بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
إِنَّ الْإِنسَانَ خُلِقَ هَلُوعاً
19) Gerçekten insan hırslı yaratılmıştır.
Şüphesiz insanoğlu sabırsız, sızlanan, bencil, hırslı, cimri , velveleci ve telaşlı bir tabiatla yaratılmıştır. Belaya sabretmez, nimetlere de şükretmez.
Taberi’ye göre ayeti kerimede zikredilen insan’dan kasıt, kâfir ve müşriklerdir.[1]
Muhammed Ali es-Sabuni diyor ki: “Buradaki insan’dan kasıt, istisnanın da gösterdiği gibi, bütün insanlardır. İstisna, umum için bir ölçüdür.”
Heluâ: Çok sabırsız, çok sızlanan demektir. Ebu Ubeyde şöyle der: “Heluâ, kendisine iyilik geldiğinde şükretmeyen; zarar geldiğinde sabretmeyen demektir.”[2]
Müfessirler diyor ki: “Heluâ çok hırslı ve sabrı az olmaktır. Bir kimse acıkıp sabretmezse “Câe fehelea” denir.”[3]
Heluâ kelimesi hakkında alimlerin görüşleri:
1) Said b. Cübeyr ve Dahhak’a göre çok cimri ve çok sızlanan demektir.
2) İkrime’ye göre velveleci demektir.
3) Şa’bi’ye göre hırslı demektir.
4) İbn-i Zeyd ve Katade’ye göre çok sızlanan demektir.
5) Abdullah b. Abbas ise sonra gelen iki ayetin bunu tefsir ettiğini söylemiştir.[4]
Mevdudi diyor ki: “Nasıl ki bir insan için "bu onun fıtratındandır. Ya da bu onun fıtrî zayıflığındandır" deriz, Allah da (c.c) burada "Muhakkak insan pek huysuz, hırsına düşkün yaratılmıştır" buyurmaktadır. Burada şu hususu gözden kaçırmamalıyız: Kur'an'ın, insanın ahlâkî zayıflığından bahsettiği pekçok yerde, bundan iman edenler ve doğru yolda olanlar istisna edilmiştir. Aynı husus ileriki ayetlerde de gelecektir. Burada kendiliğinden anlaşılıyor ki, doğuştaki bu fıtrî zayıflık daha sonra değiştirilemez değildir. Fakat insan Allah'ın gönderdiği hidayeti kabul eder ve kendi nefsini ıslah için bilfiil gayret gösterirse o zaman bu zayıflığını tedavi edebilir. Eğer nefsini gevşek bırakırsa bu zaafiyetler onun içerisinde yerleşir, gelişir. Bkz. İzah için Enbiya an: 41; Zümer an: 23-28; Şura an: 75.”[5]
Muhammed Ali es-Sabuni diyor ki: “Yüce Allah bu ayetiyle insanın huylarına dikkat çekmiş ve insanın arzularına uyarak istediği şeylere koştuğunu, sabırsızlık ve tez canlılıkla aşırı gittiğini; kendisine bir iyilik geldiğinde cimrilik yaptığını, kötülük indiğinde ise şiddetle canı sıkıldığını açıklamıştır. Bunda sonra Yüce Allah, bu yerilmiş ahlak sahiplerinden bir kısım insanları istisna etmiştir ki, bunlar iman ile salih ameli birleştirenlerdir.”[6]
Kalbi imandan yoksun bulunan bir insanın tablosu, Kur'an-ı Kerim'in çizdiği şekliyle, gerçekliği, özenle çizilmiş olması ve bu yaratığın sahip bulunduğu temel karakteristik çizgileri anlatan ifadeleriyle son derece ilginç bir tablodur. İnsan bu tabloda sergilenen temel olumsuz karakterlerinden ancak iman sayesinde kurtulabilir. iman insanı öyle bir kaynağa bağlar ki, kötülük karşısında sızlanmayacak, iyilik bulunca da cimrilik yapmayacak şekilde ona bir anlayış aşılar.
"Doğrusu insan hırslı yaratılmıştır. Kendine kötülük dokundu mu sızlanır. Kendisine hayır dokundu mu vermez."
Sanki her kelime harikalar yaratan sanat fırçasının bir darbesiymiş gibi her defasında şu insan denen yaratığın temel bir özelliğini çiziyor. Birkaç kelimeden meydana gelen bu üç kısa ayetin sonunda tablo dile geliyor, canlanıveriyor. İçinden karakteristik özellikleri ile, temel çizgileri ile bir insan beliriveriyor. Hırslıdır... Kötülük dokundu mu sızlanır. Acısı karşısında ahlar, vahlar. Kötülüğe uğradım diye dövünüp durur. Bu durumun sürekli olduğunu, bir gün düze çıkmayacağını sanır. İçinde bulunduğu anın ebedi olduğunu, bu durumu değişmez kaderi zanneder. Bu an ve bu anda başına gelen kötülüğün girdabında içinde uyanan kuruntularla ruhunu hapseder. Bir çıkış yolunun olabileceğini tasavvur edemez. Yüce Allah'ın bu durumu değiştirebileceğini beklemez. Bu yüzden ahlayarak, vahlayarak yer bitirir kendini. Hırs içini kemirir. Çünkü gücünden destek alacağı sağlam bir yere yaslanmamıştır. Umut bağlayacağı, yardımını umacağı bir merciye yönelmemiştir... Bir iyilik görmesi takdir edilince de dört elle sarılır, kimseye bir şey vermez olur. Bu iyiliğin kendi emeğinin ürünü, kendi kazancı olduğunu sanır. Bu yüzden başkasına vermeye kıyamaz sırf kendisi için biriktirir. Gitgide sahip bulunduğu malın esiri olur. Servet hırsının kulu kölesi olur. Çünkü rızkın gerçek mahiyetini ve rızk üzerindeki kendi rolünün, etkinliğinin farkında değildir. Rabbinin katında ondan çok daha hayırlı ve kalıcı olan nimetlerden haberi yoktur. Çünkü Rabbinden kopuk durumdadır. Kalbi Rabbine ilişkin duygulardan yoksundur. Bu insan her iki durumda da hırslıdır. Zarar dokunmasın, iyilik sürekli olsun diye hep kendini yer bitirir. İşte bu imandan yoksun bir kalbe sahip insanın iç karartıcı tablosudur.
Böylece Allah'a inanma meselesinin insan hayatındaki önemi ortaya çıkmış oluyor. Kuşkusuz dille söylenen bir sözü veya yerine getirilen sembolik kulluk davranışlarını kastetmiyoruz. iman bir ruh hali, bir hayat sistemi, değerlere, olaylara ve durumlara ilişkin eksiksiz bir düşünce sistemidir. insan kalbi bu dayanaktan yoksun olunca sarsılır, sağa sola yalpa vurur. Rüzgarların önünde bir tüy gibi savrulur durur. ister kendisini bir kötülük dokunsun da sızlansın, ister bir iyilik dokunsun da dört elle sarılsın o, her zaman derin bir endişe, ölümcül bir sıkıntı içinde yaşar. Ama kalp iman tarafından onarıldığı zaman sürekli bir güven ve esenlik içinde olur. Çünkü olayların kaynağına, durumları yönlendiren merciye bağlanmıştır. Bu yüce mercinin takdirine güvenir. Rahmetinin bilincindedir. Sınamasını değerlendirir. Sürekli kendisine bir çıkar yolu göstereceğini umar. Kendisini zorluktan kolaylığa çıkaracağını bekler. O'na, iyilik yaparak yönelir. O'nun kendisine verdiği rızktan infak ettiğini ve onun uğrunda yaptığı hayır amaçlı harcamaların karşılığını vereceğini dünya ve ahirette yerini daha iyisiyle dolduracağını bilir. Çünkü iman, ahiretteki ödülden önce dünyadayken elde edilen bir kazançtır. Dünya yolculuğu boyunca rahat, güven, dayanıklılık ve istikrar bahşeder insana. [7]
[1] İbn Cerir et-Taberi-Tefsir, Hisar Yayınları: 8/426.
[2] Kurtubi, Camiu li Ahkami’l-Kur’an: 18/290; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/54.
[3] Fahreddin er-Razi, Mefatihu’l-Ğayb: 30/128; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/57.
[4] İbn Cerir et-Taberi-Tefsir, Hisar Yayınları: 8/426-427.
[5] Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/421.
[6] Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/62.
[7] Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 10/181-182.
إِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ جَزُوعاً
20) Kendisine bir şer dokunduğu zaman feryad eder.
Ona fakirlik, hastalık veya korku gibi arzu edilmeyen bir şey geldiğinde, sabretmez, sızlanır. Her tarafını yeis ve ümitsizlik sarar.
Helu: Esasında bir çabukluk mânâsı bulunan, bir taraftan tahammülsüzlük, mızıkçılık; bir taraftan da şiddet ve hırs gibi farklı kavram arasında bir huysuzluk ifade eden, mânâsı tam açık olmayan bir vasıftır ki, şu iki âyet ile izahı yapılmıştır. “Kendisine kötülük dokunduğu zaman çok çok sızlanır.” Kendisine mesela bir ağrı, bir sıkıntı, bir yoksulluk, hastalık gibi bir acı dokundu mu kıvranır, sızlanır, feryat eder, dayanamaz, başkalarından medet bekler."[1]
[1] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: 8/339.
21) Kendisine bir hayır dokunduğu zaman da cimrilik eder.
Zenginlik, sıhhat ve bol rızık gibi bir hayır isabet edince, aşırı derecede cimri olur. Allah yolunda harcamaz ve harcatmaz. Hırsından, kıskançlığından kimseye bir şey vermek istemez, ağladığı günü derhal unutur. Başı ağrıdığı zaman her şeyden ümit bekleyen o mızmız adam bu kez biraz kuvvet bulunca kimseye bir lokma vermemek, hayra engel olmak için sımsıkı bir afacan kesilir. Hakk'a ve hayra sırtını çevirir. Eline geçeni toplayıp yığmaya, saklamaya çalışır. Onun için de o salgın ateş onu çağırır.
İbn Keysan şöyle der: “Allah insanı, kendisini sevindiren şeyi seven, hoşlanmadığı şeyden de kaçan bir varlık olarak yarattı. Sonra sevdiği şeyleri Allah yolunda harcamak ve sevmediği şeylere sabretmek suretiyle kendisine kulluk etmesini istedi.”[1]
[1] Beydavi: 4/151; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/57.
22) NAMAZ KILANLAR
الْمُصَلِّينَ إِلَّا
22) Namaz kılanlar müstesna.
Ancak rükun ve şartlarını yerine getirerek huşu içerisinde namaz kılanlar o huydan, ahlâksızlıktan, azaptan, kötü sonuçtan müstesnadır. Çünkü namaz onları, dünyaya daha az önem vermeye teşvik eder de dünyanın kötülüğüne karşı sabırsızlık göstermezler ve nimetleri hususunda da cimrilik yapmazlar.
Taberi diyor ki: “Burada zikredilen namaz’dan maksat, farz kılınan beş vakit namazdır. Bu namazı kılan mü’minlerden maksat ise;
1) İbrahim en-Nehai ve Katade’ye göre, beş vakit namazını kılan her mü’mindir.
2) İbn-i Zeyd’e göre, Rasulullah ile birlikte namaz kılmaya devam eden mü’minlerdir.
3) Ukbe b. Amir’e göre ise bunlar, namaz kılarken sağlarına sollarına bakmayan kimselerdir.”[1]
Mevdudi diyor ki: “Bir kimsenin namaz kılması onun muhakkak, Allah'a, Rasulü'ne, Kitabı'na ve ahiret gününe inanmakta ve bu imana göre amel etmek gayretinde olduğu anlamına gelir.”[2]
İnsanın genel karakterleri arasında yer alan hırstan istisna edilen müminin sıfatlarını surenin akışı burada ayrıntılı olarak ve birer birer sıralıyor:
"Ancak namaz kılanlar bunun dışındadır. Onlar ki; Namazlarına devam ederler."
Namaz, islamın şartı ve imanın 'belirtisi olmasının yanısıra, Allah'la iletişim kurmanın, bu sonsuz kaynaktan güç almanın aracıdır. Rabblık ve kulluk makamlarının açık ve belirgin olarak birbirlerinden kesin çizgilerle ayrıldığı katışıksız kulluğun görüntüsüdür. "Onlar ki, namazlarına devam ederler." ayeti ile özellikle vurgulanan süreklilik niteliği, istikrar ve devamlılık ifade etmektedir. Şu halde onların kıldığı namaz, terk etmek, ihmal etmek veya tembellik göstermekle kesintiye uğramaz. Namaz, Allah'la kurulan kesintisiz bir iletişimdir, sürekli bir bağdır. Peygamber Efendimiz bir ibadete başladığı zaman artık devamlı o ibadeti yapardı. Şöyle diyordu Peygamberimiz: "Allah katında amellerin en sevimlisi az da olsa sürekli olanıdır." (Altı sahih hadis kitabında yer alan bu hadis Hz. Aişe`den rivayet edilmiştir.) Kuşkusuz vurgulanmak istenen kararlılık, istikrar ve Allah'la iletişim halini kesintisiz sürdürmedir. Bu iletişimin saygınlığına da bu yaraşır zaten. Çünkü bu iletişim, istendiğinde kurulan, istendiğinde koparılan bir oyuncak değildir. [3]
[1] İbn Cerir et-Taberi-Tefsir, Hisar Yayınları: 8/427.
[2] Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/421.
[3] Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 10/182-183.
23) Ki onlar, namazlarında devamlıdırlar.
Onlar farz namazlarını edaya devam ederler. Bir tembellik, bir gevşeklik ya da bir meşguliyet onların namazına mani olamaz. Namaz vakti gelince her şeyi bırakarak Allah'ın huzuruna huşu ve huzur içerisinde dururlar. Hiçbir şey onları namazdan alıkoymaz. Zira onların ruhları, kendilerini Allah’tan gelen güzel esintilere arzettikleri için, hayat kirlerinden arınmıştır. Sadece "onun farz olduğuna inandım" demekle kalmayıp Allah'ın emrettiği ve Peygamberin öğrettiği şekilde bilinen namazlarını terk etmeksizin devamlı kılmayı da huy edinmişlerdir. Allah'ı ve emirlerini unutmazlar.
"Namazlarında devamlıdırlar"ın, bir manası da Hz. Ukbe bin Amir'in beyan ettiğine göre, "Tam bir huzur ve huşu içerisinde namazı eda etmektir. Yani tabir caizse, kuşun kanat çırpışı gibi bir an evvel o namazdan kurtulabilmeye çalışmak değildir. Namazdayken de başka bir şeye iltifat etmez. Arapça deyiminde durgun su için "mau’d-daim" denilir. Bu izahat da bundan alınmıştır.”[1]
[1] Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/421.
24) Ve mallarında bilinen bir hak vardır.
Onların mallarında, Allah’ın üzerlerine farz kıldığı belirli bir pay olan zekat ve sadaka vardır. Mallarında sade nasıl isterse öyle verecekleri nafile bir yardım değil, malına göre belirli bir oranda bilinen bir hak, yerine getirilmesi farz bir Allah borcu olmak üzere bir vergi vardır.
Hak kelimesi hakkında alimlerin görüşleri:
1) Katade ve Said b. Cübeyr’e göre Allah’ın farz kıldığı zekâttır.
2) Abdullah b. Abbas ve Mücahid’e göre zekâtın dışında bir haktır.
Abdullah b. Abbas şöyle diyor: “Bu hak, zekâtın dışında bir haktır. Bu hak, akrabana verdiğin, misafire ikram ettiğin şey, aciz ve zayıf bir kimseyi taşıman yahut bir yoksula yardım etmendir.”
3) Abdullah b. Ömer, Şa’bi ve İbrahim en-Nehai’ye göre ise bu hak, zekâtı kapsadığı gibi zekât dışı hakları da kapsamaktadır.
Abdullah b. Ömer’e “Bu haktan maksat, zekat mıdır?” diye sorulunca o soran kişiye: “Şüphesiz ki senin üzerinde zekatın dışında da hak vardır.” demiştir.[1]
Mevdudi diyor ki: “Zariyat: 51/19. ayette "Onların mallarında muhtaç ve mahrumlar için muayyen bir hak vardır." buyurulmuştur. Bazıları "muayyen bir hak"tan kasıt, farz olan zekattır. Çünkü onun nisabı ve miktarı tayin edilmiştir", demişlerdir. Ama bu tefsir kabule şayan değildir, çünkü Mearic Suresi Mekki'dir, oysa zekata mahsus nisab ve açıklama Medine'de emredilmiştir. Bu yüzden "Malum olan Hakk'tan doğru olarak anlaşılan şudur: Yani mal sahibi olanlar, kendileri muhtaçlara bir pay ayırırlar. Hz. İbn Abbas, Abdullah İbn Ömer, Mücahid, Şa'bî ve İbrahim Nehaî'de aynı görüştedir.”[2]
Bilgi için, Zâriyat, 51/19. âyetin tefsirine bkz.[3]
Burada kastedilen hak, özellikle zekat ve öteki miktarı belirlenmiş sadakalardır. Bu, müminlerin mallarındaki bir haktır. Veya bundan daha kapsamlı ve daha büyük bir anlam kastedilmiştir. Buna göre onlar, mallarında belli bir pay ayırırlar ve bunun isteyenler ve yoksullar için bir hak olduğunu bilirler. Bunun altında cimrilikten kurtulma, ihtirasları yenme yatar. Ayrıca bu davranış, karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma içindeki bu ümmette varlıklının yoksula karşı görevleri olduğuna ilişkin bilincin de somut ifadesidir. Ayette "seul" olarak isimlendirilen, isteyen kimsedir "mahrum" ise, istemeyen, ihtiyacını dile getirmeyen dolayısiyle yoksun kalan kimsedir. Belki de "mahrum" olarak nitelendirilen kimse, başına bir musibet gelip te bu yüzden yoksul kalan ve isteyemeyen kimsedir. Mallarda ihtiyaç sahiplerinin ve yoksulların hakkının olduğuna ilişkin düşünce, bir yandan Allah'ın lütfuna yönelik duyguyu, öte yandan insanlık bağlarının önemini yansıtır. Bunun yanısıra hırs ve cimriliğin boyunduruğundan kurtuluş ta bu sayede mümkündür. Bu duygu aynı zamanda bütün ümmetin dayanışması ve yardımlaşması için bir sosyal güvencedir. Çünkü bu, hem vicdan aleminde hem de realite dünyasında değişik fonksiyonlar icra eden bir yükümlülüktür, bir farzdır. Mümin ruhun karakteristik özelliklerinden biri olarak bu tabloda çizilmesinin yanısıra bu duygu, surede amaçlanan cimrilik ve mal hırsına yönelik tedavinin bir halkasını da oluşturur. [4]
[1] İbn Cerir et-Taberi-Tefsir, Hisar Yayınları: 8/428.
[2] Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/422.
[3] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: 8/339.
[4] Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 10/183.
25) Dilenen ve yoksul için.
Bu zekat ve sadaka, el açıp insanlardan isteyen, malı artmayan fakir için ve savaşa katılamayan, Beytü’l-mal’dan payı olmayan, çalışıp kazanamayan, kendisini geçindirecek bir sanatı bulunmayan, istemekten utanan, dolayısıyla zengin sanılarak mahrum kalan kimse içindir. O hakkı seve seve, iyi niyetle bizzat veya vekilleri vasıtasıyle verirler
Mevdudi diyor ki: “Muhtaç (Sâil) kimseden kasıt, dilenen kimse değildir. İhtiyaç içerisindedir ama kimseden bir şey isteyemez.
Mahrûm'dan kasıt ise işsizlerdir. Veya çalışan ama kazandığı ile geçimini sağlayamayan kimsedir. Allah'a inanan hiç kimse böyle bir insanın ihtiyaç duyduğu zaman onu gelip kendinden istemesini beklemez. O istemeden yardımını yapar. Bkz. Zariyat an: 17.”[1]
Taberi diyor ki: “Sâil’den maksat, el açıp dilenen demektir.”
Mahrûm kelimesi hakkında alimlerin görüşleri:
1) Abdullah b. Abbas, Said b. el-Müseyyeb, Âta, Mücahid ve İbrahim en-Nehai’ye göre Beytü’l-maldan payı olmayan, çalışıp kazanamayan ve kendisini geçindirecek bir sanatı da bulunmayandır. Buna muharif de denir.
2) İbrahim en-Nehai ve Hasan b. Muhammed el-Hanefiyye’ye göre savaşa katılmayan bu itibarla da ganimetten payı olmayan ve ganimetler taksim edilirken orada bulunan kimselerdir. Bu gibi insanlara, ganimetten mahrum olduklarından dolayı belli miktarda bazı şeyler verilir. Ayeti kerime bunları zikretmektedir.
3) İkrime’ye göre malı artmayan demektir.
4) Ebu Kılabe ve İbn-i Zeyd’e göre malı, afetlerle telef olan demektir.
5) Katade’ye göre iffetinden dolayı el açıp istemeyen demektir.
6) Şa’bi ise “Doğrusu ben mahrumun kim olduğunu anlatmaktan aciz kaldım.” demiştir.
Taberi, mahrum kelimesinin bütün cihetlerden yoksul olan kimseyi kapsadığını, her ne yönden olursa olsun yoksul düşen kimsenin, mal sahiplerinin mallarında hakkı olduğunu söylemiştir.[2]
Allah Teala şöyle buyuruyor: “Bilmeyen kimse, onları, kendilerini iffetli görünmeye zorlamalarından dolayı zengin zanneder.” (Bakara: 2/273)
[1] Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/422.
[2] İbn Cerir et-Taberi-Tefsir, Hisar Yayınları: 8/428-429.
26) Din gününü de tasdik etmektedirler.
Onlar öldükten sonra dirileceklerine, hesap ve ceza gününün vuku bulacağına şeksiz şüphesiz inanırlar ve o gün için salih amel işleyerek hazırlık yaparlar. Din gününü, (iyi veya kötü amellerinin cezasının verileceği haşir, neşir ve hesap gününü) tasdik ederler. İmanlarında doğru olduklarını gösterirler. Hakkı ve hukuku tanıyıp ahirette verilecek sevaba iman ederek bedenle ve malla ilgili ibadetleri yapmak için gayretle çalışır, nefislerini zahmete koşar, ceza gününe inandıklarını böyle bizzat yaptıkları işlerle kanıtlarlar.
Mevdudi diyor ki: “Dünyadayken kendini sorumsuz saymıyor ve bunlardan hiçbir hesap sorulmayacağını zannetmiyordu. Aksine, bir gün Allah'ın huzurunda yaptıklarının hesabını vereceğine kesinlikle inanıyordu.”[1]
Burada ahiret gününü tasdikten maksadın sadece kalp ile veya dil ile yapılan ve teoride kalan bir tasdikten ibaret olmayıp bizzat yaparak kanıtlamak mânâsına olduğu, bu tasdikin namaz ve zekattan sonra amelî ibadetler arasında sayılmasından ve bunun onlardaki samimiyet ve ihlas anlatılırken söylenmiş olmasından anlaşılır."[2]
Bu sıfatın surenin asıl konusu ile doğrudan bir ilişkisi vardır. Ama aynı zamanda mümin ruhun karakteristik özelliklerine ilişkin temel bir çizgi de çiziyor. Çünkü hesaplaşma ve karşılık görme gününe inanmak, bununla ilgili uyarıları doğrulamak imanın bir yanını oluşturur. Bu anlayışın, duygu ve davranış açısından hayat sistemi üzerinde derin etkisi vardır. Çünkü, ahirette hesaplaşmanın olacağına ilişkin uyarıyı doğrulayan birinin elindeki hayatı, değerleri, amelleri ve olayları ölçen terazi bunu yalanlayan veya bu konuda kuşkusu bulunan birinin elindeki hayatı, değerleri, amelleri ve olayları ölçen teraziden farklıdır. Ceza gününü (ahiret günü hesaplaşma) doğrulayan kişi, yeryüzünün değil gökyüzünün terazisini, dünya hesaplaşmasını değil ahiret hesaplaşmasını gözeterek hareket eder. iyi-kötü her olayı teslimiyet duygusu içinde karşılar; bu olayların sonuçlarının öteki dünyada alınacağını bilir. Bu yüzden olayları değerlendirirken beklenen sonuçlarını da hesaba katarak değerlendirme yapar.
Ahiretteki hesaplaşmayı (din gününü) yalanlayan kimse ise, olayları kısa ve sınırlı dünya hayatındaki görünümleri ile hesaplar. Yeryüzünün ve insan ömrünün daracık sınırları içinde hareket eder. Bu yüzden hesabı değişir, ölçülerinin sonuçları farklı olur. Zaman ve mekanın dar kalıpları içine hapsolmasının yanısıra yanlış sonuçlar elde eder. Sürekli düşüncesini, hesabını ve değerlendirmesini sınırlandırdığı bu dünya hayatında olup bitenler tatmin etmez kendisini, hiçbir zaman rahat yüzü göremez, çünkü elde edilen sonuçlar adil ve makul değildir. Hiç kuşkusuz bunun nedeni olayları hesaplarken daha büyük ve daha uzun olan öteki yönünü hesaba katmamasıdır. Bu yüzden ahireti hesaba katmayan insan, olup bitenlerden dolayı mutsuz olur, veya çevresini mutsuz kılar. Karşılığını bu dünyada net olarak göremediği için üstün ve onurlu bir hayat yaşaması imkansızlaşır. Bu yüzden ahiret gününü doğrulamak islam hayat sisteminin dayanağı olan imanın bir bölümünü oluşturur. [3]
[1] Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/422.
[2] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: 8/339.
[3] Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 10/183-184.
27) Ve onlar Rablerinin azabından korkarlar.
Onlar Rableri olan Allah’ın azabından korkarlar, rahmetinden de ümitlerini hiçbir zaman kesmezler. Korku ile ümit arasında yaşarlar. Allah’ın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçarlar. Bunlar, dünyada Allah'tan hiç korkmadan her türlü günah, suç, zulüm, yapan kafirler gibi değillerdir. Aksine bunlar, ellerinden geldiğince salihçe yaşamalarına rağmen kıyamet gününde kusurlarının iyiliklerine ağır basması ve bir cezaya müstehak olurlar endişesiyle Allah'tan korkarlar. Rablarının azabından korku üzere bulunurlar, kendilerine acıyarak azaptan korku ve sakınma üzere bulunurlar. Görevlerinde, yapmaları gereken işlerde kusur etmiş veya yasak olan bir şeye atılmış bulunmak ve Hakka layık işler yapamamış olmak endişesiyle korkar dururlar. Güzel güzel işler yapmakla beraber çalıştıkları, yaptıkları işlere güvenmezler, sonunda varıp kavuşacakları Allah'a karşı onları büyük bir şey yapmış gibi saymayıp küçük görürler. Onun huzuruna çıkacaklarını düşünerek "Rablarının huzuruna döneceklerinden kalpleri çarparak zekatlarını verenler.." övgüsü üzere kalpleri titriye titriye çalışırlar.
Bkz. Mü'minun an: 54; Zariyat 19.”[1]
Bu da, din gününü sadece doğrulamanın ötesinde bir derecedir. Keskin bir duyarlılık, uyanık bir gözetim ve çok ibadete rağmen Allah'a karşı görevi tam yapamamanın bilinci gibi unsurların etkin olduğu bir derecedir bu. Bu derecede sürekli kalbin bir an için kayabileceği, dolayısiyle azabı hakkedeceği endişesi ve Allah'ın koruması ve gözetimi umudu taşınır.
Allah katında seçkin bir yere sahip bulunan, Allah'ın kendisini seçip gözettiğini bilen Peygamber Efendimiz sürekli Allah'ın azabından sakınır, hep azaba çarpılma endişesini taşırdı. Allah'ın lütfu ve merhameti olmadıkça amellerinin kendisini koruyamayacağını, cennete girmesine neden olamayacağını kesin olarak biliyordu. Arkadaşlarına şöyle diyordu: "Hiç kimseyi ameli cennete girdirmez." Seni de mi ey Allah'ın elçisi? diye sorulduğunda: "Evet beni de. Ancak Rabbinin rahmeti ile beni kuşatması sayesinde cennete girebilirim."(Buhari, Müslim ve Nesai)
Yüce Allah'ın: "Çünkü Rabblerinin azabına güven olmaz." şeklîndeki sözü, bir an bile devre dışı kalmayan sürekli bir duyarlılığa yönelik bir mesajdır. Çünkü azabı gerektirici davranışlar bu gaflet anında sergilenebilir, dolayısiyle azap hakkedilebilir. Yüce Allah insanlardan sadece bu duyarlılığı ve uyanıklığı istiyor. Buna rağmen insan olmalarından kaynaklanan zaaflarına yenik düşecek olurlarsa, O'nun rahmeti geniş ve bağışlaması hazırdır. Tevbe kapısı açıktır ve üzerinde hiçbir kilit yoktur. İşte islama göre gaflet ile endişe arasındaki denge budur. İslam ne gafleti ne de endişeyi onaylar. Allah'a bağlanmış olan bir kalp hem sakınır hem umar. Hem korkar hem ümit besler. Ve o her halûklârda Allah'ın rahmetine güvenir. [2]
[1] Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/423.
[2] Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 10/184.
28) Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz.
Çünkü insana Allah’ın azabından emin olmak yakışmaz. Ancak Allah’ın, kendisini emin kıldığı ve işlerinde sonuçları itibarıyla güven sağladığı kimseler hariç. İşte o, Allah’a inanıp azabından korkanlar var ya, dünya onları az aldatır veya dünya nimetleri onları az şımartır veya kaybettikleri dünya nimetlerine az üzülürler. Dünya nimetlerini kaybetmeleri veya kazanmaları onlar için birdir. Çünkü onlara bir kötülük geldiğinde sabırsızlıktan alıkoyacak ve bir hayır geldiğinde de onu vermemekten kendilerini menedecek kadar, Allah’ın azametini ve varacakları yeri düşünürler. Onlar her hallerinde sabır ve şükür üzeredirler. Kimse eman verilmiş, kendisinden güvence alınmış değildir. Zira insan için bu dünyada herşeyi çözümlemiş, bütün görevlerini yerine getirmiş ve sakınılması gereken her şeyden sakınmış bulunduğunu iddia etmek mümkün olmadığı gibi, kaderin sırrı da bilinmemektedir. İnsanın bugüne kadar hiç kusur işlememiş olduğu varsayılsa bile yarın nasıl bir durum kazanacağını Allah'tan başka kimse bilemez.
Bundan sonra Yüce Allah, hayır işlemeye ve itaat etmeye muvaffak olan beşinci grubu anlatmak üzere şöyle buyurdu:
وَالَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ
29) Onlar ki ırzlarını korurlar.
Onlar iffetli ve namuslu kimselerdir. Zinadan sakınırlar ve çıplaklıktan da berîdirler. Haram işlemez ve günahlarla kirlenmezler. Kendilerini zina ve fuhuştan korumuşlardır. Irzlarını, apışlarını korurlar, kimseye açmazlar.
Mu'minun: 6; Nur: 30-32, Ahzab: 62.”[1]
Bu ayetler, ruh ve toplum temizliğini ifade etmektedirler. Çünkü islam tertemiz bir toplum kurmayı arzular. Bu toplumun aynı zamanda acık ve sade olmasını da ister. Bu toplumda bütün yükümlülükler coşkuyla yerine getirilir, insanın öz yaratılışından kaynaklanan bütün ihtiyaçlar karşılanır. Fakat kesinlikle güzel hayatı yiyip bitiren başıboşluğa, tertemiz açıklığı öldüren çarpıklığa izin vermez. islamın arzuladığı toplum, sağlam, güçlü ve yasal aile esasına dayanır. Bu toplumun çekirdeğini işaretleri belirlenmiş, gözler önünde ve herkesçe tanınan ev oluşturur. Bu toplumda her çocuk babasının kim olduğunu bilir ve doğum şeklinden dolayı kendinden utanç duymaz. Yüzlerde ve ruhlarda utanma duygusu yok olduğu için değil elbette. Fakat cinsel ilişkiler temiz, açık, uzun süreli ve belli bir amaç esasına dayandığı için. İnsani ve toplumsal bir görevi yerine getirmeye yönelik olduğu için. Sırf hayvansal içgüdüleri, cinsel arzuları tatmin amacına yönelik olmadığı için.
İşte bu yüzden Kur'an-ı Kerim, burada müminlerin bu niteliğinden sözediyor:
Böylece islam eşlerle ve el altında bulunan cariyelerle kurulan temiz ilişkiyi onaylıyor. -Cariyeler, yasal bir nedenden dolayı sahip bulunulan kadınlardır. İslamın kabul ettiği tek yasal gerekçe de Allah yolunda yapılan savaşta esir almaktır. Çünkü islamın onayladığı tek savaş Allah yolunda olanıdır. Savaş esirleriyle ilgili asıl hüküm, Muhammed suresindeki şu ayette vurgulanmıştır: "Savaşta kafirlerle karşılaştığınız zaman onların boyunlarını vurun. Sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir Alin. Savaş sona erince, onları ya karşılıksız, ya da fidye ile salıveriniz." (Muhammed suresi 4) Fakat bazan günün koşullarından dolayı esirler ne karşılıksız ne de fidye karşılığı serbest bırakılmayabilirler. Çünkü karşı taraf -başka bir isim altında da olsa- herhangi bir şekilde Müslüman esirleri köleleştirirse Müslümanların ellerindeki esirler de köleleştirilirler. Bu durumda islam, sadece sahiplerinin cariyelerle ilişki kurmalarına izin verir. Onların özgürlüklerini ise, islamın bu kaynağın kuruması için öngördüğü birçok yola havale eder. İslam bu konuda açık ve temiz ilkelerini belirleyerek, bu kadın esirlerin iğrenç bir cinsel kargaşaya neden olmalarını önler. Nitekim eski-yeni savaşlarda esir düşen kadınlar hep bu iğrenç bataklığa düşmüşlerdir. Bu yüzden islam aldatmaca yönüne gitmiyor, meseleyi olduğundan başka türlü göstermiyor. Savaş esiri kadınlar düpedüz cariye oldukları halde bunlar özgürdürler diye göz boyamaya kalkışmıyor. [2]
[1] Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/423.
[2] Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 10/184-185.
30) EŞLERI VE CARIYELERIYLE BIRLIKTE OLURLAR
إِلَّا عَلَى أَزْوَاجِهِمْ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ فَإِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُومِينَ
30) Ancak kendi eşleri ya da sağ ellerinin malik olduğu başka; çünkü onlar kınanmazlar.
Onlar sadece Allah’ın kendileri için helâl kıldığı nikahlı eşlerine ve ellerinin kazandığı, mülkleri altında bulunan cariyelerine yaklaşırlar. Onlar bu hususta kınanmazlar. . Falancanın üç dört zevcesi var, mülkü altında şu kadar cariye var diye övülmeleri gerekmezse de kınanmazlar ve yerilmezler. Kimsenin onları edebe, hukuka ve şeriate aykırı davranıyor görerek kınamaya ve yermeye hakkı yoktur. Zira hanımları nikah akdi, cariyeleri de onların mülkü olmalarıyle kendilerine helal olmuşlardır. Zira eşler ve cariyeler gibi Allah’ın mübah kıldığı yerlerde şehveti gidermek helâl olup bunun için insana sevap verilir. Çünkü bunda nesli, zürriyeti korumak ve çoğaltmak esas alınmıştır.
31) Ama kim bundan ötesini isterse; işte bunlar sınırı aşanlardır.
Şehvetini gidermek için kim, eşler ve cariyelerden başka bir şey isterse, yol ararsa, Allah’ın sınırlarını aşmış ve kendisini O’nun azabına sunmuş olur. İşte kınananlar bunlardır.
bkz. Mu'minun an: 7.”[1]
Bununla islam, bu açık ve dolambaçsız şekilden başka her türlü cinsel pisliğin yüzüne kapıyı kapıyor. Aslında islam bu doğal görevin kendisinde bir pislik görmüyor. Pislik bunu çarpıtmakta, iğrenç bir ilişkiye döndürmektedir. islam ise, temizdir, açıktır, tutarlıdır[2]
[1] Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/423.
[2] Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 10/185.
وَالَّذِينَ هُمْ لِأَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ
32) Onlar ki emanetlerine ve sözleşmelerine uyarlar.
Onlar emanetleri eda eder ve ahitlerine, sözleşmelerine bağlı kalırlar, onları korurlar. Yerine getirmesi icabeden farzlar gibi Allah’ın onlara verdiği emanetlere ve kulların kendilerine teslim ettiği emanetlere ihanet etmezler; Allah’a ve kullara verdikleri sözleri yerine getirirler, sözlerini bozmazlar. Allah'a ve kullarına, ailelerine, çoluk çocuklarına, mülkleri altında bulunanlara, komşularına, yabancılara ve yakınlarına vermiş oldukları ahit ve sözlere uyarak onları tutarlar, bozmaktan sakınırlar.
Mevdudi diyor ki: "Emanet"ten kasıt, Allah'ın (c.c) kullarına ve bir insanın diğerine itimat ederek verdiği şeylerdir. "Ahid"ten murad ise Allah'ın, kulları ile ya da insanların kendi aralarında yaptığı ahitlerdir. Bu iki yönlü emanetlere hıyanet etmeme ve ahde vefa bir müminin karakterinin ayrılmaz bir parçasıdır. Hz. Enes'ten şöyle rivayet edilir: "Allah Rasulü bize hitabederek şöyle buyurdu: "Bilin ki, bir kimse eğer emanete hıyanet ederse onda iman yoktur ve bilin ki eğer bir kimse verdiği sözü yerine getirmiyorsa onda din de yoktur." (Beyhaki, imanın şubeleri.)”[1]
Şeriatın bütün hakları birer emanet olduğu gibi, yüce Allah'ın kullara vermiş olduğu uzuv, mâl, çoluk-çocuk, makam ve mevki ve diğer nimetlerin hepsi de emanettir. Onları kullanılması gereken yerin dışında kullananlar emanete hainlik etmiş olurlar. Buhari ve Müslim'de İbnü Ömer'den rivayet edildiği üzere dört huy kendisinde bulunan katıksız münafık olur. Kendisinde bu dört huydan birisi bulunanda da münafıklıktan bir huy, bir alâmet bulunmuş olur: "Emanet verildiği zaman hainlik eden, söz söylediği zaman yalan söyleyen, söz verdiği zaman sözünde durmayan, düşmanlığa kalkıştığı zaman da edepsizlik eden, yani yalan ve iftira ile edepsizliğe sapan."[2]
Beyhakî'nin "Şuab-ı İman" da Hz. Enes'ten rivayet ettiği bir hadise göre, Peygamberimiz (s.a.v) bir hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Haberiniz olsun ki, emaneti olmayan kimsenin imanı yoktur. Ahdi olmayanın da dini yoktur."[3]
İslamın toplumsal düzenini dayandırdığı ahlaki ilkelerden biri de budur. İslamda emanet ve ahitleri gözetme olgusu, yüce Allah'ın göklere, yeryüzüne ve dağlara sunduğu, ama onların taşımaktan kaçındığı buna karşın insanın omuzladığı en büyük emaneti gözetmekle başlar. Bu en büyük emanet, inanç sistemidir, zorla değil isteyerek inanç sistemine uyma yükümlülüğüdür. Emanet ve sözleşmeleri gözetmek, henüz babalarının sülbünde yer alıyorlarken insanın öz yaratılışı ile yüce Allah'ın tek ve ortaksın Rabb olduğuna ilişkin imzalanan ilk sözleşme ile başlar. İnsanlar yaratılışları ile bu sözleşmenin tanıklarıdırlar. İşte yeryüzündeki diğer ilişkilerde emanet ve sözleşmelere bağlı kalma ilkesi bu ilk emanet ve sözleşmeden kaynaklanır. islam emanet ve sözleşme konusunu sıkı tutmuş, ısrarla üzerinde durmuştur. Amaç, toplumsal düzeni, ahlak, karşılıklı güven ve huzur gibi sağlam esaslara dayandırmaktır. Bu yüzden islam, emanet ve sözleşmeleri gözetmeyi mümin ruhun temel bir özelliği olarak öngörmüştür. Nitekim emanete ihaneti, sözleşmelere bağlı kalmamayı da münafık ve kafir ruhların bir özelliği olarak vurgulamıştır. Bu Kur'an ve sünnette defalarca belirtilmiştir. islam geleneğinde önemli bir yer işgal eden bu ahlak kuralı hakkında hiçbir kuşkuya yer bırakmamıştır. [4]
[1] Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/423.
[2] Buhari, İman: 24; Mezalim: 17; Cizye: 17; Müslim, İman: 106; Tirmizi, İman: 14; Nesai, İman: 20; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/189, 198, 200; Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: 8/341..
[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned: 3/135, 154, 210, 251.
[4] Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 10/185-186.
بِشَهَادَاتِهِمْ قَائِمُونَ وَالَّذِينَ هُمْ
33) Onlar ki şahitliklerini yerine getirirler.
İnsanların haklarını korumak amacıyla akraba olan veya olmayan herkes hakkında doğru şahitlik ederler. Şahitlikten kaçmazlar. Gördüklerini, gizlemez ve değiştirmezler., hiç bir eksiltme ya da çoğaltma yapmazlar. Şahitliği, insanların hakları ve menfaatleri korunacak şekilde tam olarak eda ederler.
Muhammed Ali es-Sabuni diyor ki: “Emanetlerin içinde şahitlik de bulunduğu halde Yüce Allah onu tekrar özel olarak zikretti ki, onun faziletine dikkat çeksin. Çünkü şahitliği tam olarak yapmada, hakları yaşatmak; onu terketmede ise hakları kaybetmek vardır.”[1]
Bu özellik, emanet kavramı kapsamına girmekle beraber, önemini açıklamak için özellikle zikredilmiştir."[2]
Yüce Allah birçok hakkın yerini bulmasını şahitlik görevinin yerine getirilmesine bağlamıştır. Daha doğrusu şahitliğin eksiksiz yerine getirilmesi ile çiğnenmesi önlenen Allah'ın belirlediği sınırları şahitliğe bağlı kılmıştır. Yüce Allah'ın şahitliğin üzerinde ısrarla durması, başlangıçta şahitlik yapmaktan kaçınmayı yasaklaması, yargılanma esnasında şahitliği gizlemekten sakındırması, bir tarafa eğilim göstermeden ve gerçeği saptırmadan doğrunun yerini bulması için şahitlik yapmayı emretmesi bir gerekliliktir. Yüce Allah şahitliği kendisine yönelik itaate bağlamak için onu kendine özgü kılmış ve şöyle buyurmuştur: "Şahitliği Allah için yerine getirin." (Talak suresi 2) Burada da şahitliği mümin ruhun karakteristik bir özelliği olarak sunmuştur. O da gözetilmesi gereken bir emanettir. Yüce Allah önemini vurgulamak, büyük bir mesele olduğunu belirtmek için burada ondan ayrıca söz etmiştir. [3]
[1] Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/59.
[2] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: 8/341.
[3] Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 10/186.
صَلَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ وَالَّذِينَ هُمْ عَلَى
34) Onlar ki namazlarını korurlar.
Onlar namazı rükun ve şartlarını yerine getirerek huşu içerisinde vaktinde eda ederler. Kıldıkları namaz onları kötülüklerden korur.
Muhammed Ali es-Sabuni diyor ki: “Bu, yerilen sabırsızlık huyundan nefislerini temizlemeye Allah’ın muvaffak kıldığı mü’minlerin vasıflarından sekizincisidir. Yani onlar, namazın şartlarına riayet eder ve adabına sarılırlar. Özellikle namazda huşu içinde bulunur, tefekkür eder ve Allah’ın kontrolü altında olduklarını düşünürler. Aksi taktirde yapılan iş, bir takım şekli hareketlerden ibaret olur ki, kul bunun meyvesini toplayamaz. Çünkü namazın faydası, kişiyi haramlardan alıkoymaktır: “Kuşkusuz namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebut: 29/45) Namaz, İslam’ın direği olduğu için, bu konu durmadan vurgulanmıştır. Bu iyi ve övülen amellerin başında ve sonunda namaz zikredilmiştir ki, kişi, İslamın binasını oluşturan rükunlar içinde onun mertebesini öğrensin.”[1]
İbn Kesir şöyle der: “Yüce Allah söze, namazı zikrederek başlayıp yine onu zikrederek sözü bitirdi. Bu, namaza verilen önemi ve onun şerefinin yüceliğini gösterir.”[2]
Kurtubi şöyle der: “Yüce Allah başlangıçta, mü’minlerin “Onlar namazlarına devam edenlerdir.” şeklindeki vasıflarını zikretti. Sonunda da, “Onlar namazlarını koruyanlardır.” buyurdu. Devam ile muhafaza farklı şeylerdir. Onların namazlara devamı, onu edaya devam etmeleridir. Onlar namazı bırakmaz ve hiçbir şey sebebiyle namazdan alıkonmazlar. Mü’minlerin namazı korumaları ise, namaz için güzelce abdest almaya, onu vakitlerinde kılmaya, rükunlarını tam yapmaya, sünnetleri ve adabı ile en mükemmel şekilde eda etmeye ve kötülükler işlemek suretiyle sevabının boşa gitmesinden onu korumaya riayet etmeleridir. Devam, namazın bizzat kendisi; muhafaza ise, namazın halleri ile ilgilidir.”[3]
Mevdudi diyor ki: “Bundan, namazın önemi anlaşılmaktadır. Cennete sahip olacak o yüksek meziyetli kimselerin sıfatı namaz ile başlar ve namaz ile biter. Namaz kılmak onların birinci sıfatlarıdır. Namaz kılmaya devam etmek ise onların ikinci sıfatıdır. Namazlarını korumak ise son sıfatlarıdır. Namazı korumaktan kasıt, onları vaktinde eda etmektir. Namazdan önce hem bedenlerinin ve hem de üzerindeki giysilerin temiz olmasına ve abdestlerine özen gösterirler. Abdestte vücut azalarını iyice temizlerler. Namazın farzlarına, vaciplerine, sünnet ve müstehaplarına tam manasıyla uyarak namazın adabına da riayet ederler. Allah'a karşı gelerek namazlarını heba etmezler. Bunların hepsi "namazı korumak" içerisinde sayılmaktadır.”[4]
Ta başta namaza devam söylenildikten sonra, sonunda da namazın korunmasının ayrıca söylenmesi hakkında tefsirciler şöyle demişlerdir: Namaz vakitleri açısından, namazın hiçbir vakit terkedilmemesi için "namazlarına devam ederler" denilmiş; namazdan önce, namaz kılarken ve namazdan sonra yapılacak işlere özen göstererek en mükemmel bir şekilde olmasına dikkat etmek için de "namazlarını korurlar" denilmiştir.
Namazdan Önceki İşler: Namazın mükemmel bir şekilde kılınabilmesi için vaktinden evvel gözetilmesi gereken hazırlıklar, vakitlerin girişine kalben ilgi göstererek dikkat etmek, abdest ve temizliğe; avret yerlerini örtmek, kıbleyi aramak, temiz elbise ve temiz yer ve mükemmel olmak için cemaat ve cami gibi hususlara dikkat etmek ve namazdan evvel kalbini vesveseden ve Allah'tan başka şeylere çevirmekten arındırıp kalp huzuru bulmaya ve gösterişten sakınmaya çalışmak.
Namaz Kılarken Yapılacak İşler: Namazın, Allah'ın huzuruna yükselten bir mirac olduğunu düşünerek ve hikmetini bilerek sağa sola dönmeksizin okurken ve zikrederken kalp huzuru üzere bulunmak.
Namazdan Sonraki İşler: Namazdan sonra boş söz ve işlerden ve günaha girmekten sakınmaktır.
Bununla beraber bütün bunları yapabilmek için en önemli bir şart daha vardır ki, o da namazın "korku namazı" halinde kalmaması ve namaz kılmaya engel olacak bir dış düşman saldırısına düşüverilmemesi için esenlik içinde bir vatan, bir İslâm yurdu ve burada iyiliği emir, kötülükten nehiy ile huzur ve sükunu gözetecek bir toplumun gerekli olduğu bilincine vararak o hususta gereğine göre karakol ve cihad görevine hazır bulunmak, yani Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacak bir durumda bulunmak üzere korunmaktır. Tevbe Sûresi'nde geçtiği üzere, "Allah'ın mescitlerini ancak, Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekatı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar ederler" (Tevbe: 9/18) Yoksa namaza devam ihtimali kalmaz. Bu şekilde müslümanların taşıdığı bu sekizinci özellik, İslâm'da toplum kurumuyla asayiş, yönetim ve askerlik işlerinin namazı koruma gayesiyle özellikle ilgili olması gereğini anlatmıştır. Dolayısıyle namaza devam ederken, namazın önünde ve sonunda bu koruyuculuk görevini unutmamak gerektiği gibi, korurken de namaza devamı unutmamak ve onu korumak üzere kutsal bir görev olarak yapmak gerekir. Gerçi bu sûre Mekke'de inmiş olması ve Mekke'de henüz savaşa dair bir emir inmemiş bulunması itibariyle orada askerlik işleri söz konusu olamaz ise de onun hazırlanmasıyla ilgili böyle esaslar da yok değildir.
Görülüyor ki burada bu sekiz özelliğin başı ve sonu namaz ile çerçevelenerek hepsi de namaz kılan kişinin niteliği olarak özetlenmiş ve bu şekilde namazın dinin direği olduğu anlatılmıştır."[5]
Mümin ruhun karakteristik özellikleri namazla başladığı gibi yine namazla bitiyor:
"Namazlarını korurlar."
Bu, başlangıçta vurgulanan namaza devam etmekten ayrı bir sıfattır. Bu sıfat, namazları vaktinde, farzını, sünnetini gözeterek, şekil ve ruhuna bağlı kalarak kılmakla gerçekleşir. İhmal ederek veya tembellik göstererek namazlarını kaçırmazlar. Normal şeklini gözetmeden kılmak suretiyle de namazlarını kaçırmazlar. Hem başta hem de sonda namazdan sözedilmesi namazın önemine ve namaza gösterilen özene bir işaret niteliğindedir. Bununla müminlerin karakteristik özellikleri son buluyor. [6]
Yüce Allah, takva sahibi mü’minlerin vasıflarını anlattıktan sonra, onları bekleyen akibet ve sonu anlatmak üzere şöyle buyurdu:
[1] Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/59.
[2] Muhtasar-ı İbn Kesir: 3/550; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/59.
[3] Kurtubi, Camiu li Ahkami’l-Kur’an: 18/292; Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/59.
[4] Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 6/423.
[5] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: 8/341-342.
[6] Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 10/186.
مُكْرَمُونَ أُوْلَئِكَ فِي جَنَّاتٍ
35) İşte bunlar cennetlerde ağırlanırlar.
Allah, yüce sıfatlar ve değerli menkibelerle nitelenmiş olan bu kimselere naîm cennetlerinde, çeşitli ve canlarının çektiği şeyleri ihsan ederek türlü türlü ikramlarda bulunacaktır.
Demek ki bu sekiz huy, cennetin sekiz kapısı yerindedir.[1]
Ayetlerin akışının geldiği bu noktada, insanlar arasında yer alan bu grubun akıbeti açıklanıyor. Nitekim bundan önce de öteki grubun akıbeti açıklanmıştı:
"İşte onlar cennetlerde ağırlanırlar."
Bu kısacık ayet-i kerime somut ve soyut nimet türlerini bir arada anıyor. Buna göre onlar cennetlere girerler. Bu cennetlerde saygıyla ağırlanırlar. Nimetin ve saygıyla ağırlanmanın zevkini birlikte tadarlar. Hiç kuşkusuz bu, müminleri ayrıcalıklı kılan saygın ahlakın ödülüdür.
Ardından surenin akışı, Mekke'deki islama davet hareketinin sahnelerinden birini sunuyor. Burada müşrikler hızlı adımlarla Hz. Peygamberin Kur'an okuduğu yere doğru yürüyorlar. Sonra etrafında gruplar oluşturuyorlar. Ayet-i kerime, onların bu koşuşmalarında ve toplanmalarında dinledikleri ile doğru yolu bulma isteği olmadığı için onları kınayıcı bir ifade tarzına sahiptir: [2]
[1] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili: 8/342.
[2] Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 10/186-187.
MUFASSAL TEFSİR ABDULVAHİD METİN