bunu duyan Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
,,Hayır; Güneş ile ay, Allah'ın ayetlerinden iki vaziyettir. Bunlar,
ne bir kimsenin ölümü için ne de bir kimsenin doğumu için tutulmazlar.

Soru: Ay tutulduğunda açılması için bazı yerlerde tenekeye vururlar veya
silah atarlar. Doğru mudur?
Cevap:
Hayır; doğru değildir, manasızdır; hatta bunlar gülünç şeylerdir.
Yapılmaması gerekir.
Soru: Bal tefsiri ve onun yazılıp bastırılmasında, taşınmasında veya
hediye edilmesinde vaad edilen (200) Peygamber sevabı ve diğer sevaplar
doğru mudur?
Cevap: Hayır, böyle bir şey, sağlam kitaplara (sağlam kaynaklara)
dayanmamaktadır. Vaad edilen sevaplar da doğru değildir. Dinimizin
prensipleriyle bağdaşmaz. Bu gibi şeylere inanmak doğru değildir. Yazmak,
dağıtmak veya taşımakta bir fayda yoktur. Hatta sakıncalıdır.
Soru: İsabet-i ayn, yani göz değmesi doğru mudur?
Cevap: Doğrudur. Allah'a sığınmak gerek. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle
buyurur:
,,Göz değmesinden koruması için, Allah'a sığının! Çünkü göz
değmesi doğrudur.

Soru:
Bir Ocak yılbaşı bayramıyla müslümanların bir ilgisi var mıdır?
Cevap:
Hayır; yoktur. Hıristiyanlarca o gün
kutsal sayılmakta ve bayram günü kabul edilmektedir. Bu sebeple; bir
müslümanın yılbaşı gününe bayram değeri vermesi, şenlikler düzenlemesi,
hindiler kesmesi, çam dallarıyla evini, dükkanını süslemesi, talihine
bakması, çocuklarına oyuncak alması hıristiyanların adetlerine uymaktan ve
onlara benzemekten başka bir şey değildir. Bu ise bir müslümana yakışmaz.
Soru: Müslümanların birbirlerini ziyarete gittiklerinde hediyeler
de götürmeleri nasıl olur?
Cevap: Çok güzel olur. Tarafların birbirlerine olan saygı ve sevgilerini
artırır. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: ,,Hediyeleşiniz
ki sevişesiniz!..

Kanaatimizce şu zamanda en münasip hediye, kitap hediyesidir. Dinî, ilmî
kitaplar hediye etmektir. Bilhassa bayram ziyaretlerinde eşe-dosta,
konu-komşuya kitap hediye edersek, maddî şeker yerine ilim şekeri, manevî
şeker hediye etmiş oluruz. Aynı zamanda dinin ve ilmin yayılmasına hizmet
etmiş oluruz.
PEYGAMBERİMİZİN VEDA HUTBESİ
Kitabımızı Peygamberimiz'in mübarek bir hutbesiyle
bitiriyorum. Bu hutbe Veda Hutbesi'dir, veda konuşmasıdır. Peygamber
Efendimiz, veda haccını yaparken bu konuşmayı yapmıştır. Hutbe mealen
şöyledir:
,,Hamd ve minnet sana Ya Rabb! Her şeref ve şan senin namına Ya Rabb!
Allah'tan başka ilâh yoktur. O'ndan başkasına ibadet edilmez, O'nun ortağı
olamaz. Bütün mülk O'nundur. O'na şükürler olsun. Yaşatan, öldüren O'dur.
Her şeye kadir O'dur. Sözünü gerçekleştirdi; kuluna yardım etti, aleyhinde
birleşenleri bozguna uğrattı.
Ey insanlar! Sözümü dinleyiniz, gelecek sene burada, bu vakitte sizi
tekrar göreceğimi sanmıyorum.
Ey insanlar! Rabb'inize kavuşuncaya kadar, bu günümüzün ve bu ayımızın
hürmeti gibi, kanlarınız, mallarınız birbirinize haramdır. Siz de şüphesiz
Allah'a kavuşacaksınız ve O, dünyada yaptığınız işlerden sizi hesaba
çekecektir, işte tebliğ ettim. Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine
ödesin. Her türlü faiz haramdır. Fakat baş paralarınız size helaldir.
Zulmetmeyiniz ve zulüm görmeyiniz.
Cahiliyetten kalma her türlü kan davaları haramdır.
Sonra Ey insanlar! Şeytan, bu diyarınızda kendisine ibadet olunmaktan
ümidini kesmiştir. Fakat O, başka şeyler bekliyor; O, yaptığınız kötü
şeylerle yetiniyor. Bunun için dinimiz hakkında ondan sakınınız; kâfirler
gibi fırka fırka olup birbirinizin boynunu vurmayınız.
Ey insanlar! Sizin, kadınlarınız üzerinde; kadınların da sizlerin
üzerinde hakları vardır. Kadınlar hakkında öğütlerime itaat ediniz. Onlar
sizin için yardımcıdırlar. Onlar kendi nefislerini koruyabilecek hiçbir şeye
sahip değillerdir. Kölelere gelince: Onları yediğinizden yedirmeğe,
giydiğinizden de giydirmeye dikkat ediniz.
Sözlerime dikkat ediniz; Ey insanlar! Ben tebliğ ettim! Aranıza öyle bir
şey bırakıyorum ki, eğer ona sarılırsanız, hiçbir işte hataya düşmezsiniz.
Bu, Allah'ın Kitab'ı ile Peygamber'inin sünnetidir.
Ey insanlar! Sözümü dinleyiniz, anlayınız. Biliyorsunuz ki, her müslüman
diğer müslümanın kardeşidir. Hepiniz eşitsiniz. Bir müslümana kardeşinin
malından, ancak, onun kendi rızasıyle verdiği şey helaldir. Kendinize
zulmetmeyiniz. Allah'ım tebliğ ettim mi?"
Kendisini pür-dikkat dinleyen yüzbinlerce müslüman, hep bir ağızdan
,,Evet; tebliğ ettin, vazifeni yaptın!" diye bağırdılar. Bunun üzerine
Peygamberimiz:
,,Allah'ım şahid ol!.." dedi ve
devesini sürüp yürüdü.
Hanımlar! Peygamber Efendimiz Hazretleri'nin bu tarihî konuşmasını -o
zaman hoparlör olmadığı için- ashabtan yüksek sesli Ümeyye oğlu Rabia tekrar
ediyordu. Yüzbinlere hitap eden Peygamberimiz, bu konuşmasıyle adeta İslam
dininin özetini veriyordu. Şöyle ki:
1 -Allah'ın birliğini, her şeyin O'nun emir ve iradesine bağlı
bulunduğunu, yalnız O'na ibadet edilmesi lazım geldiğini anlatıyor;
2 -Peygamberimiz, (23) senelik çalışmasının bilançosunu çiziyor,
mücahedesinin semeresini görmüş oluyor;
3 -Peygamberimiz konuşmasına, ,,Ey müslümanlar!" hitabiyle değil
de, ,,Ey insanlar!" nidasiyle başlamış olmasıyla peygamberliğinin yalnız
Arap yarımadasına ve yalnız bir millete ait olmayıp, bütün dünyaya, bütün
milletlere şâmil olduğunu
göstermiştir;
4 -Herkese mülkiyet hakkı tanımış ve mal emniyeti vermiştir;
5 -Faiz müessesini kökünden yıkmıştır;
6 -İslam hukukunun gelmesinden sonra, artık hukuk sistemlerinin
yıkılmış olduğunu ifade etmiştir;
7 -Emanete riayet edilmesini emretmiştir;
8 -Günahların her türlüsünden sakınılmasını tavsiye etmiştir;
9 -Tefrikaya düşmenin aslında kâfir işi olduğunu anlatmıştır;
10 -Kadın ve köle haklarına son derece riayet edilmesine tavsiye
etmiştir;
11 -İnsanların kanun karşısında eşit olduklarına işaret etmiştir;
12 -İnsanları kurtuluş ve yükselişe götüren yolun, ancak, Kur'an
ve sünnet yolu olduğunu bildirmiştir;
13 -İslam dininin tamam olduğuna, kendi vazifesinin bittiğine ve
dünyadan ayrılacağının çok yakın olduğuna işaret etmiştir.
Cenab-ı Hakk cümlenizi, kendisine hakkıyla kul olan ve son Peygamberleri
Hz. Muhammed'e layıkıyle ümmet olan kullarından eylesin! (Amin!)
VELHAMDÜ LİLLAHİ
RABB'İL-ÂLEMİN!..
Cemaleddin Hocaoğlu (Kaplan) {R.A.}
|
|